Harkulade bir kapak değil mi?Ben de kargoyu bedavaya getirmek için ne alsam derken kapağına aldananlardanım. A bir de kahramanın isminin Maddox olmasına: Anlaşılmadı ise Travis Maddox desem... Ya da en iyisi şöyle söyleyeyim: Talı/Ayaklı bela! Sanırım şimdi anlaşılmıştır:) Neyse konumuza dönelim. Evet yazar fantastik bir roman için muhteşem bir zemin yakalamış: Percy Jackson'ın dünyasını aşk, heyecan, macera romanına taşıyıvermek gibi. Neredeyse kahramanlarımız da Percy ve arkadaşlarının bir değişik türevi gibi ama daha büyümüş ve gelişmiş halleriyle:) Ama ne yazık ki biraz aceleci davranarak muhteşem bir kurguyu hevesiniz kursağınızda kalıverecek şekilde heba etmiş. En azından benim adıma durum böyleydi. Seri olmasa bu apar topar durumunu belkii bir şekilde kabullenebilir ve değerlendirmemi ona göre yapabilirdim ama yazarın istediği her şeyi anlatabilmesi adına önünde dünya kadar kitap şansı varken serinin ilk kitabında kim kimdir kim kime neden pat diye aşık oluvermiştir neyin mücadelesi neden verilecektir gibi çok önemli mevzuları aceleye getirmesine açıkçası hiç anlam veremedim. Serinin ilk kitabındaki kahramanımız arkadaşlarıyla beraber antik tanrılara hizmet ederken tanrıların bir hareketine kızarak tepki verirler ve ceza olarak hepsinin içine ruhlarını da etkileyen birer ifrit hapsedilir. Olayın kısaca özü bir yandan ifrtileri ile cebelleşen ölümsüz ilahlarımızın karşılarına ansızın çıkıveren ölümlü kadınlarla yaşadıkları.Muhteşem bir konu di mi? Bu nasıl da anlatılır şimdi şöyle ince ince. Ama yok yazarımızın acelesi varmış. Alın size en afillisinden erkek kahraman ayılın bayılın. Alın size bir de sümsük kadın kahraman. Bir gecede de birbirlerine aşık oluversinler. Kötü adamları da pat diye öldürelim.Tamam bitti. Eğer çok canınız sıkıldı ise canınız aşk romanı okumak istiyorsa (erotik olması da tercih ediliyorsa üstelik) ve elinizde hiç başka bir alternatifiniz yoksa alın ve okuyun.
Kesinlikle puanlarını hak eden bir roman değildi. Sürekli bir şeylerin bekleyişi ile okudum romanı ve her bir bölüm bittiğinde de hüsranla doldum. Evet 1890'ların İnglitere ve Amerikasından alınan kesit oldukça detayıyla ele alınmıştı. Yaşam tarzı, ilişkilerin işleyişi, sosyal ve ekonomik yapı. Özellikle konut dekorasyonu ve moda konusunda detaylar zirvedeydi. Ama karakterler bazında ben derin bir boşluk hissettim. Kim kimi ne boyutta seviyor, kim aslında ne denli güçlü ya da ne denli yıkılmış ya da ne denli bayağı hep biraz daha davranışsal, sözel tasvirlerle pekiştirilmesine ihtiyaç duydum.Karakterleri gözümün önünde canlandırma konusunda da verilen doneler yetersizdi. Bir bakıyorsunuz kızın saçları şöyle muhteşem endamı böyle muhteşem bir bakıyorsunuz kız güneş nedeni ile yüzünü buruşturduğunda korkunç bir görünüme bürünüyor! Olayın özünde tabi ki Amerikalı bir genç kızın İngiltere'de düşes olma yolculuğu vardı ama bu süreci gerçek kılan ise kızın aşkıydı. Ne yazık ki büyük mücadelelerle ilerleyen bu aşk hikayesi de okuyucuyu doyurucu değildi.Dediğim gibi düşes romanı benim için hüsranla dolu bir romandı.
