"Sevilmediğim için acı çektiğimi sanıyordum, oysa sevildiğimi sandığım için acı çekiyormuşum!" (Roland Barthes, "Neden", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) Aşık özne bir yandan takınaksal bicimde neden sevilmediğini sorup dururken, bir yandan da sevilen nesnenin kendisini sevdiği, ama bunu söylemediği inancı içinde yaşar. (Roland Barthes, "Neden", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) "Yoksayıcılık ne anlama gelir? Üstün değerlerin değerden düştüğü anlamına. Erekler eksiktir; 'Ne gereği var?' sorusunun yanıtı yoktur.”c Nietzsche (Roland Barthes, "Neden", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) "Sanrısal arzu psikozunun gizli ya da itilmiş arzulan bilince getirmekten başka bir şey yapmadığını, ancak ayrıca bunları tam bir iyi niyetle gerçekleşmiş olarak canlandırdığını unutmayalım."Freud (Roland Barthes, "Neden", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) "Kıskanç olarak, dört kez acı çekerim: kıskanç olduğum için, kıskançlığımdan dolayı kendimi suçladığım için, kıskançlığımın ötekini incitmesinden korktuğum için, bir bayağılığın beni tutsak etmesine boyun eğdiğim için: dışarıda bırakıldığım, saldırgan olduğum, deli olduğum ve sıradan olduğum için acı çekerim.(...) KISKANÇLIK. "Aşkta doğan ve sevilen kişinin başka birini yeğlemesi korkusunun ürünü olan duygu." "Aşkları garip aşklardı: kıskançlıktan başka bir aşık yanı yoktu" (Roland Barthes, "Kıskanmak", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) “Milyarlarca kez söylenmekle birlikle, seni-seviyorum sözlük- dışıdır: tanımı başlığını aşamayan bir betidir. (…)Seni-seviyorum bir tümce değildir: bir anlam iletmez, bir uç duruma yapışır: "öznenin ötekiyle kurgusal bir bağıntısına asılı olduğu duruma". Bir sözcük-tümcedir. Sözcük-tümce; ancak kendisini söylediğim anda anlam taşır: dolaysız söylenişinden başka hiçbir bilgi iletmez: hiçbir anlam dağarcığı yoktur. Her şey söylenişindedir: bir "formül”dür, ama bu "formül" hiçbir töremin karşılığı değildir: seni-seviyorum dediğim durumlar smıflandırılamaz: seni-seviyorum bastırılamaz, kestirilemez. Öyleyse bu tuhaf varlık, bu itkiye bağlanamayacak ölçüde tümcemsi, tümceye bağlanamayacak ölçüde çığlıksı dil yapaylığı hangi dilbilimsel düzene girer? Ne tümüyle bir sözcedir, ne de tümüyle sözcelem. Buna bir haykırma denilebilir.Haykırmanın bilimde yeri yoktur: seni seviyorum ne dilbilime girer, ne göstergebilime. Durumu daha çok müziğin durumu olabilir.Şarkıda olduğu gibi,seni-seviyorum’un haykırtmasında, arzu ne (sözcede olduğu gibi) bastırılmış, ne de (sözcelemde olduğu gibi,beklemediğimiz yerde) benimsenmiştir, yalnızca: doyumuna varılmıştır. Doyum söylenmez; ama konuşur ve seni-seviyorum der.” (Roland Barthes, "Seni Seviyorum", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) Aşkın "göstergeler"i uçsuz bucaksız bir tepkisel yazını besler: aşk canlandırılır, bir görünüşler estetiğine bırakılır. Karşı-gösterge olarak, seni-seviyorum Dionysios'un yanındadır: acı yoksanmamıştır ama haykırıyla, içselleştirilmemiştir: seni-seviyorum demek, tepkiseli dışarı atmak, onu göstergelerin sözün dolambaçlı yollarının sağır ve sızlanan dünyasına yollamaktır. Haykırı olarak, seni-seviyorum harcamanın yanındadır. Sözcüğün haykırısını isteyenler harcama özneleridir: bir yerde tutulması saygısızlıkmış (bayağılıkmış) gibi sözcüğü harcarlar; dilin uç sınırında, dilin kendisinin (bunu ondan başka kim yapardı ki?) güvencesiz olduğunu kabulettiği, ağsız çalıştığı yerdedirler. (Roland Barthes, "Seni Seviyorum", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) “Anlaşılmaz bir nesne için çırpınmak, kendini yiyip bitirmek dinin ta kendisidir. Ötekini yaşamımın kendisine bağlı olduğu, çözülmez bir bilmeceye dönüştürmek onu bir tanrı olarak benimsemektir.(…) İnsanın ne kadar severse o kadar anladığı doğru değildir; aşk eyleminin benden elde ettiği şey şu bilgeliktir yalnızca: ötekini tanımak gerekmez; saydamsızlığı bir gizin perdesi değildir hiçbir zaman, bir tur acık gerçektir daha çok, görünüş ve gerçeklik oyunu bu açık gerçekte yok olur. O zaman bilinmedik olan, her zaman da bilinmedik kalan birini sonuna dek sevmenin coşkusu sarar içimi: gizemsel atılım: bilgisizliğin bilgisine ulaşırım.” (Roland Barthes, "Bilinmez", Bir Aşk Söyleminden Parçalar "Ötekinin solması sesindedir. Ses sevilen varlığın yok oluşunu taşır, belirtir, bir bakıma da gerçekleştirir, çünkü ölmek sese özgüdür.