gululucan, 204 adet değerlendirme yapmış.  (19/30)
Abelard ve Heloise Mektuplar
Abelard ve Heloise Mektuplar

8

Ann Chamberlin’in “Safiye Sultan” kitap üçlemesinden birinin ismi “Hadım Edilmiş Bir Aşk”tı. Bu kitabı okurken, sürekli aklımda tekrar edip durdu bu söz. Hadım edilmiş bir aşk… Aklıma; literatüre “Heloise Kompleksi” diye geçen dillere destan bir aşk hikayesi ve bu aşkla yanıp tutuşan Abelard ile Heloise geldi. Üstelik bu aşk, salt “hikaye” değil, ete kemiğe bürünmüş, yaşanmış, gerçek bir aşk!!! Hikayeyi anlattığımda neden hadım edilmiş bir aşk olduğunu anlayacaksınız. Abelard ve Heloise yaşadıkları hüzünlü aşkla Fransa tarihinin en iç burkucu hikâyelerinden birisi olmuştur. Bu aşk yaşanmasaydı yine her ikisi de kendi alanında tarihe geçecek önemdeydi aslında. Abelard; Fransız tarihinin Rönesans'ın doğmasına ışık tutan, akıcı felsefeyi savunan, diyalektiği gerçeğe götüren yol olarak gören, sözcüklerin anlamlı bir biçimde nasıl kullanılabileceğini gösterirken, bir yandan da fiziğin alanına giren şey'lerin doğruluğunu kanıtlamakta dilin tek başına yeterli olmayacağını vurgulayan bir filozoftu. Kimi zaman, alanında kendini kanıtlamış -aynı zamanda hocası olan- Roscelinus ve Guillamue gibi filozoflarla karşıt görüşlerde yer aldı. Sonunda kendi mantık yazılarında bağımsız bir dil felsefesini başarıyla geliştirdi. Ayrıca bestelenmiş şiirleriyle de dönemin en önemli şairlerinden oldu. Ne yazık ki pek az eseri günümüze kadar gelmiştir. Hayatını kaleme aldığı otobiyografi niteliğindeki Remzi Kitabevinden çıkan kitabı “Bir Mutsuzluk Öyküsü”nde de kitaba konu olan aşkına ve hayatına dair izlenimler edinebilirsiniz. Heloise ise; zeki, iyi eğitim almış, kültürlü felsefeye merak salmış güzel bir genç bayandır. Dayısı Flubert, annesinin ölümünden sonra yanına aldığı yeğenini felsefe öğrensin diye Abelard’ın yanına ders almaya gönderir. Olaylar bunun akabinde başlar. O zaman 37 yaşında olan Abelard’la, 17 yaşındaki güzel Heloıse birbirine aşık olur. Kimilerine göre aslında dayısı olmayan, kimilerine göre dayısı olsa bile Heloise’de gözü olan Flubert bu ilişkiye onay vermez. Flubert çifti ayırır fakat Heloise hamiledir. Abelard, Heloıse’i dayısından kaçırarak ailesinin yanına götürür. Heloıse orada bir erkek çocuk dünyaya getirir. Sonra Heloise’in isteğiyle gizli kalması koşuluyla bir evlilik gerçekleştirirler. Artık çocuk ve evlilik olduğuna göre dayının kendilerini affedeceğini düşünürler fakat gizli kalan evlilikle beraber toplum gözünde gayri-meşru çocuk sahibi olan Heloise’in dayısı onu affetmez. Abelard, Heloise’i bir manastıra yerleştirir. Heloise, dayısının gazabından kurtulmuştur fakat Abelard için aynı durum söz konusu değildir. Heloise’in dayısı bir gece Abelard’ı zorla hadım ettirir. Bu olay onu derinden sarsar ve kendini dine verir. Dini görüşlerini beğenmeyen düşmanları Abelard’ın eserlerini yakarlar. İyice yıkıma uğrayan Abelard kendine “Sığınak” adını verdiği bir manastır kurar, düşmanları onu burada da rahat bırakmayınca Brötanya’daki Aziz Gildas Manastırına yerleşir. Rahibe olarak hayatına devam eden Heloise’i ise “Sığınak”a yerleştirir. Yıllarca birbirlerinden habersiz birbirlerini delice sevmeye devam eden çiftin yolları Heloise’in eline yanlışlıkla geçen Abelard’a ait bir mektupla yeniden kesişir. Birbirlerine aşklarını, tutkularını, çaresizliklerini anlatan yedi mektup yazarlar. Biri hadım edilmiş bir erkek, diğeri rahibe bir kadın. Sonunda Abelard’a “tarih beni bir şair, bir filozof olarak değil, bir sevgili, senin sevgilin olarak hatırlayacak” dedirtecek, yıllarca sönmeyen ateşe gebe bir aşk. Hikaye böyle. “Neşve tahsil ettiğin sagar da senden gamlıdır/ Bir dokun bin ah işit kase-i fağfurdan” mütevellit ben artık burada susarım. Derler ki, “aşk; bilmeyenlerin konuştuğu bilenlerin sustuğu şeyin adıdır.” Suskunluğum aşktan anladığımdan değil, anlamadığımdan. Elbette şu ahir ömrümde üç-beş kelam edecek kadar aşka tanıklık ettim lakin “yaşadın mı?” derseniz. Orada dururum. Biz aşkı sanmalardan ibaret yaşıyoruz. Bunu “Şems ve Pervane Masalı”nı okuyunca öğrendim. Aşk yok etmiyorsa aşk değildir. Etrafımızda oluşan değerlerin değişmesiyle aşka yüklediğimiz anlam da değişti, aşk vermektir lakin biz hep aldık. Velhasıl kelam biz hiç aşık olmadık. Neyse hikayenin geri kalanında aşk nereye evrilmiş, merak edenlere kalsın. “Umarım öldüğünde yanıma gömülmek istersin, toprağa karışmış kollarım uzanır, kucaklar seni." diyen Abelard 1142 de ölür. Kendisinden 22 yıl sonra da Heloise ölür. Mezarları ayrı yerlerde olan aşıklar tam 750 sene sonra Paris’teki Pére Lachaise Mezarlığında bir anıt mezarda, polis gözetiminde birleştirilir. Gelelim biz bu aşkı nasıl bugüne kadar taşıdık onun hikayesine. Abelard ve Heloıse birbirine yedi mektup yazdı dedik ya, İngiliz yazar Ronald Duncan bu mektupları Latinceden Fransızcaya çevirerek oyunlaştırdığında mektup sayısı on ikiye çıktı. Duncan’a göre, Heloise’in yazdığı mektuplar tarih boyunca yazılmış en iyi düz yazı örneklerindendir. Öyle ki anlatım dilindeki ustalığın Jane Austin’i kekeme bırakacak kadar güzel olduğunu söyler. Fransız Tarihinin bu iki önemli ismini daha önce ele alanlar olmuş ama oyunlaştırmak bir İngiliz'e kısmet olmuş. Duncan da aşktaki ve mektuplardaki şiirsel duygusallığı süslemeden yalın kelimelerle bize aktarmış. Oyunun Türkiye macerası 1980’lerin sonuna dayanıyor. Tilbe Saran (Heloise), Cüneyt Türel (Abelard) oyunculuğunda başta Aksanat olmak üzere, birçok sahnede gösterilen oyun ödüller aldı. Tabii 2007 yılında Aksanat’ın kapanmasıyla birlikte oyun gösterimde değil. Zaten Cüneyt Türel de artık hayatta değil. Yeri gelmişken usta oyuncumuzu rahmetle analım. Kitaptan Altını Çizdiklerim: -Ayrılık, sevdanın türbesidir derler. Derler ki, uzun ayrılıklarda ölür gidermiş sevdanın sıcaklığı.Madem öyle, neden azalmadı aşkımız, bir nebze bile ? -Öldün diye sana olan sevgimin azalacağını düşünecek kadar saf mısın ? -Taptığım, özüne indirgese de seni, ölüm bile azaltamaz sevgimi.

Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders
Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders

7

“Ne kötü huylu tanrı, ne ölümcül kitle ne de radikal kötülük vardır. Olan tek şey, kendi sonuçlarını getiren şu eşitsizlik tutkusu veya kurmacasıdır.” (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “Her şey kurmacadır: Değişmeyen tek şey her birimizin bilinci ve aklıdır. Toplum durumu işte bu ilkeler üzerine kuruludur. İnsan akla itaat etseydi, yasalar ve hakimler falan gereksiz olurdu; ama tutkular onu alır götürür: isyan eder, bu yüzden aşağılayıcı bir biçimde cezalandırılır. Her birimiz bir başkasına karşı birinden destek almaya mecbur oluruz. İnsanlar, birilerine karşı başka birilerinden destek almak için toplumlaştığı andan itibaren, bu karşılıklı ihtiyaç hiçbir akla uygun sonuç vaat etmeyen bir akıl yabancılaşmasını haber verir. Kendimizi adadığımız üzücü duruma bizi zincirlemekten daha iyi ne yapabilir toplum?” (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “Dolayısıyla toplumsal dünya gayri-aklın dünyası değil, akıldışılığın,yani eşitsizlik tutkusunun ele geçirdiği sapkın iradenin dünyasıdır.Karşılaştırma ile birbirine bağlanan bireyler, kurumların yasallaştırdığı ve açıklamacıların zihinlerine nakşettiği bu akıldışılığı sürekli yeniden üretir. Akıldışılığın bu üretimi öyle bir çalışmadır ki bireyler zihinlerinin eserlerini akla uygun biçimde iletmek için ne kadar sanat ve zeka kullanıyorlarsa, bir o kadarını kullanmalarını gerektirir. Bu çalışma bir yas çalışmasıdır aslında. Savaş toplumsal düzenin yasasıdır. Ama savaş dediysek, akla hemen maddi güçlerin uğursuz yazgısı, hayvanca içgüdülerin hükmettiği sürülerin zincirden boşanması gibi şeyler gelmesin. İnsanın her işi gibi savaş da öncelikle söze bağlı bir edimdir. Ama bu söz, bir başka zeka ve bir başka söylemi devreye sokan karşı-çevirmenden yayılan şu parlak fikirler halesini reddeder. Savaşta irade tahmin etmeye ve tahmin edilmeye çalışmaz. Amacı ötekinin sessizliği, cevapsızlık, zihinlerin rızanın maddi yığınına düşmesidir.” (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “Aptallaştıran dünya görüşünü tanımlayanın şu olduğunu biliyoruz: Eşitsizliğin gerçekliğine İnanmak, toplumdaki üstünlerin gerçekten üstün olduğunu, bu üstünlüğün uzlaşıma dayalı bir kurmacadan ibaret olduğu fikri özellikle alt sınıflarda yayılırsa toplumsal hayatın tehlikeye gireceğini sanmak.” (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “Aptallaştıran dünya görüşünü tanımlayanın şu olduğunu biliyoruz: Eşitsizliğin gerçekliğine İnanmak, toplumdaki üstünlerin gerçekten üstün olduğunu, bu üstünlüğün uzlaşıma dayalı bir kurmacadan ibaret olduğu fikri özellikle alt sınıflarda yayılırsa toplumsal hayatın tehlikeye gireceğini sanmak.” (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) "Güce adalet kazandırmanın bir yolu her zaman bulunmuştur ama, adalete güç kazandırmanın bir yolunu bulmaya yaklaşan olmamıştır. Hatta böyle bir tasarının anlamı bile yoktur. Güç güçtür. Gücü kullanmak akla uygun olabilir. Ama onu akla uydurmak istemek akıldışıdır" (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) "Öyleyse akıl sahibi insana düşen, aklını korumak için yurttaş deliliğine tabi olmaktır. Filozoflar bunun yolunu bulduklarına inanırlar: Edilgen itaat olmaz, hak olmadan görev olmaz, derler. Ama bu dikkatsizce konuşmaktan başka bir şey değildir. Görev kavramının içinde hak kavramını içeren hiçbir şey yoktur ve asla olmayacaktır. Devredilen, mutlak anlamda devredilmiş olur. Buna bir çare olduğunu varsaymak kibrin zavallı bir hilesidir; devretmeyi rasyonelleştirmekten ve hakkını koruduğunu iddia edeni kandırmaktan başka bir işe yaramaz. Akıl sahibi insan bu hilelere kanmaz. Bilir ki toplumsal düzenin ona sunabiieceği tek şey düzenin düzensizliğe üstünlüğüdür. " (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “Meşru şiddetin tekele alınması hala şiddeti sınırlamak ve akla özgürce çalışabileceği güvenli limanlar bırakmak için bulabildiğimiz en iyi çaredir. Dolayısıyla akıl sahibi insan kendini yasaların üstünde görmeyecektir.(…) akıl sahibi irade öncelikle kendi kendini yenme sanatıdır. Akıl kendi fedasını kontrol ederek kendi kendine sadık kalacaktır. Akıl sahibi insan erdemli olacaktır. Kendi kendini yenme kapasitesi denen rasyonalite yuvasını ayakta tutmak için aklını kısmen akıldışılığın emrine verecektir. Böylece akıldışılık içinde verilecek savunulamaz bir karardan akıl hep kaçınacaktır.” (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “ Retorik sapkın bir şiirselliktir.” (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “Aklın dili diye bir şey yoktur. Aklın sadece konuşma niyeti üzerinde bir denetimi vardır. Kendisini olduğu gibi tanıyan şiir dili akılla çelişmez. Aksine, konuşan her özneye zihinsel serüvenlerinin anlatısını hakikatin sesi sanmaması gerektiğini hatırlatır. Konuşan her özne kendisinin ve eşyanın şairidir. Bu şiir