gululucan, 204 adet değerlendirme yapmış.  (15/30)
Nesir Fikri
Nesir Fikri

7

İtalo Calvino'ya "Hakikati bir öğreti gibi, hakikatin temsili gibi öğretenler boşluğu bir şeymiş gibi alırlar. Temsilin boşluğunun bir temsilini yaratırlar. Ancak temsilin boşluğunun farkındalığı, bir temsil değildir: sadece temsilin sonucudur... Boşluğu acı karşısında bir korunak olarak kullanmak istersin ama bir boşluk seni nasıl koruyabilir? Boşluğun kendisi bir boşluk olarak kalmazsa, ona bir varlık ya da yokluk atfedersen, bu ancak ve ancak nihilizm olur: Kendi hiçliğini bir av olarak boşluk karşısında bir korunak olarak ele geçirmiş olmak. Ancak bilge kişi acının içinde onda ne bir korunak ne de bir neden bularak ikamet eder: Acının boşluğunda kalır. Bunun için Candrakirti şunları yazıyordu: Boşluğun bir kanaat olduğuna ve temsil edilemeyenin bile bir temsil olduğuna, söylenemeyenin isimsiz bir şey olduğuna inanan kişi muzafferler bunlara haklı olarak 'iyileştirilemez' derler. 'Size mal satmayacağım' diyen tüccara 'Bana hiç değilse adı hiçbir şey olan bir mal satın' diyen aşırı heveskâr müşteri gibidirler. Mutlak olanı gören kişi, göreli olanın boşluğundan başka bir şey görmez. Ama bu tam da en güç sınavdır: Eğer bu noktada boşluğun doğasını anlamaz ve onu bir temsil olarak görürseniz, gramercilerin ve nihilistlerin düştüğü hataya düşersiniz; nasıl tutacağını bilmediği yılan tarafından sokulan büyücü gibi olursunuz. Bunun yerine temsilin boşluğunda sabırla ikamet ederseniz, onu bir temsil olarak görmezseniz, kutsanmış yol orta yol dediğimiz şeye girersiniz. Göreli boşluk, artık bir mutlağa göre değildir. Boş imge, artık hiçliğin imgesi değildir. Sözcüğün doluluğu tam da boşluğundan gelir. Temsilin barışı uyanıştır. Uyanan kişi, yalnızca rüya gördüğünü bilir, yalnızca temsilinin boşluğunu bilir, yalnızca uyuyanı bilir. Ama şimdi hatırladığı rüya, artık hiçbir şeyi temsil etmez hiçbir şeyi düşlemez." (Giorgio Agamben,”Uyanış Fikri”, Nesir Fikri)

Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir
Şiirler
O Pera'daki Hayalet
O Pera'daki Hayalet

7

“Listenin Dibindeki Ozan Hüseyin Cöntürk, günün ozanlarını değerlendiren bir eleştiri yayınlamıştı bir dergide. Bu eleştiri de en iyiler, en yetenekliler, geleceği en parlak olanlar, orta değerde olanlar, işe yaramazlar, iflah olmazlar gibi bir sıralama yapıyordu. Bu sıralamanın en dibine ise Hayalet Oğuz'u koymuştu. O dönemde Balıkpazarı'na sık sık giden Yüksel Arslan nasılsa bu dergiyi bulmuştu bir yerden. Ömer Uluç'a bu dergiyi gösterirken kıs kıs gülüyordu. Hayalet'i kızdıracak bir konu çıkmıştı böylece.. Her akşam olduğu gibi içerlerken Hayalet Oğuz çıkageldi. Ona Hüseyin Cöntürk'ün ozanlar sıralamasını okumaya başladılar. Sıralama ortaya geldiğinde Hayalet memnundu ve katılıyordu eleştirmenin değerlendirmelerine. Ama sıralamanın en sonunda Hayalet Oğuz'un âdı çıkınca kıpkırmızı oldu ve müthiş bir küfür savurarak dergiyi aldı baktı ve ondan sonra parçaladı. Hayalet Oğuz'un bu eleştirmen üzerindeki küfürleri yerli yersiz her yerde ve her toplulukta sürdü gitti. Yüksel Arslan'la Ömer Uluç da Hayalet'i kızdırmak istedikleri an bu yazıyı anımsatmakla yetindiler ve yüzüne karşı kahkahalarla güldüler.” (Sezer Duru-Orhan Duru, O Pera’daki Hayalet) Kelebek Demirtaş Ceyhun, Hayalet Oğuz'un toprağa verildiği gün mezara konulan çiçeklerin üzerinde ortaya çıkan bir kelebekten söz ediyor ve şunları söylüyor: "Yaşamının temel amacı, yazarlar, çizerler, düşünürler arasında, üstelik onları eleştirerek, çokça da küçümseyerek, çekiştirerek yaşamaktı. Tıpkı bir kelebek gibi... Her çevreye girer çıkardı, herkesi tanırdı. Haber taşırdı. Ve kültür dünyamızı öylesine renklendirirdi ki... Doyum olmaz. İstanbul'u İstanbul yapan kelebeklerden biri." (Sezer Duru-Orhan Duru, O Pera’daki Hayalet) “Hilmi Yavuz'da İstanbul Yazılan kitabında "Mutti ve Hayalet" başlıklı bölümde Tezer Özlü ile Hayalet Oğuz'dan söz ediyor. "Oğuz'la benim de dostluğum olmuştur. Sıskalığı ve dudaklarına yapışık cigarasıyla anımsıyorum onu. ipince bir oğlan – ve hep öyle kaldı! Koltuğunun altında taşıdığı Ingilizce-Türkçe Sözlük'ten daha inceydi bedeni. O sözlük, Oğuz'un yastığı da olmuştur çoğu geceler." (Sezer Duru-Orhan Duru, O Pera’daki Hayalet) “Gül bakalım, gül gül, son gülen iyi güler! diye kesik kesik ıslıklar çıkaran kahkahasını sürdürdü Oğuz. Hayatı, hayatını, yaptıramadığı çürük dişlerini, göremediği ve göremeyecek olduğu ailesini, değiştiremediği ve değiştiremeyeceğini bildiği düzeni protesto eden bir gülüş...” (Sezer Duru-Orhan Duru, O Pera’daki Hayalet) "Hayalet Oğuz, her şeyi hiçbir şey, hiçbir şeyi de her şey olarakyaşadı.. Üç ad var elimizde: Hayalet Oğuz, Oğuz Halûk ve Oğuz Alplaçin. Hangisiydi bunlardan ve hangi kimliği gerçekti? Bana öyle geliyor ki, edinmesi mümkün olabilecek 'herhangi bir kimliği edinmemek için çalıştı.” Ahmet Oktay (Sezer Duru-Orhan Duru, O Pera’daki Hayalet) — Ödenecekler ödendi bu yaşama demişti Hayalet kanayan bir yaraya dönüştürdüğü gözlerini yumarak Panayot'un tezgâhında. "Bu alım satım dünyasında" demişti "bir ötekinin yurtsuzu herkes evimi sırtımda