Romanın başkahramanı Tuna'nın, bir salı sabahı evinden alınıp, iç savaş çıktığı, seferberliğin başladığı gerekçesiyle askeri birliğe götürülüşüyle başlıyor. İki farklı hikaye anlatılıyor. Yaşadıklarının bir kurgudan ibaret olduğunu düşünen, buna inan Tuna, kendi iç savaşını anlatırken; ikinci hikayede düşlerinde gördüğü çocukluğunun geçtiği yer Kuzguncuk'u ve o yıllardan kalan en büyük hediyesi Ada'ya duyduğu ölümsüz aşkı anlatır. Genel okuyucuların aksine ben iç savaşın anlatıldığı kısımları beğendim. Tuna'nın düşlerinden yola çıkarak anlatılan aşk hikayesi güzeldi ama büyük beklentiyle okuduğum için tatmin etmedi.
Sosyalist düşüncelerle tanışmam yirmi bir-yirmi iki yaşıma rastlar... İlk tanışmayla ilgili o yıllardan aklımda kalansa, Özcan Abi'min hediye ettiği Jack London'un Demir Ökçe adlı başyapıtıydı. Kitap, sendika yöneticisi genç, zeki ve ileri görüşlü Ernest Everhard'ın politik mücadelesini, karısı Avis aktarır okuyucuya. Bu yüzden fazlasıyla hüzünlü gelmişti bana. Hiçbir şey anlamadan okuduğumu hatırlıyorum. Felsefe bilgisizliği, ilk kez duyduğum terimlerin çokça oluşu, zorlamıştı beni. Romanlarda, filmlerde olur ya hani... Zengin kızın, yoksul oğlana aşık oluşu falan; ilk okuduğumda Demir Ökçe'de hiçbir şey anlama rağmen, romanın başkahramanı Ernest'in, soylu ve zengin bir ailenin kızı olan Avis'i zekası ve düşünceleriyle etkilemesi kadar, Avis tarafından evlerine davet edilen Ernest'in, yemek boyunca sessiz kalıp, genç adama soru sorulduktan hemen sonra aristokratların arasındaki konuşmasını bugün bile hatırlayıp etkilenirim hâlâ: "Sizler çıkarcısınız. Her şeyi fizikötesi ile açıklayabilirsiniz. Ve sonuçta her metafizikçi bir başkasının hataya düştüğünü kanıtlar bu tatmin olma duygusu onlara yeter. Sizler düşünce dünyasının teröristlerisiniz. Gerçekte dünyayı yanlış tarafa yönlendiriyorsunuz. Hepiniz kendi oluşturduğunuz bir dünyada, hayal ve rüyalarınızdan gelen arzularla yaşıyorsunuz. Ancak yaşadığımız gerçek dünyayı hiç tanımıyorsunuz. Sizin bütün fikirlerinizin gerçek dünya ile bağlı, bu dünya ile sizin şaşkın ruhlarınız arasındaki zayıf bağ kadar kadardır ancak."
Dünya Ağrısı'nda, babasının hastalığı üzerine İstanbul'u terk edip ailesinin yanına yerleşen roman başkahramanı Mürşit'in öyküsünü anlatır Ayfer Tunç. Babasının otelini zorunlu olarak işleten Mürşit'in geçmişte işlediği suç yüzünden vicdan azabından kurtulamaz ve yaşamı yaşamak için sürdürmeyi katlanır kılan tek yanı, otelinde kalan tek dostu Madenci ile yaptığı rakı sohbetleridir. Kitap arka planda Maraş Katliamı'ndan da bahseder ve okuyucunun içini acıtır. 2015'i Dünya Ağrısı ile kapatırken, 2016'dan tek dileğim barış çığlıklarına birilerinin kulak verip artık acıların, ölümlerin son bulması. Mutlu yıllar... "Gençliğini dolduran gelecek hayalinin gerçekleşeceği ülke hiç var olmamış. Var sanmıştı. Varmanın yıllarını alacağını ama sonunda hiçbir şey yapmasa bile varacağını sanmıştı. Yanıldığını anlaması için yaşlanması gerekti." "İnsanın yaşlandıkça kısalmasının kemiklerin kısalmasıyla ilgisi yok, yer çekimi denen şey dünyanın yorgunluğu aslında, bizi yere çeken şey dinmeyen bu yorgunluk."
Yaban, Birinci Dünya Savaşı'ndan kolunu kaybeden romanın başkahramanı Ahmet Celal'in, gittiği Anadolu'da köylünün milli mücadeleye olan tavırlarını, köylünün durumunu anlatır. Ahmet Celal; karamsar, şehirli (bu yüzden köylülerle iletişim kurmakta güçlük çeker) ve köylünün gözünde "Yaban"dır.
On beş yaşındaki Alex ve çetesinin uyguladığı şiddeti anlatan distopik roman, Otomatik Portakal. Ebeveynlerin ilgisizliğinin çocuklar üzerinde yarattığı olumsuz etkiyi çok güzel anlatmış, yazar. Kitap arka kapağında bunu "Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna sistematik bir baskı uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum…" diye özetlemiş. Dili -çeviriden kaynaklı mı anlamadım- garip ve komik geldi. Edebiyat severler için kısa sürede okunacak bir eser.
İşlenen bir cinayetin perde arkasında, Suryanilik, Nusayrilik'le birlikte Başkomiser Nevzat'ın iç dünyasını anlatan olağanüstü eserdi, Kavim. Başkomiser Nevzat'ı en çok Çetin Tekindor'a yakıştırıyorum nedense. Bu sebeptendir ki Çetin Tekindor'la özdeşleşti bende. Adaletin, adaleti sağlamak adına şiddetle, cinayetle sağlanmayacağını neredeyse tüm eserlerinde anlatır yazar. Başkomiser Nevzat'ın iç konuşmaları, özel hayatı, insanı hüzünle karışık umutlu bir ruh haline sürüklüyor. "Haklısın Evgenia... Bu ülke çok acımasız, bu topraklar çok sert, bu toprakların insanları çok hoyrat, bu ülke gerçekten çok acımasız. Ama burası bizim ülkemiz Evgenia, burası bizim toprağımız, bizim vatanımız. Biz burasıyız Evgenia."