kendisini olduğundan başka bir şeymiş gibi sunduğu, kendisini hakikat diye dayatmak ve o şekilde edime zorlamak istediği anda, sapkınlık ortaya çıkar.” (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “Derler ki, retoriğin temel ilkesi savaştır. Retorikte amaç anlamak değil, karşıt iradenin ortadan kaldırılmasıdır. Retorik, konuşan varlığın şiirsel durumuna karşı isyan halinde olan bir sözdür. Susturmak için konuşur. Artık konuşmayacaksın, düşünmeyeceksin, şunu yapacaksın, der: Programı budur. Etkisini sağlayan şey kendi kendini askıya almasıdır. Akıl hep konuşmayı buyurur, retorik akıldışılık ise sırf sessizlik anı gelsin diye konuşur. Eyleme geçme anı, denir seve seve, sözü eylem kılana saygı amacıyla. Ama bu an aslında tam da eylemsizliğin, zekanın eksikliğinin, boyun eğdirilmiş iradenin, sadece ağırlık yasasına tabi olan insanların anıdır.” (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “İnsan konuştuğu için düşünmez -aksini iddia etmek düşünceyi mevcut maddi düzene tabi kılmak olur-, insan var olduğu için düşünür.” (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “Üstün bir zekayı aşağılayacak daha üstün bir zeka bulunur her zaman; aşağı bir zeka da tepeden bakacak daha aşağı bir zeka bulabilir.” (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) Bir zihni, bir de kalbi vardır; büyük bir zihni, hassas mı hassas bir kalbi ! Toplumsal zincirin onu bağladığı o kadavra yok mu! Yazık !" Öğrencilerinin ve dış dünyanın duyduğu hayranlığın ev içiyle ilgili bu utanç konusunda onu avutacağı mı söylenecek? İyi de aşağı bir zihnin üstün bir zihin hakkındaki yargısının ne değeri vardır ki? Bir şaire ' Son eserinizden pek memnun kaldım,' deyin; dudaklarını sıkarak size ' Sözlerinizden çok onur duydum, ' diyecektir; anlamı şudur: 'Canım, o kıt zekanızın verdiği onaydan gururlanacak halim yok. " :) (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “Ama zihinsel eşitsizliğe, kendi zekasının üstünlüğüne duyulan bu inanç, bilginlere ve seçkin şairlere özgü bir şey değildir. Bütün toplumu -alçakgönüllülük kılığında bile olsa- kucaklamasından gelir bütün gücü. "Olmaz, yapamam," der size bilgilenmeye özendirdiğiniz şu cahil, "hepi topu işçiyim ben."Bu akıl yürütmede bulunan her şeyi doğru anlamak lazım. Evvela "Yapamam" aslında "istemiyorum; niye uğraşayım ki?" demektir. İkincisi: "Yapabilirim tabii, çünkü ben zekiyim, ama işçiyim: Benim gibi insanlar o işi yapamaz, mesela komşum yapamıyor. Ayrıca ne işime yarayacak ki?Sonuçta ben beyinsizlerle çalışıyorum." (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) "Öğretme ve öğrenme ediminde iki irade ve iki zeka vardır. Çakışmalarına 'aptallaşma' denir. İrade ile zeka birbirinden tamamen ayrıdır. İki ilişki arasındaki farkın bilinip özenle korunmasına, irade başka bir iradeye itaat ederken kendisinden başka bir şeye itaat etmeyen bir zekanın gerçekleştirdiği edime, 'özgürleşme' denir. Özgürleştirmeksizin eğiten aptallaştırır." (Jacques Ranciere, Cahil Hoca, Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “Toplumsal kötülüğün kaynağı "Bu benim!" diyen kişi değil, "Sen benim eşitim değilsin!" demeyi ilk akıl eden kişidir.” (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) "Eşitsizlik bir şeyin sonucu değil, ilksel tutkudur; daha doğrusu, eşitlikten başka nedeni yoktur. Eşitsizlik tutkusu eşitliğin verdiği baş dönmesidir, eşitliğin istediği sonsuz çalışma karşısında gösterilen tembelliktir, akıl sahibi bir varlığın kendine borçlu olduğu şey karşısında duyduğu korkudur. Kendini başkalarıyla karşılaştırmak, itiraf edilen her aşağı durumun karşılığında bir üstünlük alınan bu şan ve küçümseme takası daha kolaydır. Böylelikle akıl sahibi varlıkların eşitliği toplumsal eşitsizlik içinde salınır. Kozmoloji eğretilemesi dışına çıkmamak için şöyle diyeceğiz: Ağır basma tutkusudur özgür iradeyi ağırlık denen maddi sisteme tabi kılan, zihni yerçekiminin kör dünyasına düşüren. Eşitsizlikçi akıldışılık bireyi kendi kendisinden, özünün benzersiz gayri maddiliğinden vazgeçirtir, bir olgu olarak uyumu üretir ve kolektif kurmacanın hüküm sürmesini sağlar. Tahakküm sevdası insanları akla uygun olması mümkün olmayan bir uzlaşım düzeni içinde birbirlerinden korunmaya zorlar; akla uygun değildir bu düzen, çünkü her bireyin akıldışılığından, başkasına üstün olma arzusunun kaçınılmaz olarak doğurduğu başkasının yasasına tabi olma durumundan mamuldür. "İnsan türü dediğimiz hayal gücümüzün ürünü şu varlık, bireysel bilgeliğimizden nasibini almaksızın, her birimizin deliliğinden oluşur." (Jacques Ranciere, Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders) “Genelde halklar kendilerinin başka halklardan üstün olduklarına inanırlar saflıkla; tutkular birazcık birbirine karıştı mı hemen savaşın ateşi tutuşur: İki taraf da böcek ezercesine olabildiğince çok insan öldürür. Ne kadar çok öldürürlerse o kadar çok şan ve şöhret kazanırlar. Bu kan tacirliğine de vatan aşkı denir.”