gezdiriyorum bu yüzden." Alayın da acıdan kaynaklandığını ondan öğrendim ben... Kara Bir Zamana Alınlık CEVAT ÇAPAN "Sonra Hayalet Oğuz belirirdi Mandrake ve Maskeli Süvari'yle kolkola, cebinde açık saçık resimler." Sevda Yaratan “Oğuz Halûk, Gizli Çekmece adlı kitabımda yer alan yazımda belirttiğim gibi, kadınlarla hiç ilgisinin bulunmadığının sanıldığı anda âşık oldu. Orada yazmadım, burada da anmıyorum adını sevgilisinin. Çünkü insanlar artık geçmişlerinden nedense utanır ya korkar oldular. Oğuz, bir geçmişe sahip olmadığı gibi bir geleceğe de sahip olamadı. Hal'de yaşadı. Ama bir nokta çok önemli: Zamanmın hazlarıyla mayışmış olarak değil, halden tiksinerek. O hali üretenlerden tiksinerek. Bilmem, günümüzün kuşakları bu marjinali değerlendirebilecek bir donanıma sahip mi? Onlar "koy versin gitsin" diyorlar, Oğuz ise "batsın gitsin" diyor. Ahmet Oktay (Sezer Duru-Orhan Duru, O Pera’daki Hayalet) Oğuz'un Şiirleri Ömer Uluç, Hayalet Oğuz'un şiirlerini şöyle irdeliyor: "Oğuz önceleri Orhan Veli çizgisinde, yani birinci yeni şiirler yazdı. Cahit Irgat ve Metin Eloğlu ile yakın arkadaştı. Onlar da Orhan Veli hayranı olduğu için, ilk şiirleri bu doğrultudadır. Daha sonraları, biz arkadaş olduğumuzda İkinci Yeni akımı başlamıştı. Oğuz epeyce direndi bu akıma. Ama sonra dayanamadı. O da kapıldı bu yeni oluşuma." (Sezer Duru-Orhan Duru, O Pera’daki Hayalet) Oğuz'un özellikleri vardır. Örneğin hiç evi olmamıştır. Hep bir yerlerde konuk olarak kalır. Oğuz'un evde kaldığını hiç hissetmezsin. Kaldığı odayı her zaman tertemiz bırakır. Hayatında valiz taşıdığını da görmedim. Bir çantası vardı ve omuzuna asardı o kadar. Her zaman şık ve özenli giyinirdi. Onu hiçbir gün pasaklı bir halde görmedim. Evet evde kaldığı sürece hiçbir rahatsızlık hissetmezsin ama ayrıldığı zaman yokluğunu duyarsın. Böyle bir adamdı Oğuz. Bir ayaklı kütüphaneydi. Müthiş geniş bir kültürü vardı. Ben Oğuz'dan çok şey aldım ve çok bilgilendim. Burhan Tckinliğ (Sezer Duru-Orhan Duru, O Pera’daki Hayalet) d e l i s in ir Yetersizlik diyorum Aşk yetersizdir alkol yetersiz İş yetersiz oyun yetersiz Bıçak çekse de kalem tutsa da Sağ el yetersizdir diyorum Sol el yetersiz Nokta yetersizdir çizgi yetersiz Yetersiziz efendim Yetersizsiniz Yetersiz J. Prevert'den Seçilmiş Hikâyeler Dergisi, Temmuz 1955

Kitap İçin 3
Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu
Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu

6

“Dostoyevski 1877 martında günlüğünde şöyle vayvillimler de atar: — Diplomatik çekişmeler, konuşmalar ne yönde gelişirse gelişsin, İstanbul er-geç bizim olacaktır.” (Salâh Birsel, “20 Ocak 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) “Dostoyevski günlüğünde İstanbul ve Altın Boynuz (Haliç) için uykusuz gözlerle düş eteklerken, aralık aralık İstanbul yerine Çarigrad demeyi de savsaklamaz. Anlaşılan, o yıllarda, Ruslar, İstanbul’u ele geçirmeden onun adını Çarigrad’a (Çar Şehri, Çarkent) çevirmişlerdir. Bulgarlar da onlardan geri kalmaz. Onlar da Rusların ağzını konuşur. Çünkü yeryüzünde küpeçiçekleri, mordağgülleri, gazalboynuzları, sarıpapatyalar, civanperçemleri, karçiçekleri eksilir de, gün batımında, gün doğumunda savaş baltalarının başucunda nöbet tutanların sayısı hiçbir türlü eksilmez. Kısacası, Bulgarların gözünde de İstanbul, Çarigrad’tır. Onu yaşamlarına sokmak için de “bizim olacak" anlamına gelen “naş” peşrevine melodramik adımlarla yaklaşırlar: “Naş naş, Çarigrad naş / Bizim olacak, bizim olacak, İstanbul bizim olacak” (Salâh Birsel, “22 Ocak 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) “Ataç, 20 Eylül 1954’te, eleştiri konusunda günlüğüne şunları yazar: — Eleştirmenler ellerine bir kitap aldılar mı, yazarın daha önce verdiği eserleri düşünüyor, o yeni kitapta bir ilerleme var mı, yok mu onu araştırıyor. Onun nesine gerek, bununla uğraşmak?” (Salâh Birsel, “25 Şubat 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) “Hani Ataç’ın burada eleştirmenleri suçlaması pek yerinde değildir. Hiç değil. Eleştirmen elbet eleştiri terazisine çıkardığı yazarların cemaziyülevvel’lerini de unutmayacaktır. Kaldı ki, onları aklından uzak tutmak istese de, bunun üstesinden gelemez. Öte yandan, eleştirmenlerin yeni yapıtlarda bir sıçrama, bir ilerleme olup olmadığına bakması da doğaldır. Ne var Ataç, giderek şu sözlere de yer verir: — Eleştirmecinin asıl ödevi, okurları aydınlatmaktır, okurlara değerli eserleri bildirmektir. Okuldaki öğretmen gibi çocuk yetiştirmek, yazar yetiştirmek değildir. Günlükte, 4 Ağustos 1956’da, eleştirmenler üzerine şunlar da okunuyor: — Eleştirmen: Okuma kıyınına çarpılmış kişi... Bunun içindir ki eleştirmen geçinenlerin yargısına pek aldırış edilmiyor. Mutsuz sürü dilediğince uygun eleştirmenlerin öğüdüne, gökçe-yazını (edebiyatı) gerçekten sevenler, az çok kendi kendilerine anlayarak sevenler, aldırmıyor onların dediklerine. Uğraşı eleştirmenlik olmayan bir yazar, bir ozan ya bir öykücü, yeni bir betiği (kitabı)beğendi de övdü mü, işte ona ilgi gösteriyor gerçek okurlar.” (Salâh Birsel, “25 Şubat 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) “Benim