İstanbul hatırası'nın hatırasına ihanet etmeyen bir Ahmet Ümit romanıydı. Benim adıma Sultanı öldürmek'i unutturan bir akıcılıktaydı. Yine başrollerde başkomiser Nevzat ve komiser Ali'miz vardı haliyle.Yakın tarihimizdeki bence utanç vesilesi olan iki olayı (azınlıklara yapılan saldırılar ve Gezi park olayları) cesurca kınayışından, bu süreçte etkinlik unsuru oluşturan makamlara yönelik dobra eleştirilerinden çok etkilendim. Türkiye mozaiğini hayalci olmayan bir üslupla ele alışına bayıldım. Tüm bunların ardında yaşanan cinayet/lerin ele alınışı, romanın kahramanımızın ağzından dile getirilmesinden dolayı tüm detayları bilmemize rağmen son dakikaya kadar şüphelinin tespit edilemeyişi beğenimi katlayan diğer unsurdu. Tabi tüm bunların ötesinde gitseniz de gitmeseniz de bilseniz de bilmeseniz de İstanbul'un bir yakasının bu denli ustaca tasvir edilişi, turistik bir rehber vari kıyısının köşesinin edebi bir dille ele alınışı Ahmet Ümit'in tüm romanlarında illa ki beklediğiniz bir haz kısmını oluşturuyordu.Bu romanı okuyan bir tanıdık romanın ve Ahmet Ümit'in bu yönünü şöyle dile getirmişti: "Doğma büyüme İstanbul'luyum. Hava atıyorum sanılmasın kıyısını köşesini avucumun içi gibi bilirim. Daha doğrusu bildiğimi sanırdım. Ben bunca yıllık İstanbulluluğumla övünürüken sen kalk taa Gaziantep'ten çıkıp gel ve benim İstanbul'umu hiç bilmediğim yönleriyle ve benim asla tasvir edemeyeceğim şekilde bana anlat. Olacak iş mi? Olmuş işte. Ahmet Ümit yapmış." Özellikle İstanbulluyum diye geçinenler iyi okumalar:)
İngiliz/İsveç yazarların kendi ülkelerinde geçen olayları konu alan eserlerini genelde sevmem. Diyeceksiniz niye? Alışmışız bir kere Amerikan dizilerindeki o iletişim temellerinin bizdeki benzerliğine, bunu bu türlerde yakalamam zor olduğundan sevmemem.Ama Ejderha dövmeli kız ve Son 10 saniye adlı kitap bu düşüncemi sarsan yazar/eserlerden oldu. Olayların kurgusunu ve işlenişini oldukça beğendim. Cinayetlerdeki vahşet, bunun ardındaki komplolar, iki apayrı kanattan olayların akarak bir noktada kesişmesi iyi kaleme alınmıştı. Kahramanın kadın dedektif/polis olduğu romanlarda bu tiplemenin biraz asi, azıcık yaralı, bolca öfkeli ve mümkünse diplerde yüzüp çaktırmayan olanını severim.Buradada kadın kahramanımız böyle bir tiplemeydi işte. Adı gibi son on saniyeye kadar " hah işte herşey boşa gitti gördün mü" diye söylenip durduran bir heyecan vardı. Yazarın başka eserini okumamış olmama ve bunu da sadece Oku Oku'da kargoyu bedavaya getirmek için almama rağmen yılbaşı süprizi gibi bir kitap oldu benim için.
Biliyorum FM Arsal fanları beni çiğ çiğ yiyecek ama üzgünüm.Beş.Neden mi? Evet FM Arsal'ın yeni yazdığı romanları değil yayınlananlar.Önceleri var ve yayın sürecinde okur eleştirileri ve editör yönlendirmeleri ile elden geçtiler. Ama Aynı yayınevinden çıkan bir yazarın peş peşe yayınlanan eserlerinde bu denli kopya akışlar görmek yazarın tarzını ne denli beğenirsem beğeneyim beni kahrediyor. Aslında kendimle çok mücadele ederek aldığım bir romandı şahane gelin.Yazarın eskileri tazeleme süreci sona erdikten ve yeni bir yayınla karşımıza çıktıktan sonra eserlerini almaya karar vermiştim ama e kitaplarını da okumadığım için belki bu sefer aynı düğümlerle/çözümlerle/takıntılarla dolu olmayan kitabıdır demekten kendimi alamadım işte. Ben detaycı bir insanım.Sırf bu detaycılığım yüzünden kurgularının başarısına rağmen Anti-Canan Tan'cıyımdır. O muhteşem karakterler, harika kurgular özet geçer-yazarcılığıyla mahvolduğu için Canan Tan okumam.FM Arsal'a bağım da tam bunun tersi durumdan kaynaklıdır. ayrıntıcıdır. İki ayı size neredeyse iki ciltte anlatabilir."Yalnızca gözlerin için" de her şey mükemmeldi. Neden diyeceksiniz;detaycılığı tekerrürden ibaret değildi. Takıntılar bu denli bariz değildi (Türkçe müzik, modern bağlanmış başörtüsü, demli çay, bekaret, 30'un üzerinde erkek kahraman 18'in altında kadın kahraman) Kurgu akıcı, mantıklı kendini yalanlamayan bir akışa sahipti. Şablonlardan hareket ediliyor hissini yaşamıyordunuz. Ama peşi sıra gelen diğer romanlar her seferinde beni dumura uğrattı. Şahane gelin çok başarılı bir başlangıç yapmıştı aslında. İyi bir çıkış noktasıydı Osman'ın durumu. Ama ne olduysa Ankara'ya gelişin ardından oldu her şey. Osman ve Gülay'ın kişisel çatışmaları ve içsel devinimlerini birbirlerine yansıtmaları o denli zorlama oldu ki gerçekten romanı ancak bir bebek kurtarabilirdi. Nitekim de öyle oldu. Siz bilirsiniz diyorum. Hala sonraki romandan ümidimi kaybetmedim. Ama bence FM Arsal'ın her şeyiyle sıfırdan yeni bir roman yazması gerekiyor.Birikim, kalem, karakter yaratma yeteneği muhteşem.Sadece göz bebeği romanlarına ilişkin objektifliğini kaybettiğini düşünüyorum.Yoksa eminim ki kendisi de bu söylediklerimi muhakkak yakalardı.