Aşkın Metafiziği
Aşkın Metafiziği

5

"Tutku, sadece tür için değer taşıyan şey birey için de değerliymiş gibi gösterip onu kandıran bir vehme, bir kuruntuya dayanmış olduğu için, türün amacına ulaşmasının ardından, yanılsamanın ortadan kalkması şarttır. Bireyi eline geçirmiş olan türün ruhu, artık onu tekrar serbest bırakır. Tür ruhunun terk ettiği birey önceki (türe göre) sınırlı, yoksul haline geri döner ve öylesine büyük,yiğitçe ve sonsuz çabaların ardından, kendi hazzının payına, her cinsel tatminin ardından kalandan fazlasının düşmediğini şaşkınlık içinde görür. Umduğunun aksine, daha önce olduğundan daha fazla mutlu olmadığını, türün iradesinin aldattığı kimse olduğunu fark eder." (Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği) “Bir kadınla bir erkek birbirlerine karşı şiddetli bir tutku duyuyorlarsa, onları ayıran engeller,ister bir koca ister anne babalar vb. olsun, bana hep yasalar ve insan uzlaşımları bu konuda ne derlerse desinler, bu iki sevgili doğaya ve tanrısal hukuka göre birbirlerine aitmişler gibi gelir.” (Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği) "Şairlerin ve yazarların bütün çağlar boyunca sayısız ifadelerle ve deyişlerle dile getirmeye uğraştıkları ve konu olarak bir türlü tüketemedikleri, evet, hakkını bir türlü veremedikleri aşk özlemi, belli bir kadına sahip olma durumuna sonsuz bir bahtiyarlık tasarımı ve elde edilemez olduğu düşüncesine de ifade edilmesi imkânsız bir acı ve ıstırap ilintileyen bu özlem ve bu aşk acısı, malzemesini ebedi olmayan bir bireyin ihtiyaçlarından alamaz; bunlar, burada amaçlarına hizmet edecek, yeri doldurulmaz bir araç elde etme (kaygısıyla kıvranan) ya da bu aracı yitirdiğini gören, bu nedenle de derin derin iç çeken türün ruhunun iniltileridirler. Sadece tür, sonsuz hayata sahiptir; bu bakımdan da onun sonsuz istekler duyma, sonsuz tatminler yaşama ve sonsuz acılar çekme yeteneği vardır. Ama işte bu istek, tatmin ve acılar, burada (dünyada) bir ölümlünün dar yüreğine hapsedilmişlerdir. Dolayısıyla da böyle bir ölümlünün sonsuz sevinç ve sonsuz ıstırapla dolduğu yerde çatlayıp parçalanmak ister gibi görünmesine ve bunları ifade edebilecek söz bulamamasına şaşmamak gerekir. Demek ki bu durum, transzendental, dünyevi her şeyin üzerinde uçan metaforlarla yükselip yolunu şaşıran bütün erotik şiirlerin yüce türünün malzemesini sağlar. Petrarka’nın tema’sı budur; Aziz Preux’lerin, Werther’lerin ve Jacobo Ortis’lerin tema’sı da budur. Burada söylediklerimizi göz önüne almazsak, bunları ne anlayabilir ne de açıklayabiliriz. Çünkü bu sonsuz değer verme, bu sınırsız beğeniş, sevilenin herhangi zihinsel, entelektüel, hele hele nesnel, reel avantajlarına dayanmış olamaz; çünkü karşıdaki kişi, Petrarka’da olduğu gibi, çoğunlukla,seven tarafından yeterince tanınmamakta;her şeyiyle bilinmemektedir. Sadece türün ruhu tek bir bakışla onun kendisi bakımından,amaç ve hedefleri bakımından hangi değeri taşıdığını görebilir. Büyük tutkular da zaten kuralda ilk bakışta doğarlar: İlk bakışta sevmeden kim âşık olmuşturki? (Shakespeare, As you like it)" (Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği) "Bütün aşklar, istedikleri kadar uçarı, tensellikten, dünyevilikten uzak, ayakları yerden kesik görünsünler, sadece cinsel dürtüde temellenirler: evet, hatta bu âşıklık hali, sadece daha yakından belirlenmiş, daha özelleşmiş, hatta sözcüğün en dar anlamıyla bireyselleşmiş cinsel dürtüdür." (Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği)