(…)Freud, dinlemeyi cok sevmekle birlikte, telefonu sevmezmiş anlaşılan. Telefonun bir ses akışımı, ilettiği şeyin de kötü ses, yalancı iletişim olduğunu sezdiği, önceden gördüğü için mi? Hiç kuşkusuz, telefonla ayrılığı yadsımaya çalışırım. Telefonun teli iyi bir geçişim nesnesi değildir, cansız bir ip değildir, anlamla yüklüdür, birleşmenin değil, uzaklığın anlamıyla: telefonda duyulan, sevilen, yorgun ses: bütün kaygısıyla solma. Önce, bu ses bana ulaştığı zaman, burada olduğu, sürdüğü zaman tümüyle tanımam onu; sanki bir maskenin altından çıkıyormuş gibi.Sonra,öteki telefonda her zaman yola çıkış durumundadır, iki kez gider, sesiyle ve sessizliğiyle: kim konuşacaktır? Birlikte susarız: iki boşluğun tıkanıklığı. Telefondaki ses, "Senden ayrılacağım," der her saniye. Telefondan kaygı duymak: aşkın gerçek imzası." (Roland Barthes, "Solmak", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) "SOLMAK. Sevilen varlığın anlaşılmaz ilgisizliğini aşık özneye yöneltmediği ya da, dünya olsun, rakip olsun, bir başkası yararına dile getirmediği zaman bile, her türlü bağıntıyı koparır gibi görünmesinden kaynaklanan acılı deney. (…) Ötekinin solması, ortaya çıkınca, bana kaygı verir, çünkü nedensiz ve sonuçsuz gibi görünür. Hüzünlü bir ılgım gibi, öteki uzaklaşır, sonsuzluğa doğru gider ve ben oraya ulaşacağım diye didinip dururum.(…) Aşık öznenin aştan açıklanmaz geri çekilişi, gizemcilerin çok iyi bildikleri bırakıştır: Tanrı vardır, ama artık sevmemektedir." (Roland Barthes, "Solmak", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) "Dünya kesinlikle budur: bir paylaşma zorunluluğu. Dünya (toplum) rakibimdir. Cansıkıcılar durmamacasına rahatsız eder beni: bir rastlantı sonucu karşınıza çıkıp da zorla masanıza oturan uzak bir tanıdık; lokantada bayağılıkları ötekini gözle görülür bir biçimde, kendisiyle konuşup konuşmadığımın bile ayrımına varmasını önleyecek ölçüde büyüleyen masa komşuları; ötekinin daldığı bir nesne, hatta, örneğin bir kitap (kitabı kıskanırım)." (Roland Barthes, "Cansıkıcı", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) "Toplumsal töremler karşısında her türlü boyun eğme sevilen varlığın bir tür yaltaklanması gibi görünür, bu yaltaklanma da onun imgesini bozar. Çözümsüz çelişki: bir yandan, kusursuz bir nesne olduğuna göre, Charlotte'un "iyi" olması gerekir; obur yandan da bu iyiliğin beni temellendiren ayrıcalığı yoketme sonucunu vermemesi. Bu çelişki bulanık bir kine dönüşür; kıskançlığım belirsizdir: cansıkıcıya yöneldiği kadar onun isteğini pek rahatsız olmuş gibi görünmeden karşılayan sevilen varlığa da yönelir: ötekilere, ötekine, kendime sinirlenirim (bundan bir "kavga" cıkabilir)." (Roland Barthes, "Cansıkıcı", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) "Aşık öznenin sevilen varlığa ölçülü bir coşkuyla bol bol aşkından, ondan, kendinden, kendilerinden sözetme eğilimi:bildirim aşkın açığa vurulmasına yönelmez, aşk ilişkisinin biçimine yönelir, sonsuzca yorumlanan biçimine.(...) Aşıkça konuşmak bir yere varmaya çalışmadan, bunalıma düşmeden harcamaktır; orgazmsız bir ilişki gerçekleştirmektir." (Roland Barthes, "Görüşme", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) "Aşık özne sevilen varlığa kendisini sevdiğini bildirmesi gerekip gerekmediği sorusuna değil (bir açılma betisi değildir bu), tutkusunun "sıkıntılarım" (kargaşalarını); arzularını, üzüntülerini, kısacası aşırılıklarını (Racine'in diliyle, taşkınlığım) ondan ne ölçüde gizlemesi gerektiği sorusuna yanıt arar.(…) Bir çifte söyleme takılmışım, içinden çıkamıyorum. Bir yandan, "Ya kendi yapısının eğilimi sonucu, ötekinin soruma gereksinimi varsa?" diye soruyorum kendi kendime.O zaman, kendimi "tutku"mun düz anlatımına, coşkun söylemine bırakmakla haklı cıkmış olmaz mıyım? Aşırılık çılgınlık benim gücüm, benim gerçeğim değil mi? Ya bu gerçek, bu güç en sonunda etkisini gösterirse? Ama bir yandan da şöyle diyorum kendi kendime: bu tutkunun göstergeleri ötekini boğabilir. Öyleyse, onu sevdiğim için, ondan kendisini ne denli sevdiğimi gizlemem gerekmez mi? Ötekine bir çifte bakışla bakarım: kimi zaman nesne olarak görürüm onu, kimi zaman özne olarak; zorbalıkla kurbanlık arasında duralarım." (Roland Barthes, "Gizlemek", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) "Aşık mıyım? -Evet, beklediğime göre." Öteki hiç mi hiç beklemez. Bazı bazı beklemeyen kişiyi oynamak isterim; başka bir yerde oyalanmayı, geç gelmeyi denerim; ama her zaman yenilirim bu oyunda: ne yaparsam yapayım, boşuna, tam zamanında, hatta saatinden önce, orada olurum. Aşığın kaçınılmaz kimliği yalnızca budur: “ben bekleyenim.” "bekletmek": her iktidarın sürekli ayrıcalığı, insanlığın bin yıllık eğlencesi." (Roland Barthes, "Bekleyiş", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) "Yaşamımda milyonlarca bedenle karşılaşırım; bu milyonlarca bedenden ancak birkaç yüzünü arzularım; ama bu birkaç yüzden yalnızca birini severim. Aşık olduğum öteki bana arzumun özgüllüğünü gösterir.