"Birçok kitabın, yazar kaç yaşında yazmışsa o yaşta okunması galiba pek yerinde olur," dedim sık sık. Ama artık nesne-kitaptan değil, metinden söz etmekteyim. Okur kitap arar ama, kitabın da okuru bulduğunu ben çok gördüm. Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama "rastlantılar"ın çoğu, açıklayamadığımız için rastlantı görünmez mi?” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Bir şey (birçok şey, bir şeyler) öğrenmek için okumak, kitaba yönelmek ile, haz duyulduğu (duyulacağı umulduğu) için okumağa oturmak arasında, gerçekten, büyük bir fark var mı? Hatta, herhangi bir fark var mı?” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Çok sevdiğiniz, birlikte yaşadığınız, onsuz bir yaşamı düşünemeyeceğiniz ölçüde yaşamınızda yer etmiş kişiler, varlıklar da, sizi bezdirir arada bir; içinizin bir kuytularında onlardan kurtulmak istersiniz.” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “O kişinin, o varlığın ölümünü bile geçirirsiniz usunuzdan, getirirsiniz gözünüzün önüne (tepkinin ilkelliği apaçık değil mi?). Kendinizi ne kadar bağlı (sözcüğün hemen hemen her anlamıyla bağlı) duyduğunuzun bir kanıtı değil midir zaten bu çılgınlık? Çılgınca şeyler düşündüğünüzü de bilirsiniz (suçluluk duygularından falan söz etmiyorum) çünkü bilirsiniz ki onsuzluk, sizin de, en azından bir parça ölümünüzdür. Düpedüz. Evet, ölenlerin ardından yaşandığını, ölenle ölünmediğini herkes bir gün öğrenir. Ama eksilerek, azalarak, sakatlanarak, bir yeri koparak yaşandığını...” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) .. .İnsan ölür, gövdesi yeniden toz olur benzerlerinin hepsi toprağa döner yeniden ama kitap, anısının ağızdan ağıza iletilmesini sağlar. Bir kitap, sağlam bir evden yeğdir ya da Batı’da bir tapınaktan, bir kaleden de y eğdir........ Chester Beatty IV, Arka Yüz (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Varlığına alıştığım bir nesneden kopmak güç gelebilir. Yaşamak, pek çok şeyden kopmasını öğrenmektir de. Ama (ister yaşarken, ister okurken) başkalarında gördüğüm için varolduğunu öğrendiğim "bir nesneye duyulan yakıp. tüketici tutku", sanıyorum, bilmediğim bir şey. Bir nesneyi, hatta daha genel olarak bir "şey"i, bütün varlığımla istemeği, yani içimden istemeği, ya da, birinden, bir başkasından istemeği, beceremedim. Avdan, avcıdan çok söz ettim, ama onlar nesne değil; onlar, yaşamın akıp gidişi içinde, kişinin temel tutumları. Avlığı, avcılığı becerdim mi ki? Avcı da, av da, kendileri üzerine bir şeyler düşünürler elbet; ama avı avcıdan, avcıyı avdan sormak gerekir; mutlaka” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Bildikleriyle övünmekse, bilmediklerimizin —bir şeyler öğrendikçe daha da büyüyen— uçsuz bucaksız ummanı karşısında ne kadar zavallı bir çaba!” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Temel ilkem, herhangi bir kitabı, herhangi bir anda, istediğim için, istek duyduğum için okumak. İstek duymadığım bir kitap, karşımda duruyorsa, beni rahatsız bile edebilir.” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Nasıl okumak gerektiğini, gerekebileceğini durmaksızın araştıran, öğrenmeğe çalışan, biraz olsun öğrendiğini düşünebilecek hale gelmiş okur... Okumasını bilen, gerçi, okuyarak öğrenmiştir; her okuyanın (hatta "yazanın" demeli) okumasını öğrendiği ise hiç söylenemez.” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “İster romanı ister yazıyı yazma işini "anlatmak", "karşımızdakine içimizdekini iletebilmek" için kullandığımız bir şey. Bizim bulmadığımız, yaratmadığımız, ama kullandığımız için (kullanırken, kullanmakla) iletmek istediğimizi en kestirme, en "dolu" biçimde iletebileceğine inandığımızı belli ettiğimiz, kısacası, öznelleştirdiğimiz bir şey: Bir imge...” