"Bilip de söylememenin üzüntüsünü duymak istemiyorum." Montaigne. Böyle bir tutumu, bir töreyi benimseyerek yazan kaç kişi var acaba Türkiye'de? Yazmak çünkü, artık pazara dönük olarak yapılıyor. İnsanlarla, öteki yazarlarla ilişkiler, tam da Marks'ın söz konusu ettiği biçimde metalaşmış, fetişleşmiş ilişkiler.” (Ahmet Oktay, “2 Mayıs 1992” Gece Defteri Günlük)
ÖLÜ BEATRICE İki kez göründün Beyazlar içinde: Erdenliğinin Giysisinde ve Kefeninde. Erdenliği sevmedim. Kısırdır erdenlik! Tohumlanmaz İmgelem ve Rahim. Tabuttaki gövdene baktım: Hülyâ gibi derindi. Suçu keşfettim birden: Etin tâ içini. Malgamamsı. Etin tâ içi: Haykıran! Haykıran! Yoktur "yıldırım aşkı" Aşk oluşturulur, üretilir yüreğin dipsiz karanlığında. Siyah pelerinlidir ve Orak'la dolaşır. Önceki acıların, önceki anıların hasatçısı! Biç ne bulursan! Biç! Ölü Beatrice! Öğretmenim! Senden sonra buldum şehvetin tadlannı. Baldırları, tüyleri ve kılları. Ah! kalçalar: Uçurumsu baş dönmeleri. Bin çeşit menekşe kokladım sizlerde. Anınla gidip gelirken, haykırdım: Pislik! Pislik! Pislik! Ama burdan üreyecek Erdem! Bu Cinnet'ten! Parmak uçlarımda dokunamadığım tercinin anısı kanıyor. Hiç durmadan kanıyor. Öpemediğim, okşayamadığım meme uçlarm bir ikindi vakti gibiydi herhalde. Ört üstümü güzel loşluk! Kan içinde doğur Ben'i. Ölü Beatrice! Yazarken sevdim seni! (Ahmet Oktay, Söz Acıda Sınandı)
Yorgundu. Düş görürken ölmüş müydü ölüyor muydu? fidana dokunduğu an açıvermişti gonca elinden düştü kitap kalem de şuydu altını çizdiği cümle: Kierkegaard'tan, "Üzüntüm, kal'amdır benim" (Ahmet Oktay, “Günbatımı” Gözüm Seyirdi Vakitten)
YILLIK BAKIM İnsan çekmelecelerini de temizlemeli zaman zaman, Kalbini de! Çürüme içerdendir çünkü: Zarf ve Kabir, sararsa da kunt görünür: Mürekkep ve beden kayıptır. Sevinçli bir gündü ve hazırdım her türünden cenaze törenine. Daha dün birinden dönmüştüm ve mazî kadar uzaktım ölüden. Kimden duymuştum anımsamıyorum; ama şöyle bir özdeyiş yazmak istiyordum yatak odamın duvarına: Anılardan kurtulun! Ama anılarım neydi benim? Babamdan, amirlerimden, karımdan, polislerden ve komutanlardan kurtarabildiğim ne kalmıştı? Niye erkeklerin de bir çeyiz sandığı yok acaba? Niye gömülmüyoruz onunla ve sevdiklerimizle? Ah! Mansur'u kiminle gömeceksiniz? Nesimî'yi kiminle gömeceksiniz? Kendi fetvasını veren Bedreddin'i kiminle? Onlar hâlâ kıyamdalar ve gül kokuyorlar Ben de tek hâzinemi açtım: üç çekmece. Kurtulmak için. Mutad yıllık temizlik. Herkesin pisliğinden, kendi pisliğimden. İnsan etrafıdır elbet. Mansur uğulduyor işte: "Dostum ve üstadım İblis'le Firavun'dur"
lânet ve keder kitaplar örtmez yoksulluğumu. türküler yaşlandı, ninniler genç; kir ve dışkı bulaştı erguvanlara; silmeye çalışsam? -ellerim felç! yoksun sen ve sen, sen harç ve kireç sanki bir duvarsın, lânetli bir duvar. yalnızlık gibiydin, hiç'e benzedin, hani gül, hani ferhad, hani direnç? kalbini yok say, hani var mı? solgun ateşte yanan semender; ölümün en ücrâ yerinde, keder bekliyor seni, ordasın, er geç! (Hilmi Yavuz, Lânet Şiirleri)
"Aşk şudur ya da budur, ama ne olursa olsun geçicidir. O da olgunlaştığı anda her şey gibi söner ve yerini başka bir şeye bırakır. Aşk sevinçlerden çok ya da sevinçler kadar acılara yatkın bir geçici duygusallıklar ortamıdır. Aşkın en iyisi bile acılar dizisidir. Sevgili sevgiliye acı çektirir, hatta istemeyerek acı çektirir." (Afşar Timuçin, Aşkın Diyalektiği)