en büyük, en gerçek okurum televizyonlarda ünü son derecelere değin meydan almış Orhan Boran’dır. Boran, bugünkü Cumhuriyet'm Kitap ekinde “Ne okuyorsunuz?"sorusunu şöyle karşılamış: — Salâh Birsel’in tüm yapıtlarını, hem de üçüncü kez, yudum yudum içerek okuyorum. Bunu, bana sorsalar, ben de ancak böyle karşılık verirdim.” (Salâh Birsel, “9 Mayıs 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) “Bir gün Sait’le Babıâli Caddesinden aşağı iniyorduk ki ben, bütün musluklarımı açmış Sait’i şang şang övüyordum. Çığır Kitabevi’nin önüne gelmiştik ki Sait içeri daldı. Kitapçı Mustafa onun iki yapıtının (Şahmerdan ve Sarnıç) yayıncısıydı. Ondan Varlık yayınları arasında çıkan Mahalle Kahvesini aldı. İç sayfaya, imzasını kondurmadan önce şunları karaladı: — Şair Dostum Salâh Birsel sahi mi söylüyorsun? Beni sevinçten öldürürsün. 30.1.1950. Sait, öbür yıllarda da kimi kitaplarını imzalamıştır bana. 16 Nisan 1952’de de Bir Takım lnsanlar\ vermiştir. Onun üstünde şu alaycı söz yeralmıştır: — Şair ve ilkeci kardeşim Salâh Birsel’e. Bunlar bana saldırdığı ama yayınlamadığı yazıdan önce çıkmış kitaplardır. Sonradan o yersiz köpürmeyi ve püskürmeyi adamakıllı unutmuş olmalı ki o pişmaniyeden bir yıl sonra, 18 Kasım 1953 günü, iki kitabını birden imzaladı: Kayıp Aranıyor (Şair Kardeşim Salâh Birsel’e) seslenişiyle. Son Kuşlar ise daha dostça bir yaklaşım içindeydi: — Kardeşim Salâh Birsel’e sevgilerle. Beş ay sonra da, 1954 nisanında, ben Gaziantep’teyken, Bölge Çalışma Müdürlügü’ndeki bir göreve atanarak, İstanbul’dan ve de tüm dostlardan, ayrılıyordum. Bilmem buraya geçirmek doğru olur mu, olmaz mı? Sait, gerçekte çok alıngandı. En küçük bir yazıdan türlü anlamlar, türlü cin çarpıkları çıkarırdı. Kendinden başka birinin övülmesine de dayanamazdı. Hele, Türk öykücülüğüne çullanan eleştirilerde Sabahattin Ali'nin kendi adından önce anılmasına hiç mi hiç katlanamazdı. İşin tuhafı da, o yıllar (1940-1950) hemen hemen her yazıda Sait’in adı Sabahattin’inkinden sonra gelirdi. Bu gibi yampiri durumlarda o an burkulur, ama, az-biraz sonra burkuldugunu bile anımsamazdı. Yani kırgınlıklarını sahnede tutmazdı. Gönül büyüğü bir insandı. Bencesi, Sait’in evrakı metruke!si arasında bulunan, o bozaya kapılmış yazıyı, tersini öne sürmeye hiçbir biçimde olanak yoksa da Sait yazmamıştır. Japon yazarı Kavabata’nın Bin Beyaz Turna adlı öyküsünün Kikuyi’si der ki: — Bütün bunlar gerçek olmuş olamaz. Öyle değil mi? Evet Sait, o vızvız yazıyı sen yazmadın. Onu, o melodramatik adımlarla tempo tutulmuş yazıyı yayınlayanlar yazdı. O yayınlanmış, sıcak değil soğuk helva üzerine caynal cuynal döktürenler yazdı. Öyle değil mi Sait?” (Salâh Birsel, “20 Haziran 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) "Mektuba şu sözler de kaydırılmıştır: — Bu kuyruk tekniğini bizim şairler neden kullanmaz, aklım almıyor. Yalnız Nâzım, şiir yazma işine içerikle başlamak gereğini de söyleyecektir.İçerik ana temeldir, belirleyici öğedir. Gerçi bunun üstün biçimin etkisi de eklenir ama çıkış noktası yine içerikten başkası değildir. Yani söyleyecek bir şeyin varsa şiire başlayabilirsin. Ne ki, bu da yetmez. Söylenecek söz bir de söylenmeye değer olacaktır. Sonra bunu en uygun, en yetkin kalıba dökeceksin. Aralıkta o kalıbın en karşı etkisinden de yararlanacaktın.Nâzım, Adalet Cimcoz’a şunu da fıslar: — Ben kendi payıma bir iki iyice şiir yazdımsa, bunların topunun içeriğini önceden iyice pişirdim. Sonra en uygun biçimlerini, ne çeşit uyakla, ne çeşit vezinle yazılacağını, uzunluğunun aşağı yukarı ne olabileceğini, dilinin edasını, çeşnisini peşinen kestirmeye çalıştım. Yani çok zor bir çalışmadan sonra işe koyuldum. Nâzım, bütün haline gelmemiş, birbiriyle kaynaşmamış dizelere de önem vermez. Çünkü belli bir içeriğe göre dizenin ritmini, uyumunu, veznini, sesini ve deyişini saptamak da işi kotarmaz. Bir de o dizeyle, ondan önceki ve sonraki satırlar arasındaki ilişiği de ayarlamalıdır. Aynı mektupta Yahya Kemal’in kimi dizelerinin de bu durumda olduğunu açıklar. Bedri Rahmi’nin Karadul adlı kitabını dolduran şiirlerini ise hiç mi hiç umurlamaz. Bedri'nin kitaptaki şiirlerinden kimisini daha önce sevmiştir ama şimdi onları aynı kapak altında bulunca düş kırıklığına uğramıştır: — Bir araya gelince, kitabı monoton yapmışlar, monoton da değil, daha başka bir şey. İçerik fakirliği sanki. Bu içerik fakirliği, damgasını şiirlerin tekniğine bile vurmuş. O kadar ki imgeler, renkler, dize kuruluşları boyuna yineleniyor. Halk şiiri stilizasyonu bütün kitaba egemen.Ama bu da işleme bakımından yeknesak.(Şükran Kurdakul/Nâzım’ın Bilinmeyen Mektupları.) Doğrusu usta bir şairin şiir eleştirisi de değişik oluyor. Daha açık-seçik, daha anlayışlı, daha soluk kesen bir düzeye el atılıyor. Hiç antre kaçırılmıyor. Eleştiri de tınlıgını yitirmiyor. Bencesi, burunları kendilerinden 30 santim önde yürüyenlerin Nâzım’ın yalnız şiirinden değil, şiir üzerine düşüncelerinden de öğreneceği çok şey vardır.” (Salâh Birsel, “20 Temmuz 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) "Nâzım Hikmet gerçek bir dizecidir. Dört dörtlük bir dizeci. Şiir hangi ölçüyle yazılırsa yazılsın, dize halinde yazılacağına ve öyle okunacağına inanır. 