(...)Bununla birlikte, arzumun özgüllüğünü ne denli çok duyarsam, o denli az adlandırabilirim onu; hedef kesinleştikçe ad titrer; arzunun yerindeliği olsa olsa sözcenin uygunsuzluğuna yol açar. Bu dil başarısızlığından tek bir iz kalır geriye: "tapılası" sözü. Tapılası demek: onun tek olması bakımından, arzum budur demektir: "Bu budur! Tam olarak budur (benim sevdiğim)" demektir. (Roland Barthes, "Tapılası", Bir Aşk Söyleminden Parçalar) "Bu kitabın gerekliliği şu düşüncede yatıyor: bugün aşk söylemi alabildiğine yalnız. Belki de binlerce özne kullanıyor bu söylemi (kim bilir?) ama hiç kimse desteklemiyor; çevre diller tümden bırakmışlar onu: ya bilmiyor, ya küçümsüyor, ya alaya alıyorlar; yalnızca iktidardan değil, çarklarından (bilim, bilgi, sanat) da koparılmış. Bir söylem böylece kendi gücüyle güncel-dışının akıntısında sürüklenmeye başlayıp her türlü şiirselliğin dışına sürgün edilince, olsa olsa,bir kesinlemenin yeri olabilir (bu yer ne denli dar olursa olsun). Başlayan kitabın konusu işte bu kesinlemedir." (Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar) "Âşık olduğumuzda kullandığımız dil, her zaman konuştuğumuz dilden çok farklıdır; çünkü yalnızca kendimize ve hayalimizdeki sevgiliye yönelmiştir. İşte tam da bu nedenle yalnızlığın dilidir aslında aşkın dili... Günümüzde bu yalnızlığa bir de aşkın toplumun kıyısına itilmesinden gelen yalnızlık ekleniyor: Hâlâ birçok insan âşık oluyor, aşk söylemi hâlâ sürüyor, oysa toplum cinselliği hevesle konuşurken, aşk söylemine alayla bakıyor. Roland Barthes'ın edebiyatın başlıca aşk metinleri üstünden yazdığı bu arzu anatomisi kitabında, âşık olan herkesin iyi bildiği o bekleyişler, randevular, mektuplar, âşık olmak için âşık olmalar, "ölesiye seviyorum" lar, tartışmalar, intihar tehditleri, terkedip tekrar bir araya gelişler var. Yazarın, aşk söylemini kavramlarla, çağrışımlarla yeniden oluşturduğu bu parçalar "aşk"ın, kelimenin belki de şimdi dünyamızdan yavaş yavaş çekilen o eski anlamıyla, nasıl bir "tutku" olduğunu gösteriyor." (Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar) Arka Kapak Tanıtım yazısı "Davranışında her şey, artık beni sevmediğine göre, benim için hiçbir şeyin önemi yok der gibiydi. Oysa onu hala seviyordum, hatta hiçbir zaman böylesine sevmemiştim; ama bunu ona kanıtlamam olanaksızdı artık. En korkuncu da buydu." (Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar)
Batı’nın gördüğü Türk’ü merak ederek bu kitabı okumak daha önceki bildiklerinin yanında sürpriz bir etki yarattı mı, nedenlerini açıklayıcı bir şey kattı mı derseniz söyleyeyim katmadı. Batı bizi; en başta Hıristiyanlığın İslam’a olan düşmanlığından kaynaklı müslüman bir toplum olmamızdan ve Osmanlı’nın Konstantinopolis’i almasından beri; barbar, zulmeden, tembel, devlet işlerinde rüşvet ve yolsuzluk yapan, şehvet düşkünü ve ahlaksız olarak değerlendiriyor. Değerlendirmeye eklenecek, çıkartılacak ya da tamam batı doğuya hep ırkçı yaklaşmıştır ama “doğuda bunun böyle olmadığını gösterecek bir şey yapmış mıdır? Ve yahut da yaptıysa ya da yapsaydı batının gözünde doğu algısı değişir miydi?” bunlar hep tartışma konusu. Bana öyle geliyor ki bu doğu ya da Türk algısı batının beynine kodlanmış. Biz ne yaparsak yapalım batı bizi algıladığı gibi görmeye devam edecek. Anlattığına göre yazar batının bu düşüncesini bir anda oturup yazmamış otuz yılı aşkın süredir yaşadığı Londra ve başka ülkelerde Türkler üzerine biriktirdiği görseller sonucu oluşan düşünceyi illüstrasyon çizimlerle ve resimlerle anlatmış. Bu resimlerin esrarengiz peçeli kadınlar, fesli, göbekli, kılıç ya da bıçaklı eli kan damlayan adam çizimleri olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Kim anlatmış bunu Roni Margulies. Roni Margulies kim? Türkiye’de yaşayan, burada Taraf gazetesinde köşe yazarlığı yapmış, altı şiir, şiir çevirilerinden oluşan dört kitabı, siyasi tercümeler, edebiyat, tarih ve siyaset hakkında birçok makalesi bulunan, 2002 yılında da Yunus Nadi şiir ödülüne layık görünen, Yahudi asıllı olup ama bunu kabul etmeyen kendini Siyonizm karşıtı devrimci olarak tanımlayan, DSİP üyesi ve Kemalizm düşmanı bir yazar. Yani kitabı yazdığı için yazar demek durumundayım. Kemalizm’e neden karşı olduğunu bir konferansta gerekçeleriyle anlatmış ve bugün hala sancılarını yaşadığımız sonuçlar baz alındığında bana bazı düşünceleri mantıklı gelmiştir. Mantıklı gelen düşünce şuydu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra batılılaşma sürecinde geri kalmışlığı