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Bu imgeden yola çıkarak, kendi hesabıma şunları söyleyebilirim örneğin: Ulaşılacak "karşı yaka" bir metnin bütünlüğüdür; o metnin, başına oranla "sonu" değil. Yazı, yazan için de, okuyaniçin de (elbette, romanın kişileri için de) bir yolculuktur. Yolculuk bir yola vurmaktır kendini; karşı yakaya ulaşmanın bütün hazlarıyla acılarını, güçlükleriyle kolaylıklarını yaşatacak bir yola...Kendimizi sınayıp tanıyacağımız, çeşitli yol arkadaşlıktan kurabileceğimiz ya da yalnız, yapayalnız kalacağımız bir yola...” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Bir imgeden yararlanarak üretebileceklerimiz, ya da, bu imgenin "içine" yerleştirip doldurabileceklerimiz, bu imge yardımıyla kavrayıp yorumlayabileceklerimiz tükenmez, tüketilemez. Öyle sanıyorum.” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Geçenlerde bir dostum, okurun duyduğu hazdan söz ederek ona bu hazzı vereceğini düşünürken yazarın haz duyup duymadığını merak ediyor, soruyordu: "Yazarken haz duyar mısın?" Doğrusu, yanıtlamak güç. Bitirmenin hazzı var, o elde bir. Ama yazının yazılması sırasında, olsa olsa, güç bir yerin "iyi gibi görünen" bir çözüm bulunarak "bitirilmiş gibi olması"nm duyurduğu bir hazdan söz edebilirim. İlk yazılışı bitmiş metin üzerinde çalışırken "bak, bu pek fena olmamış galiba" diyebildiğim yerler de "haz verici" sayılır. Yazma gereğini yerine getirmenin hazzından söz edebilir miyim?.. Evet, o haz var.” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Türkçenin kimi şeyi dile getirmekte güçsüz (sınırlı, başarısız, olanaktan yana yoksul v.b.) olduğunu söyleyen "aklı başında" aydınlarımız o kadar da az değildir. Bu çeşit savlar, Türkçeyi sevenleri incitir. Savı ortaya atanların da, incinenlerin de yanıldığını, söyleyebiliriz: Türkçe, yeterince gelişememiş, ya da, sevdiğimiz için, kendisinden umudu kesmeye kıyamadığımız bir delikanlı değildir ki!” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Dili, durmadan, kurmak zorundayız. Yaşamla, düşünceyle sürekli bir etkileşim içinde olan, var ettiğimiz, bizi var eden bu aracı, durgu durak bilmeden kurmak zorundayız. Bilmek ile yetinemememiz de bundan.” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Dil yalnız bir kurallar dizgesi, daha doğrusu, belli kurallar uyarınca oluşmuş bir dizge değildir; bir esneklikler dizgesidir de: Bu esneklikler, kuralların yanı sıra gelişmiş bir "kaçamaklar" dizisi değil, bu kuralların öbür yüzüdür, bu kuralların getirdiği olanaklardır. Kurallar bilinebilir, esneklikler ise araştırılabilir, aranır, bulunur. Her buluş yeni bir kuralöğesi oluştururken yeni bir olanak hazırlar. Kurmak dediğimiz, işlemek dediğimiz, bu!” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “İnsanların "anlamadıklarını bilmeleri ama anlama yolunda hiçbir çaba harcamamaları" durumu ile, "hiç anlaşamadıklarını anlamamaları, buna karşılık karşılarındakini anladıklarına, kendilerinin de karşılarındaki insanlara apaçık şeyler söylediklerine sarsılmaz bir inanç beslemeleri" durumu karşı karşıya getirildiğinde, kötüler arasından en az kötüsü diye hangisini seçmeli ki?” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Her şeyin her zaman aynı biçimde görüleceği, algılanacağı, yorumlanıp anlaşılacağı, her zaman aynı dilsel kalıplar içerisinde dile getirileceği, herhangi bir şeyin değişmeyeceği düşüncesinde değilseniz, iletişimin her zaman kolay olacağı beklentisiyle yaşamağa da kalkışamazsınız.” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz) “Bir dili bilmek dendiği zaman, o dilde düşünebilmektir usuma gelen.” (Bilge Karasu, Ne Kitapsız Ne Kedisiz)
“Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku… Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhittin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş oldu. Fakat bu yetmiyor şiirlerimde de gördün ki, kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmâl edeceksin.” Bu satırlar; babasının subay olması nedeniyle Çanakkale savaşınında tanığı olan, o savaştan derin yaralar alan ve izlerini uzun süre taşıyan çocuklardan Sabahattin Ali’ye aittir. Sosyalist düşüncelerinden dolayı memleketinde yaşam hakkı tanınmayan, mesleğinden ihraç edilmekten tutunda, "Aldırma Gönül" ya da diğer adıyla "Hapishane Şarkısı V" gibi şiirlerin yazılmasına vesile olan cezaevlerine atılmasına kadar, en sonunda da Kırklareli’nde bir ormanda katledilerek öldürülen ve tarihe “Cumhuriyet tarihinin faili meçhul aydın cinayetlerinin ilki” olarak geçen 41 yıllık çileli bir hayat öyküsüdür Sabahattin Ali. Pekiyi yazılmasının üzerinden 73 yıl geçmesine rağmen kitap raflarında ilk sıralarda yer alan ve yıllardır çok satanlar listesinden düşmeyen Kürk Mantolu Madonna çok güzel bir aşk hikayesi olduğu için mi bu kadar seviliyor? Hayır. Kürk Mantolu Madonna; işte bu hala aydınlanamamış, katledildiğinde üzerinde bulunan eşyaların bile köylülere satıldığı faili meçhul cinayet için, Türk halkının Sabahattin Ali’den özür dileme şeklidir. Hani günümüzde her faili meçhul cinayetin, her bombalı eylemin, her şehit haberinin ardından “unutmadık unutturmayacağız” dediğimiz sahip çıkma şeklidir. Utanç müzesinde anıtı dikilmesi gereken insanlardan biridir Sabahattin Ali. Pardon utanç müzeleri; böylesi katliamları unutturmamak adına yabancı ülke devletlerinin açtığı müzeydi. Bizim ülkemizde unutturmamak adına bir şey yapılması şöyle dursun bir önceki katliam unutulsun diye yeni katliamlar yapılıp halk katliamlara alıştırılıyordu. Utanç müzesi bizim ülkemizde bu nedenden yok, bu da bizim utancımız olsun!! Sabahattin Ali; daha önceki yazdıklarına bakılarak, en verimli döneminde öldürülmeyip daha fazla eser yazmasına izin verilseydi kültürel yaşamımız nasıl etkilenirdi sorusunu sorduran edebiyatçı olarak akıllarımızda kalacak. Ancak elimizde var olan Kuyucaklı Yusuf , İçimizdeki Şeytan ,Kürk Mantolu Madonna gibi 3 romanı, Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya ,Sırça Köşk gibi öyküleri, birçok deneme, tiyatro, çeviri ve her biri; hikâyesi olan dilimize pelesenk olmuş şiirlerinden benim de ”eşkıya dünyaya hükümdar olmaz, çocuklar gibi ve ben sana vurgunum” gibi severek dinlediğim şarkı dizelerinin sahibidir. Türk edebiyatındaki yerini anlatmakla ifade edemeyeceğim bu önemli yazarımızı anlatmaya neden “etrafın seni sıktığı zaman kitap oku” satırlarını içeren yazısıyla başladığıma gelince; bu satırlar benim anlatmakla ifade edemeyeceğim ama kendisinin içinde bulunduğu sosyolojik ve psikolojik durumunu, hayata bakışını ve en önemlisi neden kitap okumamız gerektiğini anlatan satırlar. Bazı kaynaklara göre Ali’nin kitap okurken öldürüldüğü söylenir. Bu ülkede bir zamanlar ölürken bile kitap okuyan, Cemil Meriç gibi okumaktan gözleri kör olan insanlar varmış. Mış diyorum çünkü elimdeki son verilere göre "Japonya'da yılda kişi başına düşen kitap sayısı 24, Fransa'da 14, Türkiye'de ise bir yıl içinde bir kitaba düşen kişi sayısı 6… Ve çok acı bir gerçek daha var. Türkçede 111 bin sözcük bulunmasına rağmen biz günlük hayatımızda bunun 200’ünü kullanıyoruz. Diğer gelişmiş ülkelerde bu sayı 600 den fazla. Bu ne demektir kullandığımız sözcük kadar sayısı kadar kendimizi ifade edebiliyoruz, etrafımızda olan biteni de bu kullandığımız sözcük sayısı kadar algılıyoruz. İşte ülke olarak, üçüncü dünya ülkesi sanılmamızın ya da şöyle söyleyeyim; iddia edildiği gibi birinci dünya ülkesiysek neden bundan eminmişiz gibi davranamayışımızın nedeni bu. “Osmanlı torunuyuz dünyada bir adımız şanımız var” safsataları ülke milletinin aydınlanmamasını, sığ kalmasını isteyen kendi çıkarları adına çalışan kişilerin uydurması. Evet dünyada ülkeleri sıralamasında; trafik kazalarıyla, işçi ölümleriyle, kadın cinayetleriyle, çocuk ölümleri ve tecavüzleriyle her yıl ilk sıralarda olmak gibi bir adımız var. İnsanlığımızın, vicdani değerlerimizin yerlerde olduğunu