Okuma Günlüğü
Okuma Günlüğü

7

“Kitaplar vardır, bir sayfadan öbürüne geçerken unutarak keyifle gözden geçiririz; bazılarını, hemfikir olmaya ya da karşı çıkmaya kalkışmadan saygıyla okuruz; bazıları yalnızca bilgi sunar bize, yorum beklemez bizden; yine bazılarını, nicedir, nasıl büyük bir aşkla sevdiğimiz için, sözcüğü sözcüğüne tekrarlayabiliriz, çünkü tam anlamıyla ezberimizdedirler.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Okumak, rahat, tek başına gerçekleştirilen, yavaş ve duygusal bir görevdir. Bir zamanlar yazmada da vardı bu niteliklerden bazıları. Fakat son zamanlarda yazarlık uğraşı, eski gezgin satıcıların, repertuvar aktörlerinin uğraşlarına benzer nitelikler edindi; yazarlar, tuvalet fırçaları ya da ansiklopedi setleri yerine kendi kitaplarının özelliklerini övecek bir gecelik gösteriler yapmak üzere uzak yerlere çağırılıyor.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Belki de, bir kitabın bizi çekmesi için, yaşantımızla kurgunun yaşantısı arasında -bu iki imgelem; bizim imgelemimiz ile kitabın sayfasındaki imgelem arasında- bir rastlantılar bağlantısı kurması gerek.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Başkalarının bizim en yüce başarılarımız olarak gördüğü şeyler, çoğu kez bizim için öyle değildir. Bir zamanlar Edith Sorel, Marc Chagall'la St. Paul de Vence'taki evinde bir röportaj yapmıştı. Ressam seksenli yaşlarının ortasındaydı, on yıl önce evlendiği ikinci karısı Vava ile yaşıyordu. Vava özür dileyip bir dakikalığına dışarı çıkarken, Edith dünyanın en ünlü ressamlarından biri olmanın nasıl bir his olduğunu soruyordu Chagall'a. Chagall hemen Edith'in elini yakalamış, odadan çıkmakta olan karısını işaret etmiş ve hazdan ışıldayan yüzüyle fısıldamıştı: "O bir Brodsky!" Vitebsk'in küçük bir kasabasında büyümüş yoksul bir Yahudi oğlanın içini gururla dolduran şey, dünyaca ünlü bir sanatçı olmaktan çok, zengin bir tüccar ailesinin kızıyla evlenmiş olmaktı.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Bir şeyi kesinlikle, açıkça anımsadığımı sanıyorum. Bir kitabın rastlantıyla açtığım son sayfasındaki bir not, yanıldığımı söylüyor bana; olay başka bir yerde, bir başkasıyla, farklı bir zamanda geçmiş. Bioy'un anlatıcısı: "Alışkanlıklarımız bazı şeylerin belli bir şekilde meydana geldiğini, dünyanın bulanık bir tutarlılığı olduğunu varsayıyor. Şimdiyse gerçeklik değişmiş, gerçekdışı görünüyor bana," diyor.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) "Birçok cennet olasılığından söz ediliyor. Yalnızca bir tane olsaydı, hepimiz oraya gitmek zorunda kalsaydık ve bizi orada her hafta edebi toplantılar düzenleyen sevimli bir çiftin beklediğini bilseydik, birçoğumuz uzun zaman önce ölmekten vazgeçerdi." Bir de şu: "Erkek ve çiftleşme, uzun ve yoğun anlara katlanamaz." (Borges, "Tlön, Uqbar"daki ünlü alıntıyı Bioy'a yorarken bu dizeyi düşünüyor olmalıydı: "Aynalar ve çiftleşme iğrençtir, çünkü erkeklerin sayısını çoğaltır." İki dost, Borges ile Bioy, yazılarında birbirlerinin yüzünü yansıtmışlardır. Hem Morel’in Buluşu hem de "Tlön, Uqbar" aynı yıl, 1940'ta yazıldı.)” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Bir şeyi kesinlikle, açıkça anımsadığımı sanıyorum. Bir kitabın rastlantıyla açtığım son sayfasındaki bir not, yanıldığımı söylüyor bana; olay başka bir yerde, bir başkasıyla, farklı bir zamanda geçmiş. Bioy'un anlatıcısı: "Alışkanlıklarımız bazı şeylerin belli bir şekilde meydana geldiğini, dünyanın bulanık bir tutarlılığı olduğunu varsayıyor. Şimdiyse gerçeklik değişmiş, gerçekdışı görünüyor bana," diyor.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) "Bioy'un günlüğünde şu yorumu görüyorum: "Okur için yazdığımı söyledim hep, ama okurlar (samimi, safkan okurlar) yok olmuşken halen yazmayı sürdürüyor olmam, yalnızca kendim için yazdığımı yadsınmaz biçimde kanıtlıyor." (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) Borges'in, James Whale'in 1937 tarihli filmi The Road Back için yazdığı eleştiriden:"Sadece pasifizm yeterli değildir. Savaş, zahitçe ve öldürücü büyülerle insanların aklını çelen kadim bir tutkudur. Savaşı ortadan kaldırmak için onun karşısına başka bir tutku konmalıdır. Belki de kendini bütün ülkelerin mirasçısı ve ardılı olarak gören iyi Avrupalı tutkusu; Leibnitz, Voltaire, Goethe, Arnold, Renan, Shaw, Russell, Unamuno,T. S. Eliot gibi. Avrupa'da sırf Alman ya da sırf İrlandalı bolluğu var; eksik olan şeyse Avrupalılar." (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) Sherlock Holmes'un bir kokain bağımlısı olduğunu öğrendiğimde tepkimin ne olduğunu anımsayamıyorum. Kitaplığımın kapısına, Rabelais'nin Thelême Manastırındaki düsturunun değişik bir şeklini yazmıştım: "LYS CE QUE VOUDRA" ("Canın ne istiyorsa onu oku") (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Londra'nın gözetlemeye en uygun yerinden görülen dünya, "Gerçek Hindu'nun uzun ve ince ayakları vardır," der Holmes. "Çarık giyen Müslüman'ın, ötekilerden tamamen ayrı büyük başparmağı vardır." Daha sonra, yakın zamanda yayımlanan bir atlasın "güvenilirliğine" dayanarak Andaman Adaları'nın sakinlerini anlatır: "Bunlar sert, suratsız ve serkeş insanlardır, ama güvenleri kazanıldıktan sonra insanın en sadık dostları haline gelebilirler... Doğaları gereği, iri, şekilsiz kafalara, küçük, ateşli gözlere ve çarpık yüz hatlarına sahip çok çirkin kimselerdir. Ama ayakları ve elleri dikkati çekecek kadar küçüktür. O kadar inatçı ve serttirler ki, Britanya yetkililerinin kendilerini kabul ettirmek için bütün çabaları boşa çıkmıştır." (…) “Gerçek safkan Yahudi," der ona Roger, "dünyadaki en iyi insanlardan biridir. Bu ırkı bu kadar kötü biçimde aşağılatanlar, melez Yahudilerdir, Rus, Polonyalı ve Alman cinsidir." 