çağrıştıran ne varsa toplumun o zamana kadar ki değerleri hiçe sayılarak bir kenara itilmiş, hazır olmayan halka devrim niteliğinde yeni değerler yüklemiştir. Bende onun gibi soykırım niteliğindeki bu devrim yerine, halkın benimseyeceği evrimsel bir devrim olsa daha mı iyi olurdu diye düşünüyorum. Tabi o dönem için şartlar göz önüne alındığında hangisi daha doğru olurdu bunu öyle değerlendirmek gerekir. Kitapta Ermeni soykırımına değiniliyor ve Türkiye’nin buna cevap olarak “biz, siz ne kadar Yahudi öldürdüğünüzü soruyor muyuz? Siz kendi işinize bakın” şeklinde cevap vermesinin ve soykırımla ilgili bir romancının (Orhan Pamuk’tan bahsediliyor) Türklüğü aşağıladığı gerekçesiyle mahkemeye verilmesinin, batının Türkleri yanlış bilmesinden mi yoksa Türkiye’de ifade özgürlüğü olmamasından mı kaynaklandığını soruyor dolayısıyla demokrasiyi sorguluyor. Kitaptaki bir diğer konu ise Türklerin imaj meselesi. Bugün hala ülkemizde yaşanan bir olayda olayın halk ya da ülke açısından vahametinden çok dünyaya rezil olduk kaygısı vardır. Yani dünyaya rezil olmak, elalem ne der kaygısı bizim için her şeyden önemli. Türk erkeklerinin eğitimsizlikten ziyade, aşırı şehvet düşkünü olmaları nedeniyle zihinsel yetersizlikten kaynaklı bön bakışlı oldukları yazılanlar arasında. Görüldüğü üzere kitabın başlığında ve içeriğinde Terrible yani korkunç Türk kelimesi doğal bir sıfatmış gibi rahatlıkla kullanıyor. Yani batı bunu Türkleri aşağılamak için söylemiyor, Roni; 2. Abdülhamit’ten bu yana batı algısında Türk, korkunç sıfatıyla birlikte gelir diyor. Terrible Türk yani o kadar. Kitapta altını çizdiğim, okurken gülümsediğim en önemli detay; Charles Darwin’in 1881 yılında bir komutana yazdığı mektup. Aynen aktarıyorum. “Çok da ileri olmayan bir tarihte dünyaya bakacak olursak, her tarafta düşük düzeyli ırkların pek çoğunun daha yüksek, uygar ırklar tarafından bertaraf edilmiş olduğunu göreceğiz. “ Darwin bu kelimeleri yazalı 140 yıl geçtiİ ne Türkler bertaraf oldu, ne de Batı’nın gözündeki Türk imajı.
Bangır bangır Ferdi çalıyor evde; Mahir Ünsal Eriş’in okuduğum ilk kitabı. Bu Afilli Filintalar tayfasının tüm üyelerinin kitapları şahane denecek şekilde insanı bir yerden yakalıyor ve bırakmıyor. İlk Murat Menteş’le kapıldım bu akıma, sonrası Alper Canıgüz, Barış Bıçakcı, Emrah Serbes, Murat Uyurkulak, Onur Ünlü derken bu tayfaya ait olmasa da tayfanın üyeleriyle sıkı bağlar kuran ve onlar kadar can acıtıcı, ironik, trajikomik, hüzünlü hikayeler yazan canım Ali Lidar. Ali Lidar bu kitabın neresinde aklıma geldi derseniz o da Şirintepe parkında fena halde Ferdi dinler oradan bir esinlenmeyle Emrah Serbes'in Erken Kaybedenler'i kitabı arasındaki benzerlikleriyle Ali-Emrah-Mahir ve çocukluğum olmak üzere hep beraberdik bu kitapta. Seksenler doksanlar dönemini sanki mahalleden bir arkadaşımla parkta buluşmuş, önümüzde bir kâse leblebi, elimizde gazoz içerken günlük yaşadığımız olayları anlatıyormuş gibi bir anlatımla anlatmış. Babamın Müslüm Gürses, annemin Ferdi Tayfur, dinlediği bir evde entelektüel olmaya çalışmak adına rock dinleyen bir tiptim. Ama ne fayda. Kabul edelim benim de çocukluğumun geçtiği 80’ler yoksulluk dahası yoksunluk demekti. Bangır bangır Ferdi çalıyor evde daha ne olsun. Birçok hikayede “ben de bunu yaşadım” dediğim çok şey oldu. Sanırım 1980 doğumlu ve Ankaralı olması nedeniyle kendimle özdeşleştirme duygusuyla (ee çocukluğumuz aynı yerde geçmiş sonuçta:) hikayeleri daha bir sahiplenerek okudum. Çoğu hikâyenin onun açısından da otobiyografik olduğunu bu nedenle üslubunun samimi, duyguları olayları tespit edercesine akıcı anlattığını fakat hikayelerin belki bitiş kısmında olabilir hep bir olmamışlık, bir eksiklik duygusuna kapıldığımı söyleyebilirim. O tamamlanmamışlık duygusuyla gelen tatmin olma dürtüsü neticesinde kitabın sonraki sayfalarını aradığım şeyi bulma umuduyla daha bir merakla çevirdim. Olmadı. Hani o eksiklik duygusu var dedim ya aslında o Kafka’nın “Milena’ya Mektuplar” kitabında olduğu gibi bir beklentinin hayal kırıklığı olabilir hani orada da Kafka; o mektupları bir gün kitap haline getirmek için yazmamıştı sevgilisine o anın getirdiklerini olduğu gibi yazmış bir nev-i dertleşmişti onunla fakat biz okurlar beklenti içinde olduğumuzdan kitabı Kafka’ya göre basit bulmuştuk halbuki o kitap yazmamıştı sevgilisine mektup yazmıştı ölümünden sonra arkadaşı bunları kitap olarak yayınlamasaydı eğer.. Eriş’te de Kafka’ya benzer bir durum söz konusu gelin bunu kendi röportajında anlatımıyla okuyalım. “Bu kitabın aynı anda hem olumlu hem olumsuz bir özelliği var benim için... Olumlu yanı, bu öykülerin hiçbirini bir gün kitap olacağı