gululucan, 204 adet değerlendirme yapmış.  (13/30)
Hayat ve Hayal Müzesi
Kumral Ada Mavi Tuna
Kumral Ada Mavi Tuna

4

Kumral Ada Mavi Tuna; Buket Uzuner’in okuduğum ilk kitabı. Daha önce bu kitap iki kez elimden geçmesine, okuyan arkadaşlarımdan olumlu anlamda geri dönüş almama rağmen okumadım çok sevdiğim bir arkadaşım “al bu kitabı oku bak oradaki Mavi Tuna benim” diyene kadar da okuma gibi bir düşüncem olmadı. İtiraf etmeliyim ki ben; Türk kadın yazarlarının edebi anlamda vizyon sahibi olmadıkları, sığ kaldıkları, gerçek hayatta olduğu gibi fazla laf kalabalığıyla ilgiyi olması gereken yerden alıp başka yerlere dağıtıp kafa yorduğu gibi güçlü bir ön yargıya sahibim. Belki iyi kadın yazarlarla tanışmamış olmamdan, belki okuduğum kadın yazarların berbata yakın olmalarından ya da anti feminist yanımın ağır basmasından olabilir. Buket Uzuner okudun o önyargı kırıldı mı derseniz net bir “evet” im yok ama belki “biraz”ım var. Bu kırılma için bir arkadaş tavsiyesiyle aklım Nazan Bekiroğlu’nda.. Kitap 500 sayfa işte o Türk kadını kafası Uzuner’de de var. Gevezelik, uzun uzadıya birbirini tekrar eden cümleler dikkati dağıtıyor. Kitap sekiz ayrı dilde yayımlanmış yayımlandığı ülkelerdeki kitle üzerinde nasıl tesir etti, geri dönüş nasıl oldu bilemem ama imkânsız bir aşk öyküsü bizde her zaman tutar. Bunu da kitabın Türkiye’de satış listesinde en üst sıralarında yer almasından anlayabiliriz. Uzuner ergenlik dönemi ve yeni başlayan okurlar için okunası bir yazar. Edebiyatta biraz yol aldıysanız ve benim gibi hikayede ya beklenmedik bir olayla karşılaşma beklentisi, ya işte zeka budur dedirtecek bir kurgu ya da kendinizde iç hesaplaşma sorgulama gibi düşüncelere itecek bir etki arıyorsanız içsel sorgulamada Oğuz Atay’dan etkilenme çabası içindeki Uzuner sizi tatmin etmeyebilir. Buket Uzuner yazarlığını değil ama genel olarak hayattaki özgürlükçü, yenilikçi, azimli ve başarılı duruş çizgisini sevdiğim bir kadın. Zaten 81 ilin valiliklerinden oluşan jüri tarafından Cumhuriyetin 75 Başarılı Kadını’ndan biri olarak seçilmiştir. Bir röportajında “30’uma geldiğimde ya bilim insanı ya da yazar olacaktım altı ay düşündüm ve yazar olmaya karar verdim” demiş. Bir rivayete göre Uzuner ; Atilla İlhan’ın hayatını yazmak istemiş fakat usta kabul etmemiş Uzuner’de “madem hayatını yazamıyorum bende romanımda anlatırım” demiş. Hikayede geçen şair dayının Atilla İlhan, Pervin’in Çolpan İlhan, Süreyya’nın da Sadri Alışık olduğu söylenir. Ayrıca asıl ismi Fatih Karaca olan şarkıcı Mabel Matiz’in de bu kitaptaki Tuna karakterinden etkilenerek Mabel ismini kullandığı bilinir. Kitap 1970-80’lere dokunan Kuzguncuk’ta geçen aşk üçgenini ve asıl kahramanın iç savaşı kabullenmeyip sürekli halisünasyon gördüğünü sandığını anlatan iki ayrı bölümden oluşuyor. Sanki bir kitap içinde iki ayrı hikaye iç içe anlatılmış başarılı bir sarmal oluşturulmaya çalışmış gibi fakat bütüne bakıldığında olmamış. Çünkü kurguya hiç uymamış. İç savaşı bir erkeğin kendi ile olan iç savaşına benzetmeye çalışmış ama kurguda o da yavan kalmış. Kurgu yavan ama her bir karakterler sağlam işlenmiş hikayede. Ada, Aras, Tuna, Meriç, Şair Dayı, Pervin, Süreyya ve Aliye..Karakter üzerinde çözümlemeler iyi bir psikoanalist , kitap sonlarında her bir karakteri kendi ağzından konuşturmakta kitabın olmayan sonuna renk katmış oldu.. Kitaptan Altını Çizdiklerim: - Amerikalılar, ’özgürlük para gibidir, harcamadan önce kazanılmalı’ derler… Fakat bizim bu konuyla ilgimiz olmadığından atasözü ve deyimler sözlüklerimizin Ö harfi özgürlük özürlüdür. Özgürlük üzerine atasözü üretmenin lüks olduğu bir kültürümüz var. - Özgürlük, her sabah uyandığında istediğin aynı şeyleri yapabilmektir! - Gerçekle sahte arasındaki farkı en çabuk anlayan halktır, ama en geç tepki veren de yine odur! Ve tepkisi en güçlü olan da halktır.