söylemiyorum bile. Benim baktığım yerden bu ülke; siyasetinden ekonomiye, sağlıktan eğitime ve en önemlisi beşeri ilişkilerimiz neresinden bakarsan bak tam da üçüncü sınıf ülkesi gibi durduğumuz yönünde. Bunun nedeni işte bu kullanmadığımız sözcükler, sınırlı düşünceler yani okumayan bir toplum oluşumuz. Sabahattin Ali ile ilgili aktarmak istediğim çok bilgi var. Mesela büyük dedesinin asıl adı Karl Detroit olan Mareşal Mehmet Ali Paşa olduğu ve bu soyağacı kütüğünün Sabahattin Ali ile Nazım Hikmeti birbirine bağladığını es geçemem. Niye bu önemli detayı es geçemem çünkü Sabahattin Ali’nin yazmasına vesile Nazım Hikmet’tir. Sabahattin Ali’nin ve edebiyatımızın içerik olarak ilk Anadolu romanı olan Kuyucaklı Yusuf içinde Nazım’ın da bulunduğu bütün devrimci yazarların toplandığı Resimli Ay dergisinde basılmıştır. Ali’nin Kuyucaklı Yusuf kitabındaki en önemli detay babasının ölümünden sorumlu tuttuğu annesini kitabın kötü karakterlerinden Şahinde hanımdan yansıtması. Kürk Mantolu Madonna kitabında ise, kadınların bir erkekte görmek istedikleri aşk anlayışını Raif Efendide yansıtıp yine bu büyük aşka rağmen sevdiği kadının Maria Puder’in peşinden gitmeyen Raif efendiyle birlikte romanı basit bir aşk romanından çıkartıp ardından “aşk, kavuşmanın engellenmesi ile hikayeye dönüşür” felsefesinin vurgulanmasına neden olan Kürk Mantolu Madonnaya dönüştürür. İçimizdeki Şeytana gelecek olursak; henüz okumamış ve okumak isteyen okurlar için aşk, para, faşizm, ahlak, müzik, sanat gibi kavramlarla kurgulanmış kitabın olay örgüsüyle ilgili spolier vermemek adına karakterlerin özelliklerine değinmeden geçmek istiyorum ancak şunu belirtmekte fayda var kitaptaki karakterin her biri aslında Sabahattin Ali’nin ta kendisi. Kendi yalnızlığı, kendi güçsüzlüğü, kendi iç dünyasındaki kavgaları, kendi şeytanı… Diğer önemli bir detay da kitaptaki karakterler aracılığıyla 1940’lı dönemin Peyami Safa, Necip Fazıl gibi sağ kesimi temsil eden, Hüseyin Nihal Atsız gibi ırkçı-Turancı dünya görüşüne sahip aydınlarına “aydınların ne kadar aymaz ve vurdumduymaz bir tutum içinde” oldukları mesajını vererek üzerine alınan kişiler tarafından da eleştiri oklarının hedefi olması. Psikolojik roman özelliği taşıyan kitap karakterler üzerinden sadece o döneme mahsus kalmayan toplumsal yapı ve karakterlerin iç dünyasına yaptığı yolculuklarla Anadolu insanına dair ipuçları vermektedir. Kitaptaki diyaloglardan benim çok beğendiğim bence özellikle dikkat edilmesi gereken iki yer var. Birisi Ömer’in Macide’ye aşkını ilan ettiği bölüm, diğeri ise veznedar Hafız Hüsamettin beyin Ömer’le konuştuğu yer var ki insanlık manifestosu niteliğindedir. Sanırım unutamayacağım satırlardan biri. Bu kitabı okuduktan sonra tokat yemiş hissine kapılıyorsunuz. Kişiyi; erdemli olma çabasında bir şeylerin eksik kaldığı konusunda iç hesaplaşmalara itiyor. Kısa ve net kitabı okuduktan sonra kendi kendime dedim ki: “Masum değiliz hiç birimiz.” Sabahattin Ali’nin kitaplarında tasvir gücünü ve imgelerini görmemek imkânsızdır fakat kitapları roman edebiyatımızda öncü eserlerden olması nedeniyle Ali'nin -romanın akışını keserek söze karışması - gibi eksiklikleri vardır. Yine de cumhuriyetle birlikte gelen dili sadeleştirme ve yayma eğiliminden başarılı çıkmıştır. Türkçeyi en iyi kullanan yazarlarımızdandır. Cümlelerini anlaşılır, dil bilgisi kurallarına dikkate alarak kısa cümlelerle ve yalın bir dille anlatır. Kitaplarını, okuyucuyu sıkmadan hikayenin içindeymişsiniz hissine kapılmanızı sağlayacak muazzam güzellikte anlatır. Kitaptan sürekli gözlerinin içi parlayarak bahsederek beni bu kitabı okumaya teşvik eden sevgili dostum Ali Uçar'a ve kitabı hediye eden yine çok sevgili dostum Ali Fuat Bektaş'a teşekkür ediyorum. Kitaptan Altını Çizdiklerim: - İnsanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır. - Günün birinde ya çıldıracağız, ya da dünyaya hakim olacağız. Şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalizin şerefine birkaç kadeh içelim. - İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa ve tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var… - İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir... -... lakin hilkat bize bu felaketi hafifletecek bir vasıta vermiş : etrafı çeşmi ibretle temaşa kabiliyeti..