1928'deki İngiltere budur.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Goethe bunu söyler Eduard'ın Ottilie'e aşkı konusunda: "Gizlice, ihtiras duygusuna bırakmıştı kendini bütünüyle." Bir anlamda bu, politik edilginliğin coşkusal eşdeğeridir; tutku olarak kendini gizleyen bir dalınç.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) Ottilie'nin günlüğünden: • "Aşk olmaksızın, sevdiğin kimsenin fiziksel varlığı olmaksızın, yaşam bir 'comédie à tiroir'dan, bildiğimiz farstan başka bir şey değil." Daha ilerde: "Gönül inceliği" olağanüstü bir kavram ve öyle hakiki ki, hemen tanınıyor. Chateaubriand buna, aşkın artık bir kendinden geçiş olmadığı, ama "tutkulu bir dostluk" haline de gelmediği coşku diyor. • "Hiç kimse cezalandırılmaksızın dolaşamaz palmiyelerin altında, fillerin ve kaplanların yuvalandıkları bir yerde insan, hiç kuşkusuz, davranış tarzını değiştirmek zorundadır." Ya da tersi, tabii. Ottilie'nin bu çok alıntılanan satırı, başıboş dolaşan benim için, kendime sadık kalma ve bir okur-yazar yaşamını kabul etme kararını verdiğimde -yetmişlerde Tahiti'de bir yayınevi için çalışıyordum palmiye ağaçları altında olduğum için de son derece ironik bir şey. "Palmiye ağaçları altında" her konukluk bir sürgündür. Ovidius yabancı topraklarda oluşuna gözyaşı döker; Cortázar Paris'e gitmek üzere Arjantin'den ayrılırken sevinir. Her iki durumda da imgelem yenilik ve zıtlıkla beslenir. • "İnsan hep gördüğünü hayaller. Sanıyorum, sırf durmadan görmek için düş görürüz." İnsan bilincinin, onun o korkunç, Argos benzeri uyanıklığının bu kesin tanımı, bütün romana pathosunu veren şeydir; dört karakter, yazar ve onun uzantısı okur devamlı olarak eylemlerinin farkındadır ve kendilerini aldatamadan ya da başlarını çeviremeden, kendi sonlarına doğru hızla ilerleyişlerini seyrederler. (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Belli bir evde yaşamanın nasıl bir şey olacağını, eşikten içeri adımımı atar atmaz söyleyebilirim. Duygu yakınlığı (ya da yokluğu) hemen ortaya çıkar. On altıncı yüzyıl pikaresk romanı El Lazarillo de Tormes'te [Tormesli Lazarillo] kahraman şunları yazar: "Talihsizliklerini, içinde yaşayanlara yapıştıran mutsuz ve köksüz evler vardır." Neşeli yerler için de aynı şey geçerlidir.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Juan José Saer'e göre, Don Quijote, adalet uğruna üstlendiği görevin başarıya ulaşması ya da başarısız olmasıyla hiç ilgilenmediği için bir destan kahramanıdır: "Akılda tutulması gereken temel nokta şudur," der Saer; "her insani girişimde, başarısızlığın kaçınılmazlığının açık ya da bulanık bir biçimde de olsa farkında olmak, destanın verdiği derse temelden zıt bir şeydir." Stevenson'un düşüncesiyle karşılaştırın bunu: "Hayattaki görevimiz başarılı olmak değil, cesaretimizi yitirmeden başarısız olmayı sürdürmektir." (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Çoğu yazarın tarihsel bir varlığı vardır; benim belleğimde Don Quijote’deki bir karakter kadar gerçek bir insan olmayan Cervantes içinse durum böyle değil. Goethe, Melville, Jane Austen, Dickens ve Nabokov kanlı canlı, az çok tanınabilen yazarlardır; Cervantes ise kitabı tarafından yaratılmış gibi gelir bana.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Proust, bizzat yaratmış olduğu kurgusal "ben"e yargılı kaldığını hissediyordu. Don Quijote’de ise Cervantes olmaya yargılı olan kişi, kurgusal "ben"miş gibi görünüyor.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Dr Jekyll ve Bay Hyde ile karşılaştırıldığında Sancho ve Don Quijote: Nicholas Rankin, o harika gezi kitabı Dead Man's Chest'te [Ölü Adamın Sandığı], ‘alfabenin harflerinden Hyde'ın H'sı ile Jekyll'in J'si arasında I'nın olması belki de rastlantı değildir,’ diyor.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Don Quijote'de "hiçbir şey sonuçlandırılmaz"çünkü kahramanın bedensel ölümü, etik kanıt tartışmalarının sonucunu işaret etmez. Flaubert: "Evet, budalalık, sonuçlandırma arzusuna dayanır." (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü) “Ödünç alınmış kitaplar, misafirliği fazla uzatan ziyaretçileri anımsatır. Onları okumak ve bana ait olmadıklarını bilmek, bir bitmemişlik, yarıda kalmış bir zevk duygusu verir bana. Kitaplıklardan alman kitaplar için de aynı şey geçerli.” (Alberto Manguel, Okuma Günlüğü)