düşüncesiyle yazmamıştım ve içinde hiç yazar sahteliği yok. Olumsuz yanı ise kitap olacağını hiç düşünmediğim için hiç yazar kafasıyla ölçüp biçip, derli toplu bir şey koyamadım ortaya. Bu yüzden birinin karşıma çıkıp “sen de yazar mı oldun canım...” demesinden çok korkuyorum. Çünkü olmadım. Ben bir şeyler anlattım, bir kitaba dönüştüler, belki de bir daha hiçbir şey anlatamayacağım." İşte bu duruma rağmen tanıtım bültenlerinde Eriş; "anlatma iştahıyla dolu yeni bir ses" olarak lanse ediliyor haliyle okuyucuyu beklenti içine sokuyor. Kitabın bütününe baktığımda sonuç olarak Eriş için; tayfanın diğer üyelerinin biraz gerisinde ama aldığı Sait Faik Öykü ödülünü sonuna kadar hak etmiş ilerleyen zamanlarda daha başarılı umut vadeden bir yazar olduğunu düşünüyorum. Ancak “Bangır bangır Ferdi çalıyor evde” dediğim gibi beni tam anlamıyla tatmin etmedi. Yine de 14 hikayeden oluşan bu kitapta "vakitlice gelmeyen çiş", "ben evlenmeyi boşanmaktan daha çok seviyorum","biraz uzunca diyet hikâyesi" ve "kadınlar hep olmadık zamanlarda" en sevdiğim hikâyelerden… Kitaptan Altını Çizdiklerim : -Aşk acısı çekmenin yeri de yok, yaşı da; nereye gitsen aynı kafayı taşıyorsun çünkü. Kaçarın yok. -Her şeyin biteceği hakikatini aklına getirmeyebilecek kadar çocuk olmak ne büyük mutlulukmuş meğer. -Saat ikiyi çeyrek geçmeye niyetliydi. Zaman tereddüt eder mi, mevzu bahis ileri gitmekse eğer? -Çaresiz erkek, sevildiği zaman umurunda bile olmayan ne çok ayrıntıyı hatırlıyor vakit terk edilmeyi vurunca, o ayrıntılardan kurmaya çalışıyor geri dönüşünü kadının. Oluyor mu? Olmuyor. -Yaşı kaç olursa olsun bütün kadınların ağlamasında insanın kendi annesinin ağlayışını hatırlatan bir şey var, canından can yolar adamın.
Filibeli Ahmed Hilmi; batılaşma sürecinde Osmanlı aydınlarının bilime yönelmesindeki keskin geçişi kabul etmeyerek bilim ve hikmeti bir arada savunan felsefi düşünürlerimizdendir. Üniversitede felsefe öğretmenliği yaptığı sırada oradaki bir sempozyum da “Eserlerinde bazı maddeci, pozitivist düşünürleri savunan Celal Nuri'nin "hakikate ulaşmak için bir tek aracımız vardır: “Bilim" görüşünü, "acaba hakikat nedir?", "hakikatin ölçüsü nedir?" ve "bilim ne demektir ve değeri nedir?" sorularıyla bilimin aslında varsayımlara dayandığını, bu yüzden de değerinin göreceli olduğunu, araştırma ve inceleme sonsuz olduğundan bilimin hiçbir zaman son sözü söylememiş bulunduğunu ve dolayısıyla bilimim hikmetten ayrı olmayacağına dair sorgulayıcı bir düşünce geliştirmiştir. Tabi ben İslamiyetin hakim olduğu bir coğrafyada mantığıma denk düşen kendi inanç sistemimden dolayı konu hakkında kesin bir yargıya varamayacağım zira çok derin bir konu. Kesin olan Filibeli Ahmet Hilmi’nin İslam felsefesini edebi bir dille anlatmaya çalışmış olduğudur. Neyse Filibeli siyasi bir meseleden sürgün edilir daha sonra Meşrutiyetin ilanıyla İstanbul’a geri döner . Gazete ve dergilerde yazmaya başlar. Hatta bu A’mâk-ı Hayâl o dergilerde yayınlanan kısa hikayelerdir. Ölümünden 11 yıl sonra birleştirilerek kitap olarak basılmıştır. Ölümüne gelince zehirlenerek öldürüldüğü bilinir ancak ölümüyle ilgili çeşitli söylentiler vardır. “Masonlukla ve siyonizmle “ ilgili mücadele eden ilk kişilerden olduğu bunun için de Masonlar tarafından zehirlendiği diğer bir söylentiye göre de gazetede yazdığı yazılarda İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ağır bir şekilde eleştirmesinden dolayı cemiyet tarafından zehirlendiği söylenir. Laiklik anlayışına ters düşen ülkemizde Filibeli gibi yazarları ve yahut ta düşünürleri tanıma şansımız olmuyor ne yazık ki… Tasavvuf, doğuya yönelme gibi konularda fikir sahibi olmadığım için kitabı belki 5 aydan fazladır okuma işini erteliyordum. Bir alt yapı olmalı, bir zemin oluşturmalıyım derken doğu edebiyatı ve şiire ilgi duymamı sağlayan biri ile tanıştım. Gerçi iki senelik bir arkadaşlık ama ben iki aydır ancak tam anlamıyla farkındayım. Sanırım okumak, birinin varlığını gerçek anlamda fark etmek de dahil her şey “o şey”e hazır olmakla alakalı… Şiire, doğuya ve divan edebiyatına ilgi duyma derken kendiliğimden bu kitabı okumaya karar verdim. Kitabı bir gece oturup sabaha kadar fonda Masar - Le Trio Joubran, Bab-ı esrar ve günlerdir dilimden düşürmediğim Abdülhak Hamit Tarhan’ın “Bir Gazup Şair” dinletileri eşliğinde okudum. Son zamanlarda madde ile mana arasına sıkışıp kaldığım bir dönemde sanırım çıktığım en derin yolculuktu. Bir başlangıç yaptığımı düşünüyorum ama devamı için nasıl yol alacağımı bilemiyorum o ayrı bir durum. İdrak edebildiğim kadarıyla kitaba gelirsek; A’mâk-ı Hayâl; “Hayat; sekr anında görülen bir düş değil midir? ...kim bilir ? “ sorusuyla aklımıza yer etmiş sorusuyla felsefe ve tasavvuf üzerine 23 fantastik öyküyü içinde barındırmakla birlikte iki bölümden oluşuyor. Bu hikâyelerden benim en beğendiğim karınca hikâyesidir. Birinci bölümde; kitabın kahramanları dindar bir ailede yetişmiş, iyi bir eğitim almış, içkiden gezip tozmalardan, kendisini tatmin edemeyen arkadaşlarından bunalmış hakikati arayan Raci ile Raci’nin evinin önünden geçerken uğradığı mezarlıkta karşılaştığı Aynalı baba. Hakikat peşindeki Raci; Aynalı babanın çaldığı ney eşliğinde hayal aleminde dokuz gün süren yolculuğa çıkıyor. Bu yokluk tepesinden hiçlik zirvesine oradan alimler meclisine uzanan ilahi yolculukta bugün materyalist anlamda gerçek olmayan ama maneviyatta bir çoğumun ulaşmaya çalıştığı derinliklere yelken açıyor. İkinci bölümde; Raci’nin aklını kaybetmesi ve Manisa tımarhanesindeki günlerini anlatır. Delirmiştir ama huzurludur da. Aynalı baba burada da onu yalnız bırakmaz ve Aynalı babanın ölümünün ardından o da insanlara hakikati gösteren bir mürşit olarak hayatına devam eder. Kitap böyle bilindik bir yol gösteren ermiş hikâyesi gibi görünüyor ama aslolan eserdeki Aynalı babanın anlattıkları. Hatta bir tane de Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u yazarken A’mâk-ı Hayâl’den yola çıkarak yazdığı şu hikayeyi anlatayım. Bir gün Allah peygamberleri çağırıp sormuş saadet nedir demiş? Her biri kendilerine göre cevap vermişler. Musa : Arzı Mev'uda gitmektir , İsa : Bir yanağına vurana ötekini uzatmaktır , Buda : Hayatta hiçbir arzusu olmamaktır , yollu şeyler söylemiş. Sıra bizim Muhammed' e gelince : Saadet , hayatı olduğu gibi kabul etmektir... demiş. Ne doğru söz! Hayatı olduğu gibi kabul etmeli ve ona ne bir şey ilave etmeli, ne de ondan bir şey eksiltmeli. Kitaptan altını çizdiklerim: - "Görünebileceğin başkasının olmaması ve seni görebilecek başkasının olmaması gerçeğinin verdiği boşluğu bilir misin? Nereden bileceksin? " - Bu âlemde olan her şey benim sıfatımdır. Ben olmasaydım, hiçbir şey olmazdı. Ben “hep”im ya da “hiç”im. Ben “hiç”im ya da “hep”im. Zaten “hiç” ve “hep” aynıdır, tek şeydi
"Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor." Sait Faik; Cumhuriyet Dönemi sonrasında dönemin yazar ve şairleri gibi doğu-batı medeniyetleri arasında hiçbir akımın etkisinde kalmayarak, 1930’lu yıllarda etkisinde kaldığı Maupassant, Gorki ve Çehov’un öykü anlatıcılığından da daha sonra ayrılıp klasik öykü tekniğini yıkıp, kendi özgün dilini oluşturarak kökü kendisinde olan, modern Türk öykülerinin öncülerinden biri olmuştur. Öykülerinde sadece çok toplumsal sorunları değil, bireysel sorunları da değinen, edebi bir özelliği olup olmadığı kaygısı taşımadan aklına ne gelirse yazan, anlatıcı ile anlatılanın birbirinden zor ayrıldığı, insan sevgisi ve çevresinde gördüğü her şeyi iyi-kötü, güzel-çirkin olmak üzerine bir bütün olarak ele alan ve gerçeklikle ifade eden bir yazardır. Ölümünden sonra onunla özdeşleşen Burgaz Ada’sındaki evi annesinin isteği üzerine müzeye dönüştürülmüştür. Adına her sene öykü ödülü verilen Abasıyanık’ta benim için Jean Genet gibi anlamlandıramadığım, kendimle bütünlük kuramadığım yazarlar kapsamında yerini aldı. Saik Faik için genelde huzursuz ve yalnız bir adamdı tanımı yapılır. Bu huzursuzluğa etken şey içinse onun “işe yaramıyor hissi” içinde olmasını söylerler. Varlıklı bir ailenin ferdi olan Sait Faik; “Yazı yazmayı iş saydığım için başka bir iş yapmamaya karar vermiştim kim ne derse desin. Yalnızca yazılarımla geçinme kararımı kafamdan kimse söküp atamaz” demesine karşılık yine de kendisini bir işe yaramayan adam hissi içinde bulur bunu da agresif tavırlarıyla etrafına belli edermiş. Bir yurtdışı seyahati sırasında pasaportuna “işsiz” yazılmasına fena içerlemiş birçok dost sohbetlerinde ve yazılarında bunu dile getirmiştir. Yalnızlık hissini ise; babasının ölümü, Medar-ı Maişet Motoru ilk kitabının toplatılması ve siroz teşhisi konması üzerine üç kez yazmayı bırakmış ama kendi iç dünyasındaki kargaşadan ve sürekli kafasında dönen kurgulardan kurtulamaması üzerine tekrar yazmaya başlayarak “yazmasaydım delirecektim” diyecek kadar belli etmiştir. Daha çok kitaplarıyla yazar olarak tanıdığımız Sait Faik’in şair yönü de vardır. Fakat Sait Faik’in şiirlerini okuduğumda yüreğime dokunan mısraları yok denecek kadar azdır. Sanırım bu benim, şiir yazma da ölçünün hecenin sonradan öğrenilebilir ancak o yüreğe dokunan duygunun doğuştan gelen bir yetenek olduğuna inandığım olgusundan ileri gelebilir. Mesela bir Ahmed Arif, bir Cemal Süreyya daha hisli adamlarmış gibi geliyor ve bu adamlar sanki şiir yazmak için doğmuşlar gibi