"Hayatını bir ideal uğrunda harcamayı abes sayanlarla, ideal uğrunda yaşanmamış hayata hayat gözüyle bakmayanların" Denizlerin hikayesi bu. Haklı ya da haksızlıkları bir tarafa, inandığı uğurda canlarını onurlu bir şekilde veren dava adamlarının ders çıkarılacak acı sonları mı... Sönmekte olan ateşin sonlarıyla birlikte yeni bir kıvılcımın başlangıcı belki de... Bize, yarına.
Paris'ten Londra'ya giden uçağın yolcularından biri aniden ölür. Aynı uçakta bulunan Belçika'lı dedektif Hercule Poirot, çok geçmeden ölümün cinayet olduğunu anlayıp uçak iner inmez işe koyulacaktır. Kısa sürede okunacak "çerez" diye tabir edilen romanlardandır; okuyucuya bıraktığı heyecansa harikadır.
1995 ya da 1996... Bir öğretmenimiz vardı; Seher Hoca. Ödev olarak verdiğinde yüzüne bakmayıp, özetini bile arkadaşımdan kopya çektiğim, geçmişin acısını çıkarırmışcasına bir solukta okuduğum olağanüstü bir romandı Simyacı. Gördüğü rüya üzerine İspanya'dan Mısır piramitlerine kadar uzun bir yolculuk yapan çoban Santiago'nun hikayesini bitirdikten sonra, tam 20 yıl öncesini düşünüp, vaktiyle çok tokadını yediğim Seher Hoca'nın bize ne kadar değer verdiğini şimdi anlıyorum. "İnsanlar bir yığın acayip şeyler söylüyorlar. Bazen, koyunlarla birlikte yaşamak çok daha iyi, konuşmaz koyunlar, yiyecek ve su aramaktan başka bir şey yapmazlar. Ya da kitaplar, dinlemek isterseniz size ilginç öyküler anlatır kitaplar. Ama insanlarla konuşurken durum başka, öylesine tuhaf şeyler söylerler ki, konuşmayı nasıl sürdüreceğinizi bilemezsiniz."
Tahsilini tamamlayamayıp, küçük yaşta kitapçıda çalışarak sıkı bir okur olan Ali; güleryüzlü, dürüst, hakkı hakka teslim etmekten geri durmayan, etrafında sevilen bir adam. Sevdiği kız Münire'yi abileri evlenmelerine razı olmayınca kaçırıp trenle yolculuklarına başlarlar. Gittiği yerlerde Ali'nin haksızlıklara boyun eğmeyişi, yaşadıkları, hayalkırıklıkları, kısa molalar olarak kalırken tren istasyonlarında; yepyeni umutla devam ederler yeni yolculuklara... Film sayesinde Mustafa Kutlu'yu tanımak benim için şansızlıktı diyorum çünkü filmi izledikten sonra okuduğum hikaye, filmden daha iyi ve sıcaktı.
Şehsuvar Sami... Eşitlik, kardeşlik, hürriyet için biricik aşkını bırakıp "İttihat ve Terraki Cemiyeti"ne katılan dava adamı. Ester... Savaşın yok ettiği hayatlarla vatanından uzaklaşıp Paris'e yerleşen, edebiyat tutkunu, Şehsuvar Sami'den ayrılmak zorunda kalan, olacakları en başından bilip edebiyata sığınan kadın. Elveda Güzel Vatanım, başkahraman Şehsuvar Sami'nin, Ester'e yazdığı mektupların perde arkasında İttihat ve Terakki dönemini -Ahmet Ümit diğer kitaplarında olduğu gibi- akıcı bir şekilde anlatıyor. İktidarı, iktidar olma hırsının kirli yüzlerini, tarihten ders çıkarılmasını anlatan çok güzel bir roman. En çok da etkilendiğim bölüm, hürriyet, eşitlik, barış adına ölümlere yardım eden, öldürmeye başlayan Şehsuvar Sami'nin bozguna uğrayıp, biricik aşkına yazdığı mektuplarda, boynunu vicdanının giyotinine uzatıp aklına Ester'in sözleri gelip çaresizce geç kalışının farkında oluşuydu. "Hayat çok acımasız Şehsuvar, bunun için sanatı icat etmiş insan. Ve biz şanslıyız, çünkü yazabiliyoruz. Hayat üzerimize geldiğinde, günler katlanılmaz olduğunda, sığınabileceğimiz edebiyat adında şahane bir liman var. Üstelik yazacaklarımız sadece kendimiz için değil, başkaları için de sığınak olabilir, onlara yeniden yaşama sevinci verebilir. Anlamıyor musun, başka türlü çekilmez bu hayat.
Maksim Gorki hayatını anlattığı üçlü serinin bu son kitabında artık büyümüş, Kazan'ın yolunu tutmuş üniversite için yollara çıkıyor. Yoksulluk, yaşadığı zorlukların üzerine bir de anneannesinin vefatı da eklenince taşınması zor bir yükle ayakta kalmanın mücadelesini verirken; üniversite yerine de fırın işçiliği yaparak hem hayatını idame ettiriyor, hem de devrimci işçilerle tanışarak hayatını üniversite yapıyor! "Halktan söz edildiğinde üzülerek, kendime bir güvensizlik duyarak, benim bu konuda bu insanların düşündükleri gibi düşünemeyeceğimi hissediyordum. Onlar için halk; mantığın, ruh güzelliğinin, temiz yürekliliğin, neredeyse tanrısallığın ta kendisiydi; halk her türlü güzelliğin, adaletin, yüce dürüstlüğün özünü içinde bulunduruyordu. Oysa ben öyle bir halk görmemiştim. Marangozlar, hamallar, taş ustaları tanımıştım ben; Yakov'u, Osip'i, Grigori'yi tanımıştım, oysa burada bambaşka bir yerlere koyuyorlardı, onun iradesine bağlı olduklarını söylüyorlardı. Bana öyle geliyordu ki, asıl bu insanlardaydı ve onların içinde yanmaktaydı düşüncenin güzelliği de, gücü de... Hayata insan sevgisinin içten iradesi ve yeni bazı yasalara göre onu yaratmasının özgürlüğü de..."
Salt sessizlerin sesi, azınlıkların yılmaz savunucusu olduğu için değil, hayır; ortamdan ve olaylardan soyutlanıp tarafsız bir gözle yazdığı, inandığı değer yargılarının peşinde gittiği için seviyorum Zülfü Livaneli’yi. Sevdalım Hayat’ı okurken Livaneli’nin çocuk yaşta okuma tutkusu, yaşadığı siyasi haksızlıklarla karşı mücadelesi, benim en çok beğendiğim bölümlerdi. Alevi kültürüne gösterdiği sevgi, kurduğu duygusal bağdan dolayı ben dahil bir çok kişinin Alevi sandığı, Alevi kültürünü çok iyi bildiği ve saz çalmayı Alevi dedelerinden öğrendiğini de anlatıyor kitapta.