Hangi üyenin yorumuydu şimdi hatırlamıyorum demişti ki "bu bir aşk romanı değil".Kesinlikle katılıyorum. Ephesus yayınlarını toplama saplantım neticesiyle aldığım pek bir fikrimin olmadığı bir romandı.Okumaya başladığım süreçte zamansal sıkıntılarım yüzünden normal okuma performansımı sergileyemediğim bir romandı. Başlarda bu duruma üzülürken romanın sayfaları ilerledikçe ilk kez bu denli uzun sürece yayılmış bir okuma durumundan müthiş keyif aldım. Kitaplarıma asla kıyamamama yönümle savaş verip pek çok cümlenin altını çizmemek için kendimle cebelleştim. Çok felsefik bir kitap olmasından mı diyeceksiniz;hayır. Belki de romandan biraz bahsetmek lazım. 1830'lu yıllar New York'unda işçi sınıfından gelen Rus göçmeni bir genç kızın (Kate) yaşamın akışında kendini ve yerini bulma sürecinde yaşadığı duygusal bir ilişki işleniyor.Hani aşk romanı değildi diyeceksiniz. Değil zaten.Duygusal ilişki kısmının işlenme nedeni aslında başkahraman olan erkeğin (Tinker) genç kızın gözünden anlatılabilmesi adına işlenmiş. Roman bana çok fazla duyguyu yaşattı. Öncelikle entellektüellik düzeyini yüksek buldum. Manhattan, New York'a dair o dönemi kapsayan her konuda betimleme ile doluydu. Kate'in bir kitap kurdu olması ve bir şekilde dahil olduğu çevrelerin de bu yönde zenginlikle bezenmiş karakterlerle çevrili olması mütemadiyen çeşitli romanlara ve yazarlara göndermeler içeriyordu. Okuma şevki adına korkunç teşvik ediciydi en başta. Kate'in yaşama dahil oluş şekli, en yıkım anlarında dahi başı dik kalabilirliği, okuduklarını ruhuyla damıtabilme becerisi çok etkileyiciydi. Her zaman baş karakterin kadın olduğu başarılı romanların yazarlarının erkek oluşu beni romana daha farklı yaklaştırmıştır. Duygusal anlamda farklılığımızı baştan kabullendiğimiz bir cinsin başarılı bir hemcins karakteri yaratabilme becerisine hep hayran kalmışımdır. Bu roman da böyle bir şeydi.Ve romanın sonu. Belli bir noktadan sonra aşk romanı okumadığımı ziyadesiyle kabullenmişliğime rağmen son sayfalarda yüreğime bir "kürk mantolu madonna" acısı çöreklenip kaldı ne yazık ki. Kızımızın bütün sindirmişliğine, dinginliğine ve pişmanlıksızlığına rağmen ben yine de arka kapağı boğazımda bu yumru ile kapatmadan edemedim. Bilmiyorum. İçimde hala zaman duvarlarını yıktığım ilk anda bu romanı tekrar elime alıp doya doya satırların altını çizerek okuma isteği capcanlı durduğuna göre okuyun demekten başka diyebileceğim başka bir şey yok.
Hakan Yel ile ilk tanıştığım kitabı.Gam'ı yazarın diğer kitapları içinden tanıtımında geçen bir alıntı diyaloğu yüzünden özellikle seçmiştim.Muhakkak ki siz de okumuşsunuzdur ya da kitabı incelediğinizde okuyacaksınız. Konu hepimizin bir köşesinden canını acıtan doğu meselesi.İki yönüyle de.Uzun zamandır özellikle gündemi de ilgilendiren bir mevzuya dair roman okumamıştım.Romantik, fantastik...vs vs.türündeydi hep okuduklarım. Gam...Çok acıtıcıydı.Ülkemizde dünya kadar çatının içine düşmüş ateşlerin dile getirilişi içimi çok yaktı. Boğazım düğüm düğüm okudum.Her kelimesini taşıdığı anlamları kaybettiririm korkusuyla yudum yudum içtim.Yazarın cesur ve yerinde eleştirilerine bayıldım.Onca içsel monoloğun tek anından bile sıkılmadım.Diğer kitaplarını da muhakkak kütüphaneme ekleyip okuma sıralamamda da ön sıralara çekeceğim.Binlerce Mehmetcikten biri olan Alp'i ve onun Leyla'sını okuyun derim.