hissettirdiklerinden onların yazdıklarını kendi duygu dünyamda örtüştürebiliyorum. Benim için Sait Faik’te durum böyle değil, bilemiyorum belki de bu durum benim ön yargılarımdan biridir. Sait Faik’in daha önce yine öykülerden oluşan “Semaver Kumpanya” isimli kitabını okumuştum. Bana göre kitaptaki “İpekli Mendil”, “İhtiyar Talebe” ve “Meserret Oteli” öyküleri, insanı duygusal bir yerinden yakaladığı için hüzünlendiren o yüzden diğer öykülerine nazaran etkisi fazla olan öykülerdendi. Sanıyorum, kitabı okurken yazarla ilgili fikir sahibiyseniz yazdıklarında ona dair izler bulduğunuzda yazar ve yazdıkları arasındaki bütünlük hissi bir samimiyet oluşturduğundan kitapla ve yazarla aranızda kopmaz bir bağ oluşuyor. Mesela Sait Faik’in etkisinde kaldığım öykülerindeki hüznü ve üzüntüyü Sait Faik’in yalnızlığı ve sevgisizliği ile örtüştürebildiğimden öykülerin içime nüfuz etmesi daha kolay ve acabasız oluyor. Bunun tam tersi, yazdıklarıyla yaptıkları örtüşmeyen yazarlar bana hep itici ve yabancı gelmiştir. Bahsini ettiğim yazarla bütünlük kuramama hissi uyandıran yazarlardan birisi benim için Elif Şafak’tır mesela. Bu durum kitabı okurken yazarı tanıma kavramı önyargıya neden olsa da ben yinede bireyin psikolojisini ve içinde bulunduğu durumu bilirsek eserleri daha doğru algılayabileceğimiz görüşündeyim. Ece Ayhan’ın İkinci Yeni’nin öncüsüdür dediği Sait Faik’in “Alemdağı’nda Var Bir Yılan isimli bu öykü kitabı; anlatımında hayal, kurgu ve rüya içeren 17 öyküden oluşur. Her bir öyküde Saik Faik’le ilgili daha fazla çözümleme ve fikirlere sahip oldum. “Hişt hişt” isimli öyküde yalnızlık vurgusu öyle işlenmiştir ki, kahraman arkasından duyduğu her hişt sesini kendi üzerine alınır hale gelmiştir. “Hişt hişt sesleri gelmedi mi fenadır, bir insandan, kuştan, çiçekten fark etmez. Bir hişt hişt sesi gelsin de nereden gelirse gelsin” der. Hişt hişt sesleri onun için, insanın tabiat içindeki varoluşunu simgeler. “Çarşıya İnemem” öyküsüyle 1930’lu yıllarda ekonomik buhran ile sarsılsan dünya ekonomisinde Türkiye’nin devletçilik politikasının baskıcı tutumunun insanlar üzerindeki etkisini işlemiştir. Kendisi de o dönemlerde yazarak hayatını kazanmaktadır. Bugün olduğu gibi o zamanlarda da insanların kazanç uğruna hayatın anlamını yitirdiğinden yakınır. “Dülger Balığının Ölümü” öyküsünde; insan doğasının bir gerçeği olan ölümü işlerken, çoğunluğa uymayan insanların toplum tarafından dışlanarak insanı nasıl yalnızlaştırdığını ele alıyor. Kitaptaki öyküler genelde yalnızlık üzerine işlenmiş olsa da öykülerden birkaçında özellikle de “Panço’nun Rüyası”, “Yani Usta” ve “Kafa ve Şişe” gibi öykülerinde, öykünün kahramanları arasında geçen yakınlığı Freudyen bir yaklaşımla zaman zaman eşcinsellik eğilimi olarak nitelendirdim. Mesela Panço karakterinin kırklı yaşındaki bir adamla abi-kardeş ya da arkadaş ilişkisinden daha farklı ve özel bir ilişkisinin olması, Yani Usta’nın evlenecek olmasına ellili yaşlarındaki anlatıcı adamın çok bozulması, Kafa ve Şişe’de meyhanede ihtiyar adamın genç delikanlıya bakması sonrası çıkan kavga hikâyesi ve Çarşıya İnemem öyküsünde geçen; “Yasaklarla çevrili bir dünyada yaşamsak, yasaksız yaşayamazdık. Yasakları kabul ettik. İnsanoğlu için yasaklı hayvan diyebiliriz. Gün olur sular yemişler bile yasaktır, insanlar birbirine yasaktır, aşklar yasaktır. Canım çekiyor diye seni öpemem güzel çocuk!” bu satırlar, öykülerinin bütününe bakıldığında eşcinsellik ilişkilendirmemi destekler nitelikte. Ancak sözünü ettiğim eşcinsellik eğiliminde cinsellik yok, genç erkeklerle geçirilen zamandan doğan hoşnutluk var. Belki de realistten uzak, sürrealist ezgilerin olduğu bu satırlarda bu düşünceyi Sait Faik’in, annesinin aşırı ilgisi ile babasının aşırı ilgisizliği arasında sıkışıp kalmasından doğan çatışmaya bağlayabiliriz. Belki Sait Faik, kahramanları üzerinden eksikliğini duyduğu baba rol modelini yaşıyordur. Sait Faik, bu kitabını uzun süredir mücadele ettiği siroz hastalığına yenik düşmeden hemen önce yazmış. O zamana kadar kendisini arayan yazar biçem ve anlatımındaki farklılıklarıyla bize daha önceki yazdıklarından farklı, kendisini dışlayan insanlara kızgın, İstanbul’a küskün, ulaşılamayan aşka hasret duyan bir Sait Faik sunuyor. Belki de bir isyanın bir başkaldırının bir çığlığın sesi… Ben de sözlerime Sait Faik’in sözleriyle son vermek istiyorum. “Bu yürek bizim yüreğimiz, bir tahtası eksiklerin yüreğidir” Kitaptan altını çizdiklerim: -“Alemdağı güzel, Alemdağı. İstanbul çamur içinde. Taksi şoförleri su birikintilerini inadına insanların üzerine sıçratıyorlar. Kar inadına içimize içimize yağıyor.” - “(…) Anılar, anılar yanmıştır. Yanmış oğlu yanmıştır. Beni bugüne getiren kitaplar yanmıştır.” -'' Bir karıyla yatarken bile yalnızlar. '' -“Yıllar da durulmayan istasyonlardan geçer gibi geçiliyor be!” -“Hani bazı kulağınızın dibinde çok tanıdığınız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.” -“Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne. Sanki ben her akşam onunlaymışım gibi bir yalnızlık duyuyorum.” Kitabın Künyesi: Alemdağı’nda Var Bir Yılan Yazar: Sait Faik Abasıyanık Türü: Öykü Baskı Yılı: 2011 Sayfa Sayısı: 96 Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