Yatak Odasında Felsefe
Yatak Odasında Felsefe

7

"Yararlı oldukları sürece dostluk ilişkilerine saygı gösterelim bunu kabul ediyorum; bunlardan bir şey sağlayamadığımızda da unutalım gitsin; insanları ancak kendimiz için sevmeliyiz; onları kendileri için sevmek bir aldatmacadır; doğa asla insanlara kendilerine iyi gelebilecek hareketlerden, duygulardan başka bir şey esinlemez; doğadan daha egoist bir şey olamaz; o halde, doğanın yasalarına uymak istiyorsak, böyle davranalım. Minnete gelince Eugenie, bu kuskusuz tüm bağların en zayıfıdır. İnsanlar bizi kendimiz için mi minnettar kılıyorlar? Buna asla inanmayalım sevgilim; gösteriştendir, kibirdendir. Başkalarının gururunun oyuncağı olmak aşağılayıcı olmaz mı? Minnettar kalmak daha da aşağılayıcı değil midir? Yapılan bir iyilikten daha fazla yük olamaz. Ortası hiç yoktur: ya karşılığı verilmelidir ya da aşağılanmıs olunur. Gururlu ruhlar iyiliğin ağırlığı altında kendilerini kötü hissederler: Onların üzerine iyiliğin ağırlığı öyle şiddetle çöker ki, iyilik yapandan nefret ederler yalnızca." (Marquis de Sade, Yatak odasında Felsefe) “Bir ulusun tüm bireylerinin kararı olan bir yeminin özü nedir? Yurttaşlar arasında kusursuz bir eşitlik sürdürmek, herkesin mülkiyetini koruyacak yasaya herkesi eşit olarak tabi kılmak değil midir bu? Şimdi, hiçbir şeyi olmayanın her şeye sahip olana saygı göstermesini emreden bir yasa pek mi adildir, sorarım size? Toplumsal sözleşmenin öğeleri nelerdir? Her iki tarafın sahip olduklarım güvence altına almak ve korumak için kendi özgürlüğünden ve mülklerinden bir bölümünü bırakmak değil midir? Tüm yasalar bu temellere dayanır; kendi özgürlüğünü kötüye kullanana çektirilen cezanın saikleri bunlardır. Hatta vergilendirme emredilir ki yurttaş kendisinden bir şey istendiğinde kızmaz, bilir ki bu verdikleri sayesinde geri kalan mallan korunacaktır. Ama bir kez daha yineliyorum, hiçbir şeyi olmayan kişi, yalnızca her şeyi olanı koruyan bir sözleşmenin altına hangi hakla girer? Eğer siz, ettiğiniz yeminle, zenginin mülkiyetini koruyan bir hakkaniyet sözleşmesi yapıyorsanız, bu “koruyucu” yemine hiçbir şeyi olmayan kişinin uymasını isteyerek adaletsizlik yapmış olmuyor musunuz? Sizin yemininizden onun çıkan nedir? Ve zenginlikleri bakımından kendisinden bunca farklı birinin yalnızca isine yarayacak bir şeye söz vermesini niçin istiyorsunuz? Kesinlikle bundan daha haksız bir şey olamaz! Bir yeminin, bunu eden tüm bireyler üzerinde eşit bir etkisi olmalıdır; bu yemini tutmakta hiç çıkan olmayan birini yeminin bağlaması imkânsızdır, çünkü artık özgür bir halkın sözleşmesi olmaktan çıkmıştır: Bu yemin güçlünün zayıf üzerindeki silahıdır ve buna karşı, zayıf hiç durmadan isyan etmelidir. Ulusun talep ettiği mülkiyete saygı yemininde olup biten budur; yalnızca zengin, yoksulu bu yemine bağlar, yoksulun bunca düşüncesizlikle ettiği yeminden çıkarı olan yalnızca zengindir ve yoksul öyle düşüncesizce etmiştir ki bu yemini, iyi niyetinden yararlanarak zorla kabul ettirilmiş bu yemin aracılığıyla kendisine karsı kimsenin yapmayacağı şeyi yapmayı kabullendiğini göremez. Bu barbar eşitsizliğe ikna olmuş olan sizler, tek suçu her şeye sahip olandan bir şeyler çalmaya cesaret etmiş olmak olan kişiyi cezalandırarak adaletsizliğinizi artırmayın: Sizin hakkaniyetten uzak yemininiz ona bu hakkı hiç olmadığı kadar vermektedir. Onun açısından saçma olan bu yemin aracılığıyla onu yalan yere yemine zorlayarak, bu yalan yeminin yol açabileceği tüm suçlan meşrulaştırıyorsunuz; dolayısıyla, nedeni olduğunuz bir şeyi cezalandırma hakkınız yoktur! Hırsızları cezalandırmanın korkunç vahşetini size hissettirmek için daha fazla bir şey söylememe gerek yok. Sözünü ettiğim halkın bilgece yasasını taklit edin; kendi malını çaldıracak kadar ihmalkâr adamı cezalandırın, ama hırsızlık yapana asla ceza vermeyin; bilin ki bu eyleme izin veren sizin yemininizdir ve o kişi, hırsızlık yaparak doğanın ilk ve en bilgece hareketine göre davranmıştır yalnızca: Kimin zararına olursa olsun, kendi varlığım koruma hareketi.” (Marquis de Sade, Yatak odasında Felsefe) Hırsızlığı savaşçı bir erdem olarak görmek! “Antikçağa bakarsak, hırsızlığın Yunan'ın tüm cumhuriyetlerinde izin verilmiş, ödüllendirilmiş bir şey olduğunu görürüz; Sparta ya da Lakedaimon hırsızlığı açıkça destekliyordu; bazı halklar hırsızlığı savaşçı bir erdem olarak görmüşlerdi; hırsızlığın cesareti, gücü, yeteneği geliştirdiği, tek kelimeyle cumhuriyetçi bir yönetime, dolayısıyla bizimkine yararlı tüm erdemleri geliştirdiği açıktır. Şimdi tarafsız olarak şunu sormaya cesaret ediyorum: Eşitliği amaçlayan bir yönetimde zenginlikleri eşitleyici etkisi olan hırsızlık büyük bir kötülük müdür? Hayır, kuşkusuz; çünkü bir yandan eşitliği geliştirirken, diğer yandan da, kendi malını korumayı da haklı kılmaktadır. Hatta hırsızı değil malının çalınmasına izin vereni cezalandıran bir halk bile vardı, böylece kendi mülkiyetine sahip çıkmayı herkes öğrensin isteniyordu. Bu bizi daha geniş düşüncelere yöneltmektedir.” (Marquis de Sade, Yatak odasında Felsefe) "Her halk kendi dininin en iyisi olduğunu ileri sürer ve ikna etmek için de yalnızca birbirleriyle uyumsuz olmakla kalmayan, neredeyse hepsi de çelişik olan sayısız kanıta dayanır. İçinde bulunduğumuz derin cehalette, bir Tanrı’nın varlığını varsayarsak, hangi din Tanrının hoşuna gidebilir? Eğer aklı başında insanlarsak ya bunların hepsini korumalıyız ya da hepsini yasaklamalıyız; onları yasaklamak kesinlikle en emin yoldur, çünkü hepsinin şaklabanlık olduğuna ahlâki olarak inanıyoruz ve var olmayan bir Tanrı’yı hiçbir din memnun edemez." (Marquis de Sade, Yatak odasında Felsefe) “Tanrı’ya inanmak için insanın aklını yitirmesi gerekir. Kimilerinin korkularının, kimilerinin zayıflığının meyvesi olan bu iğrenç hortlak, Eugenie, yeryüzünün sisteminde bir ise yaramaz: bu sisteme zarar verir, çünkü onun adil olması gereken istençleri doğa yasalarındaki temel adaletsizliklerle asla bir arada olamaz; onun sürekli olarak iyiliği istemesi gerekir, doğa ise kendi yasalarına hizmet eden kötülüğün karşılığı olarak iyiliği arzulamaktadır; onun sürekli hareket halinde olması gerekir, oysa bu daimi eylemi yasalarından biri kılan doğa onunla ancak daimi karşıtlık ve rekabet halinde olabilir. Ama, buna karşılık, Tanrı ile doğa aynı şeydir denebilir. Bu bir saçmalık değil midir? Yaratılmış olan şey yaratan varlığa eşit olamaz: Saat, saatçi olabilir mi? O halde, diye devam edilir söze, doğa hiçtir. Tanrı her şeydir. Bu da bir başka aptallık! Evrende zorunlu olarak iki şey vardır: yaratıcı fail ve yaratılan birey. Şimdi, yaratıcı fail kimdir? İşte çözülmesi gereken tek güçlük budur, cevaplandırılması gereken tek soru budur.” (Marquis de Sade, Yatak Odasında Felsefe)