Asıl mesleği heykeltıraşlık olan Devrim Altıkulaç’ın 6.45 yayın evinden çıkan kitabı Gregor evdeki gergedan; adından da anlaşılacağı gibi evde yaşayan bir gergedanın öyküsü. Ama öyle nereden geldiği belli olmayan, ev sahibinin sevişmelerini dinleyen, sevişmelerine notlar veren, sadece “tek tüy” adında bir kargayla arkadaş olan, onun dışında homurdanan kısacası yazarın evine çöreklenmiş bir gergedan..Kitap bittiğinde tuhaf başlayan ve biten anlatımıyla tam bir kaybedenler kulübü etkisi yaratıyor. Ama bu etki hiç şaşırtmıyor neden mi? Çünkü kitap 6.45 yayın evinden çıkmış. 6,45 yayın evinin sahiplerinden biri 90’larda Kaybedenler kulübü olarak hemen hemen herkesin bildiği radyo programının sunucularından Kaan Çaydamlı’ya ait. Radyo programı dinleyicileri ya da Nejat İşler ve Yiğit Özşener'in de oynadıkları “kaybedenler kulübü” filminin izleyicileri Kadıköy’deki o evi anımsayacaklardır. O evde bir gergedan beslenmesi sanırım hiç tuhaf gelmeyecektir. Üstelikte giden tüm kadınlara inat gitmeyen, yalnız, mutsuz, ölümden korkan ve korkuyla ölümü beklerken sürekli kovadan rakı içen bir gergedan. Kitabın içinde yazarın kendisine ait illüstrasyon çizimler yer alıyor. İtiraf etmeliyim kimi çizimler çok ürkütücü. Kitabın künyesi ise oldukça komik. Kitabı korsan basmaya kalkarsanız başınıza neler geleceğini espriyle anlatılmış. Rutinin dışında, ilk görüşte diğerlerinden ayrılan kendisi gibi sıra dışı bu kitap hediyesi için sevgili arkadaşım Evren Erarslan'a teşekkür ederim :) Kitaptan altını çizdiklerim: - Gregor’un çizdiği sınırları zorlamadığınız sürece sorun yoktu. Üstüne gitmemeniz, yoklamaya çalışmamanız yeterliydi.
Diyeti tükeniş olsa bile sıradanlaşmak yerine çizgi dışı yaşam süren adamları seviyorum ve bu nedenden dolayı ne yapsalar destekliyorum. Neden? Çünkü inanıyorum. Herkesin hayatta inandığı bir şey vardır ben de bu tarz adamlara inanıyorum. Kimler mi o adamlar; Teoman, Nejat İşler, Emrah Serbes, Zeki Demirkubuz, Okan Bayülgen, Hakan Günday, Ali Lidar, Erdal Beşikçioğlu. Nejat İşler; bir kitap çıkarmış ve ben bu kitabı edebi anlamda bir beklenti içine girmeden okumuşum. Neden? Çünkü samimiyetsizlik ve hırsların üzerine kurulmuş bir sektörde mülkiyetin hırsızlık olduğunu savunan, yaşamda; değişen durumlara karşı değişmeyen duruşuyla aşık olduğum adamlar listesinde olduğu için ne anlatmış merak etmişim. Daha önceden Ot dergisinde hali hazırda Bavul Dergisinde yazan İşler; Can yayınevinin sahibi Can Öz’ün de diretmesiyle kitap çıkarmaya karar verir. Tek şartı; kitabın telif hakkı ve gelirleri, başkanlığını yaptığını Bodrum Gümüşlükspor futbol takımının geliştirilmesi için kullanılacak. Kitabın konusu ne derseniz konusu Nejat. Onun hayatı. Fakat anlatımda şöyle bir güzellik var, sanki Nejat’la karşılıklı bir meyhanede oturmuşsunuz kafa hafif çakır keyif , gözleri ışıl ışıl o anlatıyor siz bitmesin istercesine dinliyorsunuz çünkü kendini anlatırken 80’li yılları 90’lı yılları yani aslında sizin dününüzü anlatıyor, trajikomik bazı olaylar var içimi acıtıyor, mesela futbol muhabbetini sevmem ama o futbolun sadece futbol olmadığını anlatır gibi futbol anlatıyor. Gümüşlükspor şampiyon olduğunda adam sevinirken kafayı demirlere çarptı Duman grubunun “Ah” şarkısını coverlayıp seslendirdiği kadar derin bir “ah” demedi. Tutkuları güçlü adam vesselam bende hayranlık diz boyu. Kitapta edebi bir metin yok, hatta günlük yaşamdaki konuşma tarzının kitaptakinden daha özenli