Kum Kitabı
Kum Kitabı

7

"Eğer uzay sonsuzsa, biz uzayın herhangi bir noktasındayız. Eğer zaman sonsuzsa, biz zamanın herhangi bir noktasındayız." (Jorge Luis Borges "Kum Kitabı" Kum Kitabı) "Kimileri insanı, Tanrı'nın, evrenin bilincine varmayı sağlayan bir organı olduğunu düşünürler, fakat hiç kimse böyle bir Tanrı'nın var olduğunu kesin olarak bilmiyor. Şimdi sanırım, yeryüzündeki bütün insanların tek tek ya da aynı anda intihar etmesinin iyi ve kötü yanları tartışılıyor." (Jorge Luis Borges "Yorgun Bir Adamın Düş Ülkesi" Kum Kitabı) "Bir şeyi görebilmek için onu anlamak gerekir.Koltuk insan bedenini, eklemlerini ve tüm organlarını önceden kabullenir; makas da kesme eylemini.Bir lamba ya da bir taşıt için ne demeli? Bir vahşi misyonerin İncil'ini algılayamaz; bir gemi yolcusu, hayatları tayfaların gördüğü gibi göremez. Evreni gerçekten görebilmiş olsaydık belki onu anlardık." (Jorge Luis Borges "Başka Şeyler Daha Var" Kum Kitabı) "Sözcükler, paylaşılmış bir hafıza gerektiren simgelerdir. Burada aktarmaya çalıştığım yalnızca benim hafızam; anılarımı paylaşmış olanlar öldüler. Gizemciler bir gülden, bir öpücükten,bütün kuşlar olan bir kuştan, bütün yıldızlar ve güneş olan bir güneşten, bir şarap testisinden, bir bahçeden ya da cinsel ilişkiden yardım umarlar. Bu eğretilemelerin hiçbiri, bizi bitkin ve mutlu gün ağarımına kadar götüren o uzun son geceyi anlatmama yardımcı olamaz." (Jorge Luis Borges "Kongre" Kum Kitabı) "Yalnızlık bana acı vermiyor, insanın kendisine ve kendi huylarına katlanmasıyla hayat zaten yeterince zor. Yaşlandığımı anlıyorum; en şaşmaz belirti de yeniliklerin beni ilgilendirmemesi, eğlendirmemesi; belki de temelde yeni olmadıklarını, olsa olsa eskinin ürkek varyasyonlar olduklarını kavramadan ileri geliyor." (Jorge Luis Borges,"Öteki" Kum Kitabı) "Şiir, eğer onu gerçekleşen bir olayın öyküsü olarak değil de, çok güçlü bir isteğin dışavurumu gibi algılarsak, güzeldir." (Jorge Luis Borges,"Öteki" Kum Kitabı) “ Yazarken her zaman uyuşuk ve ağır davrandım, her tümce kendini farklı şekillerde ortaya koydu: Bir sözcüğe varmadan önce birçok eşanlamlıyı elden geçirmem, sayısız eğretileme içinden seçim yapmam gerekiyor. (...) Başlarda şaşırtıcı sıfat ve eğretilemeler ararken, şimdi şaşırtıcılığın önlenmesi ve herşeyin okuyucu için kolaylaştırılması gerektiğini hissediyorum (...) bence eseri okuyucu kendi yaratır.” Jorge Luis Borges "Ne bana anlamsız gelen seçkin bir azınlık için, ne de “ Yığınlar” diye bilinen şu göklere çıkarılan ideal Platoncu kendilik için yazıyorum. Demagogların sevdiği her iki soyutlamaya da inanmıyorum. Kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum."Jorge Luis Borges Zaman beni sürükleyen bir nehir, ama nehir benim; beni parçalayan bir kaplan, ama kaplan benim. Beni tüketen bir ateş, ama ateş benim. Evren, ne yazık ki, gerçek; ben, ne yazık ki, Borges’ im. YAZARIN NOTU "Bu yaşımda (1899 doğumluyum) sevilen temalar üzerine şu birkaç çeşitlemeden fazlasını vaad edemem, kendime bile. Bilindiği gibi öykü yazmak onarılmaz tekdüzeliğe karşı klâsik çareye başvurmaktır. Gene de izninizle bir iki ayrıntıya işaret etmek istiyorum. Kitap on üç öykü içeriyor. Sayı bütünüyle rastlantısal ya da kaçınılmaz -burada iki sözcük kesinlikle eşanlamlı- ve büyüsel değil. Bütün bu öykülerden yalnızca birini seçmem gerekseydi, sanırım hem en otobiyografik (anılarla en zengin olan), hem de en düşsel olan KONGRE’yi seçerdim. KUM KİTABI’nı da çok sevdiğimi saklamayacağım. Ayrıca bir aşk öyküsü, bir ‘psikolojik’ öykü ve bir de Güney Amerika tarihinden dramatik bir olayın öyküsü var. Bu kör alıştırmalarında, basit, zaman zaman günlük konuşma diline yakın üslûpla fantastik bir olay örgüsünü birleştirerek, H. G. Wells örneğine sadık kalmaya çalıştım. Meraklı okur VVelIs’ in adına, Swift’in ve 1838’de bize ARTHUR GORDON PYM’İN ANLATISI’nın hayranlık uyandıran son bölümlerini bırakan Poe’nunkini de ekleyebilir." Jorge Luis Borges