1948 temmuzunda, Adalet Cimcoz’a döşendiği bir mektupta ölçünün, uyağın (tüm çeşitleriyle) ve de biçime çekmenin (tüm çeşitleriyle) kullanılması gerektiğini söyler. Hiçbiri aforoz edilmeyecektir." (Salâh Birsel, “20 Temmuz 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) Nadir Nadi gerçek bir Atatürkçü’ydü. Eşine, aralık aralık rastlanan aydınlarımızdan, düşünürlerimizdendi. Sahtecilere kızdığı için onları “Ben Atatürkçü Değilim” diyerek ti’ye almıştı. O da Atatürk gibi herkesin her şey olabileceğine, ama şair olamıyacağına inanırdı. Bana göre şairin ta kendisiydi. (Salâh Birsel, “21 Ağustos 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) “Paul Klee günlüğünde izlenimci ressam Manet’nin Absent İçen Adam tablosunun göz kamaştırıcı, felek-oturaklı olduğunu söyler. Tablo, tonlama çalışmalarında kendisini pek yüreklendirmiştir.” (Salâh Birsel, “21 Ağustos 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) “Ahmet Haşim de kıskanç köpeklerden çok çekmiştir. Cenap Şahabettin onun düzyazısını tutar ama adını şairler arasında anmaktan fersah fersah kaçar. Yahya Kemal ise bütün yaşamı boyunca: “Haşim düzyazı yazsa, daha iyi bir şey yapmış olur” demekten bir an uzaklaşmamıştır. Yüz bin eyvah ki çağın gülmece-güldürmece gazeteleri de Haşim’i sık sık saraka eder. Biri: “Yorumlarken şair Ahmet Haşim'in şiirini Yitirdim iyisinden aklı da anlayışı da “ derse, öbürü de: “Zavallı Şinasi görme bozukluğuna düşmüş Dâhi görünür gözlerine Haşim budalası” diye höngürder. Hececiler de Haşim’e karşıdır. Orhan Seyfı onun güçlü bir düzyazıcı ve de acemi bir şair olduğunu ilan eder. Yusuf Ziya da her gittiği yere Haşim’in düzyazısının şiirinden, dilinin de düzyazısından üstün olduğu yavesini taşır. Halit Fahri ise onun şairliğini sadece düzyazılarında görür. Nurettin Artam da güçlü bir düzyazısı olduğuna eyvallahı çeker, ama şiirinden hiçbir şey anlamadığını fıslamaktan geri kalmaz. Gazeteci Selami İzzet de onu kişiliğine dayanarak vurmaya çalışır: — Haşim mi? Aman onu bırak, iyidir desem “Bana hangi yetkiyle iyi diyor" diyecek. Fenadır desem “Bana fena demek onun haddine mi?” diye çatacak. Yenikapı Mevlavihane Şeyhi Baki Efendi de Haşim’in şiirine kapalıdır. Bir gün bir toplulukta: — Geçenlerde züppenin biri de çıkmış şiir diye “Göllerde bu dem bir kamış olsam” herzesini yumurtlamamış mı? der. Şu işe bakın ki şiir dostları o gün Haşim’in evinde konak tutmuştur. Baki Efendi ise oraya ilk olarak geliyor, üstüne üstlük Haşim’in evine geldiğini bilmiyordur. O gün orda Baltacıoglu ile Abdülhak Şinasi Hisar da vardır. Hisar durumu kurtarmak için: “Efendim, işte sözünü ettiğiniz şiirin yaratıcısı karşınızda bulunan, bizim pek aziz dostumuz ve pek çok beğendiğimiz şairdir” demişse de durumun buzluğundan hiçbir şey eksiltememiştir. Baltacıoglu iyisinden sıkılmıştır. Haşim de gülümseme taklitleri yapmak zorunda kalmıştır.” (Salâh Birsel, “27 Ağustos 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) “Servetifünunculardan Halit Ziya da Haşim’i gerçek bir sevgiyle över. Onun adamakıllı özel ve seçkin bir kişiliği bulunduğuna inanır. Onu şair saymamanın bir günah olacağını savunur. Daha ilerki yıllarda en babayiğit yargı da Ataç’tan gelir: — iki yüzyıl sonra bugünkü edebiyatımızdan açarlarken ona “Ahmet Haşim Çağı” deyeceklerdir. Haşim’in tüm şiirlerini ve yazılarını seven, onlara değer gösteren bir çağdaşı da Yakup Kadri Karaosmanoglu’dur. Şairimizin onunla tanışması, dostluk kurmak istemesi de Karaosmanoglu’nun Servetifünun da Haşim’i göklere çıkaran bir yazı döktürmesinden sonradır. Haşim’le dostluk kuran yazarlardan biri de Abdülhak Şinasi Hisar’dır. Ona göre Haşim, özellikle Mercure de France dergisini okur, Vers Libre (Özgür Koşuk) biçimindeki şiirleri beğenir. Henri de Regnier'ye de tutkundur. Haşim’in, öleceğini kestirdiği günlerde: “Ben ki tüm b edenimi kucaklayan bir neşe içinde yaşardım” diye hayıflandığını da bize Hisar duyurmuştur. Dostlukları o kertededir ki, bir arada bulundukları zaman, çağın gazete ve dergilerinde yer alan tiriti çıkmış yazıları, şiirleri birlikte okur, birlikte “vay beni” çekerler.” (Salâh Birsel, “27 Ağustos 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) “Şahap Sıtkı ölmüş. Ahmet Muhip-Cahit Sıtkı kuşağından sayılırdı.1940 yıllarında, Genç Nesil çağında, kombine yumruklu eleştirmenliğe durmuşsa da sonradan işi öykücülüğe dökmüştür. Bütün yaşamı boyunca bedeninde gereksiz et taşımamıştı. Yani boy-pos'un nişanı ipinceydi. Feyyaz Kayacan onu Paganini’ye benzetir, yalnız “Kemanını yitirmiş bir Paganini” derdi.” (Salâh Birsel, “5 Eylül 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) “Ahmet Oktay Gizli Çekmece adıyla, yenilerde yayınladığı anılarında, bir gün, Ankara’da, Çankaya yokuşunu tırmanırken İlhan Berk, Necati Cumalı, Oktay Akbal ve Kenan Harun’a bir şiirini okuduğunu yazıyor: “Daha belalı değil sokak muharebeleri seni sevmekten” Şiir çok beğenilmiştir. Gelin görün ki, ertesi ay bir dergide bu dizeler Ilhan Berk adıyla yayınlanır. Ahmet kızsın mı, kızmasın