Başkaldıran İnsan
Başkaldıran İnsan

7

"İnsansal ile tanrısal arasındaki ayrımın boş olduğunu, insanlığın özü,yani insan yaradılışı ile birey arasındaki ayrımdan başka bir şey olmadığını göstermek olacaktır işi. "Tanrı gizlemi insanın kendi kendine aşkındaki gizlemden başka bir şey değildir". Yeni ve garip bir kehanet yankılanır o zaman: "Bireylik inancın yerini aldı, us İncil'in, politika din ile kilisenin, yer göğün, çalışma duanın, düşkünlük cehennemin, insan da İsa'nın yerini", öyleyse yalnız bir cehennem vardır, o da bu dünyadadır: Onunla çarpışmak gerekir. Politika dindir, aşkın Hıristiyanlık, öbür dünyanın Hıristiyanlığı, kölenin vazgeçişi dolayısıyla yeryüzü efendilerini güçlendirir, göklerin dibinde bir efendi daha yaratır. Bunun için, tanrısızlık ile devrimcilik anlayışı aynı kurtuluş akımının iki yüzünden başka bir şey değildir. Her zaman sorulan soruya: Devrim akımı neden ülkücülükle değil de özdekçilikle birleşti? sorusuna verilen karşılık budur işte. Çünkü Tanrı'yı köleleştirmenin, onu buyruk altına alıp kullanmanın anlamı,eski efendileri ayakta tutan aşkınlığı öldürmek ve yenilerini yükselterek kral-insan çağlarını hazırlamaktı. Düşkünlük gününü doldurma, tarihsel çelişkiler çözülünce, "gerçek tanrı, insansal tanrı devlet olacaktır". Homo kominilupus1 o zaman homo homini deus2 olur. Çağdaş dünyanın kaynağında bu düşünce yatar. Feuerbach'ta, bugün hâlâ iş başında bulunan, korkunç bir iyimserliğin doğuşunu görürüz." (1) Latince: İnsanın kurdu gene insandır. Plautus'un ünlii sözü. insanoğluna kötülük edenin gene insan olduğunu belirtmek ister. (2) Latince: İnsanın tanrısı gene insandır. (Albert Camus, Başkaldıran İnsan)

Aşk Üzerine
Aşk Üzerine

7

“İnsanın 'sosyal bir yaratık' olması ne demek? İnsanların, yumuşakçalardan ya da solucanlardan farklı olarak kendilerini tanımlayabilmeleri ve bilinçlenmeleri için birbirlerine gereksinim duymaları anlamına mı geliyor? Etrafımızda bizim nerede bitip, başkalarının nerede başladığını gösterecek birileri olmadığı sürece kendi benliğimizi tümüyle kavrayamayız. "İnsan yalnızlık içinde yaşadığında bir karakter dışında her şeyi kendi kendine edinebilir," diye yazmış Stendhal,karakter oluşumunu başkalarının kişiye gösterdiği tepkilerle açıklamaya çalışarak. "Ben" bütünüyle bağımsız bir yapı olmadığı için, başkalarına gereksinim duyar. Kişisel tarihimi özümseyebilmem için beni iyi tanıyan, hatta bazen kendimden bile iyi tanıyan bir başkasına gereksinimim vardır.” (Alain de Botton, "Ben "in Onaylanması" Aşk Üzerine)