Küçük Kara Balık
Küçük Kara Balık

8

Küçük Kara Balık; yazarın otobiyografik eseri olduğunu düşündüğüm verdiği mesaj nedeniyle en önemli çocuk kitaplarından biri olmakla birlikte bizlere de büyüklere masallar kitabı niteliğindedir. Yine aynı tür de Bach’ın eseri olan martı Jonathan Livingston ‘un dava arkadaşı devrimci bir balıktır. Orwell’ın Hayvan çiftliğindeki gibi alegorik bir masal kitabıdır. Ama öyle uyumamız için anlatılan değil tam tersine uyanmamız, harekete geçmemiz için anlatılan bir masal. Görüneni değil, anlatılmak isteneni anlamayan her toplum gibi Küçük kara balık da;” sosyalist devrimci anlayışı yansıttığı için ülkemizde de bir çok örneklerinin başına gelen sonuçları yaşamıştır. Otobiyografik eser dememin nedeni de birazda bu yüzden. Samed Behrengi’nin yazdığı çocuk hikâyeleri ve halk masalları kimi çevrelerce adalet, eşitlik, doğmayı sorgulama, direnebilme gibi verdiği öğütler nedeniyle alkış alırken, ülke yönetimince şahlık düzenini eleştirdiği, her türlü baskı yönetimine karşı gelinmesi” mesajını verdiği için İran şahının hoşuna gitmemiş olacak ki Behrengi’nin bu eseri yayımlandığı dönem birçok tepkiler almış olup yasaklanmış ve hala yasaklı kitaplar listesinde yerini almıştır. 29 yaşında Aras nehrinde yüzerken boğularak öldüğü söylenen Behrengi’nin şahın gizli polis örgütü Savak’ın komplosu sonucu öldürüldüğü de söylentiler arasındadır. Ülkemizde hükümet tarafından suikaste uğrayan gazeteci, aydın yazar kesimi oldukça fazla olduğundan olsa gerek bana söylentiden ziyade olabilitesi yüksek bir durum gibi geliyor. Bakınız aynı eser 12 Eylül döneminde ülkemizde de yasaklanmıştır. Aslında küçük kara balık gibi yaşadığı yerden fazlasını görme, özgürleşme isteğini kendi aklını, zekasını kullanarak aydınlanmacı bir tutumla ve cesaretle yola çıkmadan bilemeyeceğini düşünen zihinleri; rejime bir tehdit olarak algılamamış olsak vermek istediği mesajı ciddiye alıp uygulasak sanırım içinde bulunduğumuz orta çağ karanlığından kurtulmuş olurduk. Kişisel fikrim içinde bulunduğumuz ülke anlayışında halk olarak bu tarz hikayelere baktığımda amacına ulaşabiliyor mu şüpheliyim doğrusu. Şöyle ki; çocuklar okuduğunda bir şey anlamaz, biz büyükler okuduğumuzda sadece “yazar çok haklı” der geçeriz ki zaten birkaç güne de unuturuz! Pardon bir de hiçbir şeyi sorgulamayan insan kitlesi var ki onlar bu tarz kitapları okumaz bile. Çünkü biz; 80 sonrası din sömürüsü, futbol, dizi vs gibi beyni sorgulamaktan alıkoyan eğlencelerle uyutulmuş bir kitleyiz. Hafızası olmayan koyun sürüsüyüz. Malum hükümetin zihniyetine bakılacak olursa sürüden ayrılmaya çalışan, soran-sorgulayan her çocuk ya terörist ya anarşist! Küçük kara balık; bizim ülkemizde yasaklanmış ama başka üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmuş, Slovakya ve Bologna Dünya Çocuk Kitapları Fuarlarında ödüller almış. Kitabı okurken küçük kara balığın amacına ulaşma yolunda karşısına çıkan engelleri aşmak için kendince silahlandığı, buradan başka dünya yok diyerek yolundan etmeye çalışan kurbağayı cahil ve zavallı diye küçümsediği, kendisini kandırmaya çalışan yengeci “sen doğru dürüst yürümeyi bile bilmiyorsun dünyada başka nereler var nerden bileceksin” diyerek aşağıladığı gözlerden kaçmıyor. Tıpkı medenileşme yolundaki batının insanları aydınlatmak, öğretmek için; dünyanın geri kalanına yaptığı aşağılayıcı oryantalist tutum gibi bakınız tıpkı Amerika… Ancak bu etrafında onu aşağı çekmeye çalışan küçümseyici tutum bilgin kertenkeleye karşı yerini saygıya bırakıyor. Kitabın tüm bu aşağılama içeren tutumuna istinaden haliyle 19 kere ölüm-öldürme gibi kelimeler kullanılmış. Bazı otoriteler tarafından bir çocuk kitabında bu kadar ölüm-öldürme kelimesi geçmesi kitabın olumsuz yanlarından biri olarak değerlendirilmiş. Yapılan pek hümanist bir tavır olmada da; biz bu fikre alışık kapitalist bir rejimle “büyük balık küçük balığı yer” felsefesiyle büyüdüğümüz için ben pek yadırgamadım. Tıpkı bombalarla, savaşlarla ya da kimilerinin çıkarları uğruna boş yere ölen masum insanlara takdir-i ilahi diyecek kadar umursamadığımız, alıştığımız ve daha kötüsü unuttuğumuz gibi… Elimdeki kitap Can yayınlarından çıkmış olup; içindeki illüstrasyon çizimlerle eğlenceli ve hayal gücünü geliştirici bir etki oluşturmaktadır. Kitaptaki vurgulanması gereken en önemli altını çizdiğim cümle: “Şimdi ölüm çok kolay uğrayabilir bana! Ama ben yaşayabildiğim sürece ölümü karşılamaya gitmemeliyim. Elbette bir gün ölümle karşılaşırsam –ki karşılaşacağım- önemli değil, önemli olan şu ki benim yaşamım veya ölümüm başkalarının yaşamını nasıl etkileyecek.” oldu. Kitabı okuyan aile fertlerinin çocuklarını bir koyun gibi değil, küçük kara balık gibi yetiştirmelerini umarak bir gün her şeyin güzel olabileceği olasılığını, umudu aşılayan Ahmet Kaya’nın “ağlama bebeğim” parçasının sözlerini paylaşmak istiyorum. Ağlama bebek, ağlama sende, Umut sende yarın sende. Yağmur gibi gözlerinden akan yaş niye, Bu suskunluk, bu durgunluk, sıkıntın niye. Çok uzakta öyle bir yer var O yerlerde mutluluklar Paylaşılmaya hazır Bir hayat var. Ağlama bebeğim ağlama sende Acı sende hasret sende. Dalıp dalıp derinlere düşünmen niye, Bu küskünlük, bu dargınlık, kızgınlık niye.