olduğuna bahse girerim ama gezi ruhunu taşıyan, sisteme ince ince dokunduran, kimi zaman mütevaziliğin dibine vuran, kimi zaman kaybedenler kulübündeki marjinal ve cool tavırlarıyla çoğu yeni yetme yazarın süslü cümleleriyle okuyucuyu samimiyetsiz satırlarına maruz bırakmayan güçlü bir ruh var. Kitabın bütününden benim anladığım Nejat’ın da anlatmak istediği ve aslında dünyaya geliş amacımızı özetleyen şu nokta var. Bu dünyada mutluluğun ancak ''başka'' birileri için bir şeyler yapılınca kazanılabileceği. Tek başınalığın bekçisi zor olur. Kitaptan altını çizdiğim satırlar var ancak hikâyenin bütünlüğünü yansıtmayacağı için burada paylaşmayacağım. Ancak daha önce yazmış olduğu sisteme karşı tavrını net belli eden şu yazısını paylaşmadan geçemeyeceğim. ölün istiyorum artık. yalnız bir kere yetmez, bin kere ölün! bir kere pozantı’da tecavüze uğrayıp ölün. bir kere tecavüzcünüzle evlendirilip intihar edip ölün. bir kere sahte delillerle hapse atılın, kahrınızdan hasta olup ölün. bir kere hakların için hükümeti protesto ederken hükümet tarafından başından silahla vurulup ölün. bir kere mehmetçik olun, kapitalistlerin uydurma savaşları için ölün. bir kere koca şehrin göbeğinde, otoyolda sele kapılıp ölün. bir kere kafanıza gaz kapsülü atılsın, öyle ölün. bir kere kullanma tarihi geçmiş gazı 5 cm’den yüzünüze ağzınıza sıksınlar, kanser olun ölün. bir kere gecenin karanlığında, sokak ortasında “vurma ölüyorum” diye bağırırken dövülerek ölün. bir kere soğuktan donup ölün. bir kere dere yatağına yapılan ruhsatlı evin çöküntüsünde ölün. bir kere grizu patlasın “güzel ölün”. bir kere karbonmonoksit zehirlesin, kafanız iyi ölün. arkanızdan “kader, bu işin fıtratında var, ekmek almaya gitmiyordu teröristti, biliyorsunuz alevi, kısa etek giymeseydi, altı üstü bir kaç kelle” demeyeceğime yemin ederim. betonun altında ölmeden hemen önce çekilen son fotoğrafınızı çerçeveletip bana hediye ettiklerinde, yanında sırıtarak poz vermeyeceğime yemin ederim. 3 dakika iş bırakma eylemi yapıp dalga geçmeyeceğime yemin ederim. ananızı yuhalatmayacağıma, yakınlarınızı azarlamayacağıma ve yerde tekmelemeyeceğime, yemin ederim. sözüm söz! siz yeter ki ölün…” Nejat İşler
Canan Tan kitaplarını hep sınav dönemlerinde edebi eser niteliği taşıyan kitaplardan önce yani yemek öncesi aperatif niyetine okurum çünkü bildiğin Türk filmi:) Beyni yormuyor, çalıştırmıyor, bir şey de katmıyor. 422 sayfadan bilgi anlamında bir iki bir şey bulursan ne ala..Bu kitabında organ bağışı konusunda hassasiyetimizi artırmayı hedeflemiş ki benim için çok önemli bir konu sırf bunun için okuma gereği hissettim. Verdiği bilgiler tatmin etti mi hayır ama kişiyi araştırmaya itiyor. Benim organ naklinde merak ettiğim şey; tıbben rastlantısal olarak dile getirilen ve bir türlü çözülemeyen yeni beden & eski ruh kavramının kaosuydu..Yani kalple birlikte duygularda nakil olabiliyor mu? Burada Arda örneğinde olduğu gibi..İşte biraz araştırmayla ve kitapta Arda'nın "sana Deniz olarak değil Arda olarak aşık oldum" demesinde ki gibi "kalp sadece organ aslonan beyin" sonucuna varılabilir. Her kitabında kadın kahramanlarına onca acıyı yaşatması, diplere vurdurması ama güçlenerek ayağa kaldırması nedeniyle Canan Tan'ın kesinlikle feminist bir yaklaşımı olduğunu düşünüyorum. Kitaptan altını çizdiklerim: - Geç olmuştu zaten, ama çok önemli bir şey öğrenmiştim. Hiçbir şeyi ertelememeyi.. - Neye inanacağınıza bazen tıp değil,kalp karar verir.