mı? Yine de büyüklük göstererek acıyı gizli çekmecesine kilitler. İlhan’ın dans-şovları biter mi? Yıllar sonra aynı figürü Ülkü Tamer'e de uzatır. Ama Ülkü susmaz. Gazetelere bir ilan verir: — Bundan böyle şiirlerimi İlhan Berk’e okumayacağım. Doğrusu, kimi şairler benim şiirlerimi de dünyada bırakmamaya canla başla çalışmışlardır.” (Salâh Birsel, “4 Kasım 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) “Yürüttü mü, yürütmedi mi?" öykülerinden biri, eyvah ki eyvah, bir kez Necatigil’in başından da geçmiştir. Diyeceğim, Dostoyevski’nin Bir Yufka Yürekli adlı öyküsünde bir Vasya vardır. Yüreğinin tüm kıpırkıpırıyla Liza'ya vurgundur. Nişanlanmışlardır. Bugün, yarın evleneceklerdir. Gelgelelim, tam son dakikada, Vasya'nın akıl tasında bir bozukluk belirir. Yani? Yani iki sevgili ayrı düşer. Bir daha da bir araya gelemezler. Aradan iki yıl geçer. Bir gün Vasya’nın canciğer arkadaşı Arkadi, sokakta kızla (Liza) karşılaşır. Selam verir, selam alır. Liza bir başkasıyla evlenmiştir. Mutludur. Hallerinin, vakitlerinin yerinde olduğunu ve de, bu yapılır mı?, kocasını sevdiğini söyler. Ne ki, bunu fıslar fıslamaz genç kadının gözleri yaşlarla dolar. Sesi boğuklaşır. Yürek acısını Arkadi’den saklamak için arkasını döner. Kilisenin önündeki döşeme taşlarına eğilir. Sonunda da, bu öykünün gerilerinden bizim Behçet’in “Gizli Sevda” şiiri belirir. Dostoyevski’ye uzanışı ilk, Necatigil'in öğrencisi Nurer Uğurlu çakmıştır. Hilmi Yavuz'a (o sıralar da o da Behçet’in öğrencisidir) açar. Hilmi inanmaz. Bir Yufka Yürekliyi okuyunca tebdilini değiştirir. İş, Behçet'in kulağına erişince de Usta Şair, Nurer’e takaza eder: — Ne yapalım biz işte böyle şeyler, şeyler de yapıyoruz. O günden sonra da Behçet'in Nurer’e olan selamlarına bir burukluk gelip konar. (Salâh Birsel, “5 Aralık 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu) Valéry: “Dans bir insansal devinimler, gönülden kopandevinimler sanatıdır.” diyor. Ona bakılırsa, bu içten kopan devinimlerin ereği dışlanmak isteyen bir eylemdir. Bir başka deyişle, kendilerini dansa kaptıranlar bir eşyaya, belli bir yere ulaşmaya bakarlar. Ya da kimi algı ve duyumları bir dereceye değin değiştirirler. Dans için kol ya da bacaklarımızın birbirine zincirlenmiş bir sürü figürü, bir sürü çalımı eselemesi, peselemesi gerekir. Öyle ki devinimlerin yinelenişi, cansızlıktan coşkunluğa değin uzanan bir çeşit sarhoşluğu gündeme getirecektir. Ya da bir tür uyutuculuğun, bir tür kızgınlığın ve de kendini başıboş bırakmanın önünü açacaktır. Valéry’yi izlersek şöyle diyebiliriz: — Dans, başlıbaşına bir plastiğin, bir biçim güzelliğinin ardından koşar. Çünkü dans etme beğenisi (zevki), kendi çevresinde dans edenlerden haz alma ile de elele tutuşur. (Salâh Birsel, “28 Aralık 1991” Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu)

Siyah 'An'lar / Cool Anılar I-II (1980-1990)
Siyah 'An'lar / Cool Anılar I-II (1980-1990)

7

“Melankolinin yapmacıklığı, yaşama sevincininkine eşittir.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Diyalektiğe özlem duyuluyor; örnekleri, Benjamin ve Adorno. En ince diyalektik bile, her zaman özlemde son buluyor. Öte yandan ve çok daha derin bir şekilde (Benjamin ve Adorno'da da) sistemde belli bir melankoli var; hem hiç iyileşmeyecek hem de diyalektiğe karşı bağışıklığı olan bir melankoli bu. Bugün saydamlıkları alaycılığa kaçan şekillerde üste çıkan da o.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Hakikat, olabildiğince hızlı kurtulunması ve başkasına bırakılması gereken şeydir. Aynı hastalıklar gibi, gerçekliği iyileştirmenin tek yolu budur. Elinde hep gerçekliği tutan kaybeder.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “İnsan, kendisini baştan çıkaranın ne olduğunu asla bilemez. Kesin olan, bu durumun sizin kaderinize yazılmış olduğudur. Bununla beraber, ondaki benzer bir gerçekliği sürükleyen başka bir duygu da yoktur. Bir çırpıda ve herhangi bir çağrıda bulunmaksızın sizi baştan çıkaran şey size adanmıştır -toplumsal emekten çok daha kesin bir şekilde mahkûm olduğumuz o korkunç psikolojik emeği silme ve mutlak aklanmaya canlı girme imkânı sunulur size.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Gizemli olan baştan çıkarmanın görüntüsü değil; asıl baştan çıkarıcı olan, kendi arzusunun ya da kendi imgesinin avı olanın görüntüsü.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Haz duyan kadınlardan çok, haz duyuyormuş gibi yapan ama haz oyunu kisvesi altında belli bir mesafeyi ve bekâreti koruyan kadınları sevmeli. Çünkü onlar ırza geçmeyi gerektirirler.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Kadınlar tarihsel olaylar gibidir: Yaşamımızda bir kez bir olay gibi var oluyor ve bir şaka gibi ikinci varoluşu hak ediyorlar. Baştan çıkarmanın yarattığı bir olay, psikolojinin bir şakası. Tutkunun yarattığı bir olay, yasın işleyişinin bir şakası.