Reşat Nuri Güntekin ve Acımak… Acımak; okuduğum kitaplar arasında en fazla etkisi altında kaldığım kitaplardan. Çünkü kurgusuyla; çoğu hayata dokunan acıklı olmasının yanında, telafisi mümkün olmayan hatalara gebe olmakla birlikte, en acısı da geç kalınmışlığı anlatmasıyla benim için son derece önemli eserlerden. Kitap, sonunda “anladım ama ne fayda?” sorusunu sordurtuyor. Bence çaresizlik hissinin en kötüsü. Teoman’ın Balans ve Manevra filminde “hayat herkesin anladığı kadar, doğrusu da yok; olması gereken olur.” sözünün geçtiği bir sahne vardı. İzlerken kendi hayatıma dair bu söz üzerine çok düşünmüştüm. Hayatı, olayları ya da insanları sadece anladığımız kadar anlamlandırıyoruz. Belki de gerçek bizim gördüğümüz değil, biz sadece öyle sanıyoruz. Sonra bu sandığımız şeylerin aslında yanlış anlamalar yüzünden sandığımız şey olmadığını anlıyoruz. Bu kitapta da yanlış anlamalar üzerine kurulan hayatların insanları nasıl bedbaht ettiğine şahit oluyoruz. Hani psikologlar, hastadaki soruna cereyan ettiği zaman içinde bir neden bulamadıklarında, sorunların çıkış noktasının nereden geldiğini anlamak için “ çocukluğunuza inelim” derler ya, burada olay örgüsü aynen buna dayanıyor. Çocuklar; anne ve babalarını bilinçaltında yanlış kodlayabilirler ve "bu kod" sadece o dönem içinde değil, büyüdüklerinde dahi peşlerini bırakmazlar. Hayata, insanlara, olaylara karşı bakış açılarını etkileyecek kadar önemli izler bırakırlar. Mesela hikâyedeki kahramanımız Zehra, bu kod yüzünden “acımak” duygusunu yitirmişti. Acımak neydi? Acımak hissi için; Nietzsche Ecce Homo kitabında “acımanın aşılmasını soylu erdemlerden sayıyorum” der. Güntekin ise; acımak hissinin, insanda ahlakı oluşturduğunu savunur. Sanırım bizim kodlarımız da acımanın ahlakla ilintili olduğu yönünde. Çünkü babasının ölüm döşeğinde olduğu haberini alan Zehra’nın, babasının yanına gitmemesine anlam veremeyip hatta nasıl evlat böyle diye Zehra’ya içerleyebiliyoruz. Ama nedenlerini öğrendiğimiz zaman kendisine hak verebiliyoruz. Sonra alkol batağındaki bir babanın kızını yatılı okula göndermesine kızarken, bunun gerekçelerini öğrendiğimizde babaya acımaya başlıyoruz. Sonuç olarak karşılaştığımız olayları ön yargılı davranmayarak, empati yaparak değerlendirmemiz gerektiği ortaya çıkıyor. Gerçek bazen görünendir; çoğu zaman görünenin gölgesinde kalan. Ya da “hiçbir şey gerçek değil, her şey mümkün…” Fethi Naci; Reşat Nuri’yi kişilik olarak beğense de, edebiyatını "romanlarında, ‘rastlantılar’ büyük bir yer tutar; Reşat Nuri, olay örgüsünü geliştirmekte zorlandığı zaman hemen rastlantılara başvurur.” diye eleştirirken, Ahmet Hamdi Tanpınar; “… O, Türkçenin ortasında geniş bir sevgi ve şefkat ürpermesi idi.” diye bahseder. 20. yüzyıl Türk edebiyatının en büyük romancılarından olan Güntekin, babasının askeri doktor olması nedeniyle birçok Anadolu köyünde bulunmuş ve oradaki gözlemlerinden yola çıkarak eserlerinde de Anadolu'daki yaşamı ve toplumsal sorunları ele almış; insanı insan-çevre ilişkisi içinde yansıtmıştır. Bütün romanlarının tiyatro halinde senaryoları olduğunu söyleyen Reşat Nuri, Hikmet Feridun'la yaptığı bir konuşmada çalışma yöntemlerini açıklamıştır. Buradan anladığımız kadarıyla Güntekin; kahramanlarına sevgiyle sokulan bir romancıdır. Genellikle onların gerçek yaşamlarındaki en belirgin özelliklerini yitirmeden yansıtmaya çalışır. Dolayısıyla televizyona da uyarlanan, Çalıkuşu, Acımak ve Yaprak Dökümü gibi anlatımda ve psikolojik tahlillerde başarılı eserler sunmuştur. Kitaptan altını çizdiklerim: -İnsanlar hiçbir vakit ıstırap çektikleri zamandaki kadar güzel olmuyorlar. -Benim için sevmek bir başka insanın vücudundan, ruhundan bir parça hükmüne girmek, onunla beraber gülüp ağlamak, ıstıraplarını paylaşmak demekti. -Acımak... Ben insan ruhlarındaki derinliğin ancak onunla ölçülebileceğine kaniyim. Evet dibi görünmeyen kuyulara atılan tas nasıl çıkardığı sesle onların derinliğini gösterirse başkalarının elemi de bizim yüreklerimize düştüğü zaman çıkardığı sesle bize kendimizi insanlığımızın derecesini öğretir...