DR. JEKYLL VE MR. HYDE Spoiler Alarmı: Bu incelemede, kitabın derinlemesine analiz edilebilmesi için spoilerlar verilmiştir! Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri torunlarına eğitim veriyordu. Onlara dedi ki: “İçimizde iki kurt var ve bunların arasında da korkunç bir savaş” Kurtlardan biri; korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibri, kendine acımayı, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, üstünlük taslamayı ve bencilliği temsil ediyor. Diğeri ise; zevki, huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçakgönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor.” Gençlerden biri; “Hangi kurt kazanacak?” diye soruyor ve yaşlı adam kısaca cevap veriyor: “Hangisini beslerseniz o!” Psikolojik gerilim türündeki bu kitap, hikayenin kahramanlarından Dr. Jekyll’nin avukatı ve aynı zamanda yakın arkadaşı olan Mr. Utterson’ın ağzından anlatılmaktadır. Olaylar Dr. Jekyll’nin, Mr. Utterson’a ölümünden sonra tüm mal varlığının Mr. Hyde isminde birine verilmesi yönünde bir vasiyet bırakmasıyla gelişir. Mr. Hyde eğer Utterson’ın tanıdığı bir kişi olsaydı bu vasiyet tuhaf karşılanmazdı. Ancak Mr. Hyde; gerek ev halkı gerekse Mr. Utterson için, birden bire ortaya çıkan, Dr. Jekyll’nin kişiliğine ve yaşam tarzına tamamen ters olduğu için yadırganan, üstelikte hiçbir zaman Dr. Jekyll’le bir arada göremedikleri sevimsiz bir kişilikti. Pekiyi kimdi bu Mr. Hyde? Yukarıdaki Kızılderili hikayesini bunu açıklayabilmek için anlattım. Evet hepimizin içinde, birbirinin davranışlarından memnun olmayan sürekli bir savaş halinde olan bir “iyi” bir de “kötü” var. Hangisini ne zaman, hangi durumda ve niçin ortaya çıkardığımız bir muamma olmakla birlikte, ortaya çıkan sonuca bakarak biz, iyi ya da kötü insan oluruz. Kişinin iyilik yapma ya da kötülük yapma eğilimleri psikolojinin konusu olduğundan yeterli bir çözümlemeye sahip değilim. Sanırım tıp dünyası da bu durumla ilgili kesin yargılara sahip değil. Günümüzde çeşitli türlerde psikolojik rahatsızlık olarak adlandırılan durum için çözüm yolları ne denli başarılı oluyor tartışılır. Dilerseniz, insanın içindeki kötülük yapma eğilimini tedavi etmek için devletin izlediği çözüm yollarından birini, Anthony Burgess'in “Otomatik Portakal” isimli eserinde bulabilirsiniz. Kitapta devlet tarafından izlenilen yol, ulaşılmak istenen sonuca göre ironik ola dursun; Analitik Psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung; bu durumu, savunduğu dört arketipten “gölge arketipi”yle anlatıyor. Jung’a göre; bireyde potansiyel olarak var olan, şuur ve benliğinin karşıtı istenilmeyen, kabul görmeyen tüm kişisel özellikler gölge arketipine dâhildir. Örneğin kişi; kibar olarak tanımlanıyorsa, onun gölge arketipinin kaba, merhametli olarak tanımlanıyorsa gölge arketipinin acımasız olduğunu savunur. Gölge arketipi genellikle persona tarafından bilinçaltına bastırılır. Bilindiği gibi bastırılmış duygular, uygun şartlar gerçekleştiğinde bireyin karakterine tamamen zıt olarak ve en umulmadık şekillerde ortaya çıkar. Jung, bu bastırılmış duyguların yarattığı kimlik felaketinin önlenebilmesi için “gölge dokunun varlığını, bilinçaltından şuura kavuşturulması” gerektiğini savunur. Jung’ın babası Freud, bu içimizdeki “kötü” ile yaptığımız davranışları ilkel benliğimizin vücut bulmuş hali yani “id” olarak açıklar. Bu bastırılmış duyguların sonradan ortaya ne denli sonuçlarla ortaya çıkışına en güzel örnek, sanırım dünyanın ilk seri katili Ted Bundy’dir. Ted Bundy başarılı, genç ve yakışıklı bir hukukçudur. Fakat bu görüntüsünün altında 28 kadını, önce öldürüp sonra tecavüz edip parçalara ayıran bir adam vardır. Kimse onun böyle bir şey yaptığına inanmaz hatta tecavüz ettiği kadınlardan biri kendisinden şikâyetçi olmamış, bir başkası ise Bundy bu suçlarla yargılanırken bile kendisiyle evlenmek istemiş evlenmiş ve bir de çocuk yapmıştır. Bundy; elektrikli sandalyede idam edilmeden önce savunmasında “içindeki kötü kişiliğin bu suçları işlediğini, iyi kişiliğin yani kendisinin masum olduğunu” söylemiş. Elbette mahkeme kişiyi çoklu kişilik bölünmesi iyi-kötü diye ikiye ayırmaz, tek bir beden üzerinden dikkate alarak yargıya varır. Etrafındaki kimselerce çok sevilen, üstelikte bir hukuk adamı olan Bundy’nin çoklu