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) "Sevilecek tek kadın: Yüzü, sonsuzluğa yaklaşan; giderek belirginleşen, her biri tarifsiz bir okşama duygusu uyandıran çizgileriyle dokunulabilen; binlerce arı işaretin seyrine dalmışken şehvet heyecanlarının alıp götürdüğü bir serap; yani bütün bir cinselliğin hayranlıkla özetlenebileceği kadın." (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) "Gökdelenlere alttan bakmakla bir yüzün çizgilerine yakından bakmak aynı ölçüde başını döndürüyor insanın. Anamor- fozun yarattığı baş dönmesi. Çöl kadar dümdüz yanakların ya da dudakların güzelliği, alttan bakıldığında ters dönmüş bir gırtlak gibi görünen bir gökdelenin güzelliğiyle boy ölçüşebilir ancak." (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) "Demokrasi, Batı toplumlarının menopozu; toplumsal yapının Büyük Menopozu. Faşizm de Batı toplumlarının kırk yaş sonrası azgınlığı." (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Siyaset adamları da iktidarın kendisi de iğrençtir; çünkü onlar, insanların kendi yaşamlarını ne denli küçümsediklerinin somut ifadesidirler. Onların iğrençlikleri hükmedilenlerin iğrençliğinin görüntüsüdür; hükmedilenler, böylelikle iğrençliklerden yakalarını kurtarırlar bir bakıma, iktidarın iğrençliğini üstlendiği ve ötekileri bundan kurtardığı için siyaset adamına minnet duymak gerekir, iktidarın iğrençliği onu öldürür elbette ama siyaset adamı da iktidarın cesedini ötekilere yutturarak intikam alır. Bugüne dek, antikçağdan miras kalan bu işleyişin ortadan kaldırılması mümkün olamamıştır.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Geleceğin bütün mutsuzluklarına değen gözler vardır, geçmişin bütün hayatlarına değen gelecekler vardır; gece boyunca yanınızda kalan kadın, sizin bütün kenti katetmenizi de sağlarsa...” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Dünyanın en güzel şeyi -onu sizden ayıran bir aynası varsa- kadındır; dünyaya dair kendi histerik kurgularının aynası; reddettiği ve zihninizden geçirerek onu bunalttığınız okşamaların aynası; hiç haberi olmadan hazırladığı cinayetin aynası. Tehlikenin gümüşlü pırıltısıyla taçlanmışken, onu saran bu aynanın önünde sabırla, sonsuza dek beklemek gerek. Ve günün birinde ayna boyun eğer, bir elbise gibi ayaklarınıza dek kayar ve önünüzde yalnızca histerinin külleri ve zihinsel olarak baş eğmiş bir kadının harabesi kalır.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Her acıda ya da hazda, onu olabildiğince hızlı bitirmeye ve bir an için varoluştan bağışlanmaya dair gizli bir dilek vardır. Sona ne kadar çabuk ulaşılırsa, bağışlanmanın da süresi o kadar uzar.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Her hayatın iki yörüngesi vardır: Biri çizgisel ve tersinmez, yaşlanmanın ve ölümün yörüngesi; diğeri elips biçiminde ve tersinir, ne çocukluğu ne ölümü ne bilinçaltını tanıyan ve kendi ardında hiçbir şey bırakmayan bir zincir kurarak hep aynı figürlerin dolanımından oluşan yörünge. Bu zincir diğeriyle sürekli kesişir, bazen de birden izlerini siler.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Nesneler ve kelimeler arasındaki fark, gerçeğin evrime dilin ise değişime yatkın olması. Dile ait olanlar nesnelerle aynı sürekliliği göstermez: Nesneler kendi mecralarını izler; oysa bir kelime, belli bir anda bir anlam kazanır ve yine birdenbire bu anlamı kaybeder. Bazı nesneler de başka herhangi bir süreç yaşamadan belirip kaybolurlar; beklenmedik bir şekilde ve kesintili olarak ama rastlantılara değil, başka bir gerekirliğe uygun olarak bir halden ötekine geçerler. Böylece hayatlarımız da iki ayrı dalga boyu edinir. Bunlardan birinde tasarılar ve olaylar mantıksal olarak art arda dizilirler. Diğer tuhaf eğride, aynı olaylar, bezginlik uyandıracak şekilde kendilerini tekrarlar: Bütün bir hanedanı pençesine alıp ölümsüzleşebilecek bir suç, torunlarınıza bulaşıp ölümsüzleşebilecek bir tik. Bu hayatlardan birinde düz bir yol üstünde ilerlerken, diğerinde daireler çizerek dönüp durursunuz. Bu iki çizginin kesiştiği an, son derece kritik bir anıdır hayatınızın. Bu buluşma, mutluluğun gündönümüdür.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Nesneleri adlandırmak,masum bir etkinlik sayılamaz; nesneleri adlandırmak,onları kendi varlıklarının ötesine,dilin ve böylece kelimelerin sonunun esrikliğine savurmaktan başka bir şey değil.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Gece ile gündüz eşitlendiğinde ekinoks fırtınaları kopar. Gün ışığının şiddeti ile yapay ışığın şiddeti eşitlendiğinde oyun tutkusu zincirlerinden boşalır. İki kadın düşüncelerinizde eşitlendiğinde hazzın ekinoksu başlar.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Tıpkı aşk gibi, siyaset yapmanın da iki tarzı var: Biri sinirli, diğeri bezgin.” “Dil kadındır: Kendi söylediklerine dönüşerek sizi baştan çıkarır. Sizi baştan çıkarmayı başaramadığında, sürekli olarak intikam almaya çalışacağı için de kadındır. Yalnızca sizin söylettiklerinizi söyleyerek intikam alacaktır; tıpkı, yalnızca talep ettiklerinizi yapan bir kadın gibi.