Küçük Ağaç'ın Eğitimi
Küçük Ağaç'ın Eğitimi

6

Daha öncede Kızılderili mantığıyla işlenmiş kitaplar okudum. Zihnimde bu kitapları; Kızılderililerin insanlara, ağaçlara, hayvanlara, tüm doğaya ve evrene olan saygı, duyarlılık, dürüstlük, samimiyet içeren felsefeleriyle bir romandan ziyade öğretici bir kişisel gelişim kitabı etkisinde anlamlandırıyorum. Küçük ağacın eğitimi; kahramanını Zeze, Küçük Prens, Heidi gibi seveceğiniz bir hikâyede Büyük beyaz adamın Çeroki kabilesine yaptığı zulmü, bu zulüm karşısında yerlilerin verdiği insani mücadeleyi anlatıyor. Küçük ağacın eğitimi erken yaşta anne babasını kaybetmesiyle birlikte büyük anne ve büyük babasının yanında yaşamaya başlamasıyla başlar. Onların yanında ağaçların, rüzgarın sesini dinleyerek doğanın dilinden anlamaya, ölüm olmadan yaşam olmayacağını kısacası hayata dair insanı bir şekilde kendi ayaklarının üzerinde kalmayı öğreniyor. Yaratıcılığı körelten eğitim sitemini sorgulamaya iten yanıyla okunası kitaplardan.. Küçük Ağacın Eğitimi kimi zaman içinizi sevgiyle, kimi zaman hüzünle doldururken kahramanımız Küçük Ağacı bağrınıza basacaksınız. Ancak yazarla ilgili iddialar otobiyografik eser niteliğiyle kendisini sevdiren bu hikayede içinize kuşku düşürüyor. Forrest Carter ismiyle bilinen yazarımız bir otel odasında esrarengiz bir şekilde suikaste kurban gitmesinin ardından aslında Forrest Carter adıyla hakkında fazla bilgiye ulaşamadığımız ancak daha derine indiğimizde gerçek adı Asa Earl Carter, Ku Klux Klan isimli siyahi karşıtı aşırı faşist gizli bir örgüte üye olduğu, federal hükümetin ırkları birbiriyle kaynaştırma politikasına ve medeni hakların genişletilmesini isteyenlere karşı verdiği mücadeleyle adını duyuran Amerikan Alabama eyalet valisi George Corley Wallace’in seçim konuşmalarının yazan yazarın bu kitabı otobiyografik değil tamamen gerçeği yansıtmayan kurgu üzerine yazdığı söylenir. Kitapta anlatılanlara karşı her ne kadar güvenimiz kırılsa da aşağıdaki altını çizdiğim satırların gerçek hayatta doğruluğuna inandığım için okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Kitaptan Altını Çizdiklerim: - İyi bir şeyle karşılaştığın zaman, yapman gereken ilk şey bulabildiğin insanla onu paylaşmaktır; bu şekilde iyilik öyle bir yayılır ki nereye gittiğini bilemezsiniz. Ki bu da doğrudur. -Yalnızca arılar ihtiyacından fazlasını depolar bu yüzden de ayılar tarafından soyulur. Paylarından fazlasını depolayan insanlar içinde durum böyledir. Bu yüzden savaşlar çıkar ve herkes kendi payını artırmak için söz oyunlarına başvurur. -Onlara göre sevgi ve anlayış aynı şeydi. Büyük anne, anlamadığı bir şeyi sevemeyeceğini söyledi. İnsanları ve Tanrı’yı anlamazsan ne insanları ne Tanrı’yı sevebilirdin. - Büyük anne, beden aklını açgözlü ya da hırslı olmak için kullanır, onunla her zaman insanları kandırır ve onlardan nasıl maddi çıkar sağlayacağımı düşünürsem ruh aklını bir cevizden daha büyük olmayan bir boyuta düşüreceğimi söyledi.