kişilik sorunu yaşamasının nedeni gayrimeşru bir çocuk olmasına bağlanmış. Annesi terk etmiş, ablası ise ona hep yalanlar söylemiştir. Bundy bilinçaltında kadınların, erkekleri kandıran, kullanan kimseler olduğuna karar vermiş ve kadınları öldürmeye başlamış. Bilindiği üzere Bundy’nin hayat hikayesi filmlere konu olmuştur. Sinemada çoklu kişilik bölünmesine dair izlediğim en iyi filmlerden birisi baş rolünü Natalie Portman’ın oynadığı “Siyah Kuğu”dur. Mr. Hyde’ın birden bire nereden çıktığına gelecek olursak; Dr. Jekyll insanın içindeki bu “iyi ve kötü”nün çekişmesine bir çözüm bulmak, onları tek bir vücut içinde ayrıştırmak ister. Ona göre, böylece kötü istediğini yapacak, iyi ise onun adına vicdan azabı çekmeyecek o da kendi iyiliklerini yapacak kötüye ayak bağı olmayacaktı. Bu fikirle deney masasının başına geçer ve bunu mümkün kılan karışımı hazırlar. Dr. Jekyll karışımı kendi üzerinde dener ve olaylar başlar. Dr, Jekyll günün herhangi bir diliminde çirkin, agresif ve beden olarak da kendinden daha kısa Mr. Hyde’a dönüşür. İşte burada sizde düşünmeye başlıyorsunuz. İçimizdeki kötü yanımızla aynada karşılaşsak ne hissederiz? Nasıl bir görüntümüz olurdu? Dr. Jekyll bir süre sonra Mr. Hyde’ı benimser çünkü onun bir parçası olduğunu biliyor. Sonraları da Mr. Hyde’ın kendisine verdiği kötücül özgürlükten haz almaya başlar. Ve beklemediği bir anda her şeyin kontrolünü kaybeder. Dr. Jekyll kendi iyi olan özüne dönmek istese de Mr. Hyde onu ele geçirmeye başlar, ardı ardına kötülükler yapar hatta cinayet işler. Yola çıkış amacı, iyinin ve kötünün çekişmesine son vermek olan Dr. Jekyll, artık iyinin ve kötünün acı veren mücadelesiyle boğuşur. Toplumun değer yargıları zayıfladıkça insan doğasının karanlık tarafı iyi karşısında daha kolay geçiş imkânı bulur. İyinin, kötü karşısında kazanmasını sağlayan faktörlerden birisi yaratıcı korkusu yani inanç meselesi. Ben bunu etik anlamda sağlıklı bulmamakla birlikte bir diğer unsur olan vicdanın önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Sanırım insanlığı kurtaracak en önemli şey vicdan. Örneğin; biz millet olarak, kötülükle yakın temas halinde olmakla, kimlik-toprak-iktidar savaşları nedeniyle gerek ülkemizde gerekse dünyada yaşananlar karşısında kayıtsız kalmakla toplumsal vicdanımızı kaybetmiş bireylerden oluşuyoruz. Ancak şu unutulmamalıdır ki; kötülük kazanmış gibi görünse de iyiliğin olmadığı yerde kötülük de silinir gider. Dünyaca ünlü macera romanı “Define Adası”nın da yazarı olan Stevenson; kitabı hasta yatağında gördüğü bir rüya üzerine 1886 yılında yazmış. 1886 yılında çoklu kişilik bölünmesi henüz tıp literatüründe adı geçen bir kavram değilken bu kitabın ortaya çıkışı, kitabı edebiyat klasiğinden öte psikolojik anlamda yazılmış önemli eserler arasına koyuyor. Kitap defalarca farklı dillere çevrilerek basılmış, müzikal ve tiyatro oyunlarına ilham kaynağı olmuş, ayrıca 123 kez sinemaya uyarlanıp filmi çekilmiş. Hatta kitap hakkında yapılan yorumların kitaptan daha uzun olduğu söylenir. Kitaptan altını çizdiklerim: - “Beni ben yapan şey, insanın ikili yaradılışını oluşturan ve beyni ikiye ayıran iyilik ve kötülük bölgelerini, bende insanların çoğunluğundan da derin bir uçurumla koparan şey, yanlışlarımın özellikle aşağılık şeyler olmasından çok, titizlik isteyen arzularımdı. Bu durumda, dinin kökünde yatan ve en verimli dert kaynaklarından biri olan acımasız yaşam yasası üzerine derin ve müzminleşmiş düşüncelere dalmaya yöneldim.” -“Yok, hafiflemiyor çekilen azap ancak, katılaşıyor ruhumuz, katlanıyor.” -“Söylediklerimle yaptıklarım farklı olsa da, hiç bir şekilde asla ikiyüzlü olmadım. İçimde barındırdığım iki kişilik de tamamıyla gerçekti.” Kitabın Künyesi: Dr. Jekyll ve Mr. Hyde Yazar: Robert Louis Stevenson Çevirmen: Celal Üster Türü: Roman Baskı Yılı: 2015 Sayfa Sayısı: 104 Yayınevi: İş Bankası Yayınları