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Günümüzün tek tutkusu: Eşzamanlı hayatları çoğaltma tutkusu. Hayat biçimlerini, yerleri, aşkı yaşama tarzlarını başkalaşıma ya da anamorfoza uğratma tutkusu. Her nesne biriciktir ve bizim imgelemimizi tüketmelidir; ancak hiçbir şey yapılamıyor: Birinden diğerine geçmekten başka. Her manzara soyludur ama hiçbir şey yapılamıyor: Onları değiş tokuş etmek gerekiyor. Ye gerçek çağdaş soyluluk, kıtalararası uçuşla onları birleştirmeyi şart koşuyor. Soyluluk, bir hayattan diğerine geçme yeteneğinin insafına terk ediliyor; tek bir hayatta ölmek dururken.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) éOldukça tuhaf iki uç tavır alış var: Hiçbir şey gerçekleşmedi, en küçük bir umut yok, Tanrı da bize karşı -her şey gerçekleşti, verilen sözler tutuldu, Tanrı bizimle birlikte. Her iki tavır alış da umutsuz toplumlar yaratıyor; biri, gerçekleştiği için, diğerinin gerçekleştirilmesi mümkün olmadığı için.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Dişilik sırların dünyasına aittir, erkeksilik ise müstehcenliğin. Dolayısıyla, bastırılmış dişilik korkunçtur (tahminde bulunma imkânı bırakmaz), sergilenmiş dişilik ise iğrenç. Erkeksilik belirsizliğe yatkın değildir; o, yalnızca ereksiyon halindeyken var olur ve bu yüzden hep biraz gülünçtür.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “İki tür sessizlik vardır. Sözün sessizliği ve sesin sessizliği. İkincisi bizi çok daha derinden etkiler.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “John normal olarak büyüyor ancak konuşmuyordu, ana- babası giderek umutsuzluğa kapılıyordu. Nihayet bir gün, 16 yaşına doğru çay saatinde şunları söyledi: "Birazcık şeker istiyorum". Hayretler içinde kalan annesi şöyle dedi: "Peki John, niye bugüne kadar tek kelime etmedin?" "Çünkü bugüne dek her şey mükemmeldi". Her şey mükemmel olduğunda dil lüzumsuzdur. Bu hayvanlar için de geçerli. Hayvanlar için her şey mükemmel olduğu için konuşmuyor onlar. Eğer günün birinde konuşmaya başlarlarsa bu, dünyanın mükemmelliğinden bir şeyler kaybettiği anlamına gelecek.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) însan tutkuyla tükenir ama saplantıyla beslenir. Saplantı, tutkunun besini. “Radikal nesnellik, bilimsel nesnelliğin tam tersidir. Biri, kısmi süreçlerin akılcılığını hedeflerken, diğeri global sürecin ironisini amaç edinir.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Özneyle nesnenin diyalektiği ışıkla karanlıkların diyalektiğinden üstün değil -biri diğerinin yolduğu sadece; ve bu hiç kuşkusuz, olağanüstü.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “İnsan türünün üstünlüğüne, beyninin büyüklüğüne, düşünme, konuşma ve örgütleme gücüne bakıldığında şu söylenebilir: Yeryüzünde ya da başka bir yerde, rakip ya da üstün olabilecek başka bir tür ortaya çıksa, insan onu ortadan kaldırmak için elinden geleni yapardı. İnsanoğlu, kendinden üstün de olsa, başka bir türün varlığına tahammül edemez; çünkü kendini, dünya macerasının doruğu ve son noktası olarak görmek istiyor; bu yüzden de kozmolojik sürece yönelik her yeni akını acımasızca denetim altında tutuyor. Oysa, bu sürecin insan türüyle son bulması için hiçbir neden yok; ancak o evrenselleşerek (yalnızca birkaç binyıldan beri), dünyayla ilgili gelişmelere bir şekilde son noktayı koyacak şekilde ayarladı her şeyi; evrimle ilgili tüm ihtimalleri göz önüne aldı; nitekim, doğal ve yapay türlerin tekeli de onda.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Günümüzde gerçek hayat, tutkulardan tümüyle uzakta sürerken, rüya en canlı tutkuları sahnelemeye devam ediyor. Tutkular, hayatın evrelerinin ardından koşan (ve belki, ölüm denen kördüğümü aşan) taze ve zamandan bağımsız bir yedek enerji mi; bu tazelik yorulmuş bir arzunun yarattığı yanılsama mı? Başka bir deyişle, iki ayrı hayat çizgimiz mi var: Biri, çok çok eskilere dayanan, biyolojik olmayan ve rüyalarda tattığımız çizgi; diğeri ise hayatla ölümün, zamanla anıların yarattığı organik, solgun ve ölümlü varlığımızla özdeşleştirdiğimiz çizgi? Aralarında hiç ilişki bulunmayan iki ana sekans mı var? Ya da birincisi, psikanalizin de içten içe istediği gibi diğerinin izdüşümünden, yanılsamaya dayanan söyleminden başka bir şey değil mi?” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Ben ilk varsayımdan yanayım: Hepimizin, tümüyle özgün ve bağımsız iki varoluşu var (bu durum, ruhsal bir parçalanma durumuna denk düşmüyor). Birinin öbürü tarafından değerlendirilmesi de imkânsız -işte bu yüzden psikanaliz boşuna çabalıyor bence.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Bedenle düşünce arasında oyunlu bir ilişki vardır. Beden kendini zayıflıkla suçladıkça organizmanın sefaleti belirginleşir; ya da bu makineyi eskimişlikle suçladıkça düşünce özgürleşir ve maceraya heveslenir. Düşünce ise zamanla, hayatın baharında olup olmamakla hiç ilgisi olmayan bir tür gençliktir.Düşünce alanına yerleşen araştırma, kaynaklara dayanma ve belgeleme zorunluluğundan daha kötüsü olamaz; bu çabalar, hijyenin zihin alanındaki saplantılı eşdeğeri. "Entelektüel" olduğu söylenen alanda, her bir kavramı işlemek gerekiyor. Gerçekten de düşünmenin ve yazmanın bir şiddet ve bir haz olduğu aylak kültürler artık hiç kalmadı. Ve bütün eğlencemiz, ölü zamanın anavatanı olan ceset çukurlarından ibaret. (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Ölmenin bir yolu da şeylere ait olmak için hiçbir gerekçe bırakmayacak biçimde onların durumunu bozmaktır. Böylelikle ölüm peygamberce bir yok oluşa dönüşür. Bence Barthes ve Lacan'ın ölümleri bu tür ölümlerden: Onların ölümünden sonra dünyanın akışı değişmiş ve bu narin figürlerin hiçbir anlamı kalmamıştır. Buna karşılık, Sartre'm ölümü dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmamış, kaçınılmaz ama anlamsız bir olay olarak kalmıştır. Belki de ölmeden önce artık kendisinin olmayan bir dünyada yaşadığı için.