Kör Baykuş
Kör Baykuş

8

''Kendimi bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum. Unutmam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı, gözlerim kapansaydı da azar azar uykunun ötesine, mutlak hiçliğe gömülebilseydim, varlığını artık hissedemez olacağım noktaya varsaydım, bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki, hissedilemezin içinde silinir, yok olurlardı. O zaman dileğime kavuşurdum...'' (Sadık Hidayet,Kör Baykuş) "Hayat özenle ve soğukkanlılıkla herkesin maskesini indirir. Birkaç maskesi vardır herkesin, kimisi bu birkaç maskeden yalnız birini kullanır, sürekli kullanılan o maske de doğal olarak kirlenir, yıpranır. Tutumlu kimselerdir bunlar. Kimisi kendi maskelerini çoluğuna çocuğuna saklar. Kimisi durmaksızın yüz değiştirir ama yaşlandıkça anlarla ki bu, onların son maskesidir. Pek çabuk eskir bu sonuncusu da. Ve işte o zaman hakiki yüzleri çıkar ortaya o son maskelerinin ardından." (Sadık Hidayet,Kör Baykuş ) ''Senin derdin o kadar derin ki, gözlerinden belli oluyor. Ağlayacak olsan, gözyaşı gözlerinin derinliklerinden gelir; belki hiç gelmez!'' (Sadık Hidayet,Kör Baykuş) "Uzun zamandır bende, diri diri dağılmakta, parçalanmakta olduğum duygusu belirmişti. Yalnız cismim değil, ruhum da, aralarında bir uyuşma olmaksızın, kalbimle sürekli zıt gidiyorlardı. Garip bir dağılma ve bölünmeden geçiyordum sürekli. Bazen bir şey düşünüyor, buna kendim de inanmıyordum. Bazen içimde kendime karşı bir acıma duygusu beliriyor, ama aklım ayıplıyordu beni. Birisiyle konuşsam, bir şey yapsam, türlü konularda söze karışsam gönlüm başka yerde oluyordu, aklım başka yerde, ve ayıplıyordum kendimi. Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki ben hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım..." (Sadık Hidayet, Kör Baykuş) "Öyle sanıyorum ki, zamanın geçişi ve insanların seneler ilerledikçe karşılaşacakları değişmeler, bende bin kat daha hızlı ve sert oldu. Ama beri yandan bu gelişmelerin getirdiği mutluluklar toplamı sıfıra doğru geriledi, hattâ sıfırında altına düştü. Bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sessiz yavaş, ecelleriyle sönerler." (Sadık Hidayet,Kör Baykuş) "Yalnızlık ve inziva sonsuz, koyu yoğun gecelere benziyordu. Koyu, yapışkan, bulaşıcı karanlıkları olan ve boş kentlere çökerek şehvet ve kin uykuları yaymayı bekleyen gecelere benziyordu." (Sadık Hidayet,Kör Baykuş) "Tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da rahat sömürebilmek için, kendi tasarılarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır; bu gibi şeyleri artık umursamıyor, ben yalnız sabaha çıkıp çıkmayacağımı bilmek istiyordum. " (Sadık Hidayet,Kör Baykuş) "Ölümün karşısında mezhebin, imanın, itikadın ne kadar gevşek ve çocukça olduğunu hissediyordum. Sağlığı yerinde ve mutlu olanlar için, eğlencelik şeylerdi bunlar. Ölümün ve çektiklerimin korkunç gerçeği karşısında, kıyamet günü üzerine, ruhun ahretteki mükâfatları üzerine bana telkin ettikleri şeyler, tatsız bir aldatmaca oluyordu. Bana öğrettikleri dualar, korkusu karşısında etkisizdiler." (Sadık Hidayet,Kör Baykuş) "Kalp durunca duygular düşünceler de kayboluyor mu, yoksa kılcal damarlarda kalan kan sayesinde belli belirsiz bir hayat sürüp gidiyor mu?" (Sadık Hidayet, Kör Baykuş) " Ölüm ki geçer gider, bütün düşünceleri paramparça eder, en ufak dönüş ümidi bile bırakmaz geride !" (Sadık Hidayet,Kör Baykuş) "Bana benzeyen, görünüşte bendeki ihtiyaçlara, tutkulara, arzulara sahip bu insanlar niçin kırarlar beni?" (Sadık Hidayet, Kör Baykuş) "Yalnız cismim değil, ruhum da, aralarında bir uyuşma olmaksızın, kalbimle sürekli zıt gidiyorlardı. Garip bir dağılma ve bölünmeden geçiyordum sürekli." (Sadık Hidayet, Kör Baykuş) "Ben hep,dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur.Butimar* gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm. * Butimar : bir kuştur,deniz kıyısına çöker,denizin birgün kuruyacağını düşünür,bu tasa yüzünden de su içmez hiç." (Sadık Hidayet,Kör Baykuş) "Lakin tek korkum: Yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan. Hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. Ve şimdi yazmaya karar vemişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir." (Sadık Hidayet, Kör Baykuş) "Böyle durumlarda herkes, güçlü bir alışkanlığa, bir tutkuya sığınır: Ayyaş içer, edebiyatçı yazar, yontucu taşı yontar, acısını dindirmek için her biri, en kuvvetli içgüdüsünden medet umar ve gerçek sanatçı, kendi bağlarından şaheserler yaratır. Ama ben, ki zevksiz ve biçare biriyim, ben ne yapabilirim?" (Sadık Hidayet,Kör Baykuş) ''Bir rüya gören, rüya gördüğünü bilen, uyanmak isteyip de uyanamayan biri gibi afallamış, kalakaldım.'' (Sadık Hidayet, Kör Baykuş) "Oydu bütün hayatımı zehirlere bulayan. Hayır, hayatım ta baştan zehirlere bulanmıştı benim. Ben başka türlüsünü değil ancak zehirlenmiş bir hayatı yaşayabilirdim." (Sadık Hidayet, Kör Baykuş) "İçimde ilk görüşten kalma, aşina bir duygu: Ben onu tanıyorum. İki sevdalı hep aynı hisse kapılmazlar mı, birbirlerine önceden rastladıkları, aralarında esrarlı bağlar olduğu duygusuna kapılmazlar mı? Bu aşağılık dünyada ya onun aşkını isterim, ya da hiç kimsenin! Hem mümkün mü bir başkasının beni etkilemesi?" (Sadık Hidayet,Kör Baykuş) "Ruhuma hangi zehri damlatmıştı ki, onsuz olamıyordum." (Sadık Hidayet,Kör Baykuş) "Onu kendi tenimin sıcaklığıyla ısıtmak istedim, ona kendi sıcaklığımı verip ölümün soğukluğunu ondan almak istedim." (Sadık Hidayet,KörBaykuş) "Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen yaralar. Kimseye anlatılmaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yoktur bu dertlerin. Tek ilacı şarap yardımıyla unutmaktır. Afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur." (Sadık Hidayet, Kör Baykuş) "Acaba birgün bu metafizik olguların, ruhtaki bu kendinden geçme halinde uykuyla uyanıklık arasında beliren gölgeler yansımasının sırrı anlaşılacak mı?" (Sadık Hidayet, Kör Baykuş)

Konstantiniyye Oteli
Konstantiniyye Oteli

6

Müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve yönetmen kişiliğiyle tanıdığımız Zülfü Livaneli; 1996 yılında Unesco tarafından büyükelçilik verilen, dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulunan, 19 Mayıs 1997 tarihinde Ankara Hipodrom meydanında verdiği konsere 500.000 kişinin katılmasıyla Türkiye'nin en büyük konserini gerçekleştirme ünvanını kazanan, 30 film müziği ve Joan Baez, Maria Farantouri, Maria del Mar Bonet, Leman Sam gibi sanatçılarında yorumladığı 300’e yakın beste yapmış sanat adamıdır. Kitapları 34 dile çevrilmiş, şarkıları 22 dilde söylenmiş. Böyle çok yönlü insanlar için genelde “herkes kendi işini yapmalı, tek bir işte ustalaşmalı” önyargısı fazladır. Livaneli ; kitapeki.com editörü Zafer Köse'yle söyleşisinde bu konuyla ilgili “anıldığım sıfatlardan sadece gazeteci ve politikacı denmesine itiraz ediyorum."demiş. Bir diğer makalesinde de “Bir ses sanatçısı değilim ben. Kendi bestelerimi, bir de müthiş geleneğimizden seçtiğim bazı deyişleri seslendiriyorum. Ne yazık ki Türkiye’de besteci ve yorumcu ayrımı pek fazla yapılmaz. Bir bestenin kalitesi nasıl anlaşılır? Yaygınlık bu işteki tek ölçü müdür? Elbette hayır! Bir bestenin en büyük sınavı zamandır. Eğer beste yıllara dayanabiliyor, bestelendikten 20–30 yıl sonra hala söyleniyor, hele kuşaktan kuşağa aktarılıyorsa sınavı geçmiş demektir.” demiş. Ayrıca özellikle Türkiye gibi duyarlılığın fazla olması gereken ülkelerde “ben sanatımla meşgulüm başka bir platformda düşünmüyorum fikir beyan etmiyorum deme lüksünüz yok. ” der. Yoruma açık bir konu.. Tabi günümüzde bu yola çıkanların, Leonardo Da Vinci gibi bir döneminin önemli düşünürü, mimarı, mühendisi, mucidi, matematikçisi, anatomisti, müzisyeni, heykeltıraşı, botanisti, jeoloğu, kartografı, yazarı ve ressamı olması zor. Livaneli kendini nerede hangi işte başarılı buluyor bilemem ama ben altı kitabını okumuş biri olarak daha çok yazar yönüyle tanıyorum. Buna karşılık müzisyen kimliğinde de Livaneli'nin her bir parçası yaşanmışlık içerdiğinden can acıtıyor. Nazım'ın sürgünde memleket hasretiyle nasıl yanıp kavrulduğunu, acısını, yalnızlığını, sevdasını dile getirdiği şiiri "Karlı kayın ormanı",saçın yüzüne perde yüreğim düştü derde ayak üstü duramam seni gördüğüm yerde sözlerini içeren Giresun'da duyduğu bir ağıttan esinlenerek seslendirdiği en güzel aşk şarkılarından biri "Nefesim Nefesine", sonra ne zaman dinlesem gözlerimi dolduran Yiğidim Aslanım var mesela Livaneli; 1983'te Paris'te Uğur Mumcu'yla bir araya gelir ve bir gün, Uğur mumcu için söyleneceğini bilmeden, şarkının son halini ilk kez beraber dinlerler. Dinledikten sonra Uğur Mumcu "bu yalnız Nazım'a değil, bütün şehitlerimize ağıt olmuş.. bütün demokrasi şehitlerine.."demiş :( Ey özgürlük, Güneş topla benim için ve daha niceleri. Livaneli kitap, müzik ya da fikir bazında insanlığa katkısı olan insanlardan.. Livaneli her kitabında farklı, insanı bir yerinden tutan, tanıdık gelen, akılda kalıcı bir hikâye anlatıyor. Şahsen okuduğum tüm kitaplarında kalbime ya da aklıma dokunan bir yeri var. Mesela; tarihle harmanlanmış Konstantiniyye oteli; yazarın okuduğumyedinci kitabı. Zülfü hüzün veren masum tutkulu bir aşk hikâyesiyle “Serenad” kitabında gece ve keman eşliğinde Wagner'ın yazdığı Serenad Für Nadia'yı dinlemek, töreye kurban hayatları anlatan “mutluluk” kitabında insanlığa dair bir umut vadeden İrfan’ın annesinin söylediği "insanlar bir araya geldiklerinde birbirinin zehrini alırlar" sözü, farklı kültürdeki insanları ortak bir kaderde birleştiren “Leyla’nın Evi” kitabında Leyla' nın evi Leyla' ya diyerek o göz yaşartıcı final sözü, “Son Ada” kitabındaki