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Varoluşa gelince; Ajar'ın dediği gibi onu yüklenme zorunluluğu vardır. Hiç kimse, kendi hayatının sorumluluğunu kendiliğinden sırtında taşımaz.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) İnsanın yolculukta aradığı ne keşiftir ne de değiş tokuş; daha çok kendi topraklarından yavaşça ayrılmak; yolculuğun kendisiyle, yani mevcut olmama haliyle bir tür sorumluluk üstlenmektir. Mevcut olmama hali, meridyenleri, okyanusları, kutupları aşan metal vektörlerde tensel bir nitelik kazanır. Özel hayata gömülmenin sırrının ardından, enlem ve boylam tarafından ortadan kaldırılma gelir. Ancak en sonunda beden, nerede olduğunu bilememekten yorgun düşer; oysa, sanki fi 18, C o o l A n ı l a r I - I I • J e a n B a u d r il l a r d • L a c iv e r t K i t a p l a r C o o l A n ı l a r I - I I • J e a n B a u d r i l l a r d • L a c iv e r t K i t a p l a r mevcut olmamak, kendine ait canlı ve etkili bir nitelikmiş gibi zihne haz verir. Beden, fazlaca kan ve et bağlantısından dokunmuştur ve bildik uzamın değişmesi karşısında, yolculuğun anamorfozuyla direnir. “Şöyle deniyor: Diğer türler kısa ömürlü oldu, yalnızca insan türü, yani insangiller kesin başarıya ulaştı. Gerçekten de bütün diğer türler kendi özgül varlıklarında direnir ve sonunda kalıtsal bakımdan yok olup evrim sürecini kendi akışına bırakırken, yalnızca insan türü kendi simülakrında kendini aştı -yapay olarak hayat bulmak için genetik bakımdan yok oldu. İnsan, elektronik klonlardan ve protezlerden (onlar, bütün sanal türleri eleyebilselerdi, mükemmel olduklarını söyleyebilirdik) oluşan bir evrende kendi varlığını sürdürmekle; bu kesin eylemle, şeylerin doğal türümünü de silmiş olacaktır.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Eskiden, onursuzca ya da bir günahkâr olarak ölmekten korkulurdu. Bugün ise, bir ahmak olarak ölmekten korkulur oldu. Oysa, kendinizi ahmaklıktan muaf tutabileceğiniz aşırı dokunaklı bir ortam da yoktur. Ahmaklığı burada; dünyada, öznel bir ebedilik gibi yaşıyoruz.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Yas tutmayı göze almanın tek yolu, onun biçimini değiştirmek ya da bozmak. Ölümü sindirmenin akılcı hiçbir biçimi yok.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Foucault'nun ölümü. İnsanın kendi dehasına duyduğu güveni kaybetmesi. Mutlak referans olmak ölüm tehlikesini getiriyor beraberinde. Her tür cinsel görünümün dışında bağışıklık sistemlerini kaybetmek, diğer sürecin biyolojik çevriyazısı halini alıyor. "Kendini ölüme terk eden" Barthes'm da başına aynı şey gelmişti. Sartre'ın ölümü görkemliydi. Barthes ve Foucault gizlice ve erken öldüler. Şöhreti neşeyle karşılayan büyük edebiyatçıların ve retorikçilerin çağı geride kaldı. Medya çağının keskin düşünürleri buna tahammül edemiyorlar. Düşüncelerin sonuç yaratmadığı ve olayların çabuk unutulduğu demokratik bir toplumda, tapınma nesnesi olmayı ve iktidarın kullanılmasını göze almak zorlaşıyor. Durumun böyle olması, soyut ve buyurgan kimliği yüzünden seçilmiş bir simanın çevresinde bir tür gönüllü köleliğin billurlaşmasına acillik kazandırıyor - Foucault'nun başına gelen de bu. Ne var ki saf bir aydına yönelen şöhret, onu yok olmaya da mahkûm ediyor.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Postmodernlik, önceki değerlerin yok edilmesiyle onların yeniden inşa edilmelerinin eşzamanlılığıdır. Çözülme sürecindeki toparlanmadır. Zamansal bakımdan nihai değerlendirmelerin, geriye yönelik etkileme bakımından aşkınlık hareketinin, yerini "teleonomik"* değerlendirmelere bırakmak üzere sona ermesidir. Özellikle bilgi içinde olmak üzere her şey her zaman geçmişi etkiler. Geriye kalanlar, değerlerin teknik imkânlarla hızlandırılmasına bırakılmıştır (cinsellik, beden, özgürlük, bilgi).” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Çünkü farklılık güzeldir, kayıtsızlık ise soylu” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990) “Bazı kadınların tek hayali bir erkeği elde etmektir. Çok daha ender olarak, bazıları da erkekleri kaybetmekten başka bir şey düşünmez. Onlar, kadınlıklarının kefaretini ve onun vereceği zevki en başta öderler. Şehvete dair sahip oldukları şeyler, çok daha önemli başka bir şey uğruna yok olur. Nasıl ki düşünce, dünyayı değiştirme kaygısı taşımaksızın ve onu ortadan kaldırmak üzere kendine bir tür zihinsel egemenlik alanı açıyorsa, kimi kadınlar da bir tür zihinsel fahişeliğe adarlar kendilerini; öyle ki erkekler, uysal zevklerden bezip kendilerini yıpratma oyunu oynayabilsinler.” (Jean Baudrillard, Cool Anılar 1-2, 1980-1990)