martıların zekası ve cesareti. Aslında orada bir anne pelikanların yavrularına yiyecek bulamayıp aç kalmamaları için kendi etinden parçalar koparıp doyurduğu hikayesi vardı ama araştırdığımda bunun gerçekliğine dair bilgi bulamadım ki öyle bir şeyin olma ihtimali bile can acıtıcı.. ”Orta Zekalılar Cenneti” kitabında taklit ülke oluşumuzu anlatan deryadan habersiz mahiler yazısı ve orta zekalıların tanımı yerinde yapılmış, merak uyandıran polisiye hikayasiyle “Kardeşimin Hikayesi” kitabında “öyle bir yer var mı gerçekten” dediğim Athos Dağı’nın yani Ayranoz’un hikayesini anlatayım size. 15. yüzyılda bugünkü 20 manastırın 19’u tamamlandı. Daha sonra yapılan eklerle manastırlar genişledi. ” Dinsel amaç ya da bilimsel araştırma isteğiyle yalnız erkekler Aynaroz’a gidebilir” gerekçesiyle 1045’te çıkarılan bir fermanla kadınların Aynaroz’a girmeleri yasaklandı. Bugün hala burada 1.500 keşiş; sade ve dünyadan uzak bir yaşam sürerler, ekim yaparlar ve bazı el sanatlarıyla uğraşırlar. Yani dünyada kadınların olmadığı bir yer sizce de kulağa hoş gelmiyor mu:) Ayrıca yine kardeşimin hikâyesi kitabında kitabın kapağına değinmek istiyorum. Çünkü kitap kapağındaki fotoğrafın hikâyesi kitabın hikâyesiyle birebir uyumlu. Okuyanlar bilir Kardeşimin hikayesi engellenmiş bir aşk hikayesi. Fotoğraf ise gerçeküstücülük akımının en önemli temsilcilerinden René Magritte ait. İşte bu ressamın hikayesi, kapak resmindeki çiftin yüzlerinin neden kapalı olduğunu anlatıyor. Hikaye şöyle: Evlerinin kenarında ırmak geçen bir kasabada yaşayan 5-6 yaşlarında bir çocuk gece gürültülere uyanıyor. İnsanlar ellerinde meşalelerle ırmağa doğru koşuyorlar. Vardıklarında çocuğun gördüğü manzara ırmağa atlayarak intihar ettiğinde geceliği yüzünü kapatmış bir kadın. Kadını çıkarıyorlar yüzünü açıyorlar kadın çocuğun annesi. İşte bu görüntü yıllarca çocuğun belleğinden gitmiyor. Ressam oluyor ve resimlerinde bir dönem hep insan portreleri çiziyor. Ama hep yüzleri kapalı.İşte o resimlerden biri “kardeşimin hikayesi” kitabının kapak resmi.İşte tüm bu bilgiler yüzünden yazıları edebi nitelik açısından tatmin edici olmasa da itiraf etmeliyim bir şeyler öğrendim ve derslerle ilgili yoğun zamanlarımı değerlendirdim anlamında beni tatmin etmeye yetiyor. Livaneli; Konstantiniyye oteli kitabında; neden İstanbul Oteli değil de Konstantiniyye ismini kullandığını şöyle açıklıyor.“Bilindiği gibi Konstantiniyye Roma ismi ve Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde ismini Fatih, Mehmet vs gibi herhangi bir isim koyabilirdi. Hatta Kilisleri camiye çevirdiğinde de isimlerini değiştirebilirdi. Değiştirmedi. Mesela kutsal bilgelik anlamına gelen Ayasofya gibi. Şehirlerin bir ruhu var ve bu ruhu rejimler de değiştiremiyor. Bende değiştirmedim, çünkü Konstantiniyye diyerek aslında ne kadar kültürel zenginliğe sahip bir tarihi olduğuna göndermeler yapmak, bu ruhu ben de yaşatmak istedim. Diğer bir sebepte; Hz. Muhammed'in "Konstantiniyye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne kutlu ordudur" hadisi. Peygamber'in hadisinde bir harfi değiştirmek günah; o Konstantiniyye diyor. O öyle diyorsa biz nasıl onu değiştirebiliriz!? Ve Napolyon’un bir sözü..Diyor ki, "Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti muhakkak Konstantiniyye olurdu." Kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde bağladım.” Livaneli kitabı üç yılda yazmış. Okumayanlar için olay örgüsüne fazla değinmeyeceğim ama zaten olay örgüsü yok daha çok öykü tarzında bir kitap. Kırktan fazla karakteri İstanbul üzerinden Osmanlıdan başlayarak yakın tarihte şahit olduğumuz 60 darbesi, 80 darbesi, Uludere-Sivas-Maraş katliamlarını, gezi direnişi, töre cinayeti, rüşvet, yolsuzluk, usulsüzlük ve daha birçok kavram ve olayları geçmişten günümüze anlatmak için büyük bir otelde bir araya getirme fikrini sevdim. Tarih tekerrürden ibarettir vurgusuyla işlenen kitapta karakterler üzerinden insan profilleri irdelenmiş. Kısa öykülerde değişik hayatlar anlatılmış ve birer son yazılmış bunlardan bazıları çok etkileyici. Kitapta ironi olarak en çok etkilendiğim daha doğrusu gülümsememe neden olay anlatı; Müslüman bir ülkede, işlettiği 37 genelev sayısıyla 6 kez vergi rekortmeni olmasıydı. Bu biraz gerçeği yansıtmıyor çünkü gayrimenkullerde gelir beyanına esastır ama gayrimenkulleri alacak para nereden sağlandı derseniz işte orası ironik  Her neyse benim bu kitapta hafızamdan silinmeyecek bilgi; 1800’lü yıllarda İstanbul’un bir parçası olarak benimsenen sokak köpekleri modernleşme çabasıyla birlikte sorun olarak görülmeye başlar. Talat Paşa’nın Dahiliye Nazırı, Suphi Bey, İstanbul’u sokak köpeklerinden temizlemek amacıyla 80 bin köpeği tek bir dal bulunmayan kaya parçası Hayırsızada’ya sürgüne gönderir ve onları önce açlıktan birbirini yemeye, sonra da çığlık sesleri içinde ölüme terk eder. Bu olay için Ermeni soykırımı tatbikatı deniliyor. Bu satırlar ve düşünce aklıma, bomba ve füze'yi birleştirip ortaya eşsiz bir silah çıkardığını düşünen ve Suriye'yi Rusya'nın askeri tatbikat alanı olarak gören Putin’i getirdi. Kitabın giriş kısmı, kişiler hayal ürünüdür gibi bir cümleyle başlasa da karakterleri irdelediğinizde günümüzde cemiyet, siyaset, iş ve medya dünyasından tanıdık isimler bulacaksınız. Ben hikaye anlatımında geçen karakterleri Cem Uzan, İlber Ortaylı ve Yılmaz Özdil’le bağdaştırdım. Livaneli’nin siyasete girmesini her daim gereksiz olarak değerlendiriyorum. Kendisi, bu kitabında da görüşümü tasdiklercesine hatalar yapmış. Siyasette yaşadığı hezimeti iktidara mesaj verme kaygısıyla hikayelerinde objektif yaklaşımdan uzak tutmuş. Birçok örneği mevcuttur ama şuraya takıldım, entelektüel birikimi bu denli fazla olan birinin “Osmanlı padişahlarından neden hiç kimse hacca gitmemiştir?” sorusu tezime çanak tutacak niteliktedir. Gelelim negatif olarak addettiğim ikinci hususa. Zülfü Livaneli’yi hep bir şeyler anlatma heyecanı ve telaşı içinde Sunay Akın’a benzetirim. Kitaplarında da bunu fazlasıyla göstermek ister. Burada da özel bir yemek yapmak isterken tüm baharatları yemeğe boca etmiş bir aşçı telaşında görüyorum kendisini. Aslında 700 sayfa olan kitabı 476 sayfaya indirmiş ama yine de bu onun hikâyenin uzamasından hata yapmasına engel olamamış. Karakterler üzerinden bir yerde keskin ifadeler kullanırken diğer yanda aynı tutum esnemeye uğruyor dolayısıyla tutarsızlık baş gösteriyor. Bkz. Zehra artık hiçbir şeye şaşırmıyordu/ Zehra olayı şaşkınlıkla karşıladı. Bu bağlamda Livaneli’yi eleştirirken yayınevini es geçmek olmaz. Doğan yayınevinden çıkma kitap, kağıt baskısı yüzünden korsan kitabı andırmakla beraber etiket fiyatını hak etmiyor. Editöryel hatalar oldukça fazla. Karakterlerden birinin ismi Serhat’ken diğer sayfada Serdar olmuş mesela, ya da sabah namazının 5 vakit oluşu.. Sanırım editör-yazar ilişkisi zayıf. Ya da Doğan yayınevi “nasıl olsa Zülfü Livaneli ne yazsa her türlü okunur” demişler iyi hoş da bu yayınevi etiğine uymayıp okura saygı ilkesiyle bağdaşmıyor. Kitaptan altını çizdiğim çok nokta var ama cümle değil fikir niteliği taşıdığından her biri ayrı bir irdeleme konusu o yüzden burada belirtmeyeceğim. Her zaman kitap tanıtımlarını uzun yaptığımı ve okumaya üşendikleri gerekçesini önüme süren arkadaşlara bu sefer bende katılıyorum. Evet biraz uzun oldu. Takdir edersiniz ki Zülfü Livaneli'nin 7 kitabını okumuş biri olarak Zülfü Livaneli gibi birini iki satırda anlatamazdım.