"Geçmişi kontrol eden, geleceği de kontrol eder, şu anı kontrol eden geçmişi de kontrol eder." sözünün doğruluğunu gördüğüm bu kitapta "kendi hafızanıza güvenmiyorsanız, baskasının hafızasına hiç güvenmeyin hele iktidar hafızasına asla!" demek geldi içimden.. Orwell'in 1984'ü ile hayvan çiftliği arasındaki en göze çarpan üç nokta vardır ki gerçekten zekice.. Birincisi; hatırladıklarının yalnış olduğuna inandırarak geçmişi değiştirilmesi olgusu. 1984'te bu iş daha bir teşkilatlandırılmıştı. İkincisi; hayali düşmanlar yaratarak birleşme. Üçüncüsü; idareyi ve yönetimi elinde bulunduranların alttakileri eğitimsiz bırakmaları. İnsanların ürün vermeden tüketen sadece sömüren varlıklar olmasından yola çıkarak hayvanlar özgürlük ve eşitlik toplumu kurmak amacıyla 7 emirle başlayan devrim hareketi hayvanların en zekisi olduğuna karar verilen domuz Napolyonun diktatör tavırlarıyla tek emre inerek "Hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir"olarak kalmıştır. Ve burdada devrim ile çıkılan yolda liderlerin sahiplere, rejimin diktatörlüğe dönüşümünü görüyoruz. Güç kazanan insanların, egemen yapı ne olursa olsun kendi çıkarlarını üst planda tutacağını değişmez bir gerçek..Kitabın sonunda ezilen ve ummuduğunu bulamayan çiftlik hayvanlarının gözleri önünde bir sahne gerçekleşiyor ki burası gerçekten içler acısı..Başında Napolyo'nun etrafında insanlar hayvanların oturduğu, eğlenerek sohbet ettiği bir masa var ve baktıklarında gördükleri şey artık domuzlarında insana benziyor olması yani artık hangisi domuz, hangisi insan ayırt edemezler. Ve benim Orwell'ım buradaki hakareti domuzlara mı yoksa insanlara mı yöneliktir bilinmez. Kitapta en çok Moses karakteri beni sinir ediyor yani onun savunduğu fikre günümüzdede tahammülüm yok. Moses burda din adamlarını temsil ediyor ve hayvanların bu dünyada çektikleri sıkıntıların hepsinin ölünce gidecekleri balbadem ülkesinde telafi edileceğini söyleyerek kandırıyor. Bu alegoride de ilginç olan domuzların bu fikirlere inanmamalarına rağmen, halkı isyandan uzak tuttuğu için Moses’a iyi bakmaları, beslemeleridir. Kitabı okuduktan sonra "a bu çiftlik ne kadarda ülkeme benziyor ben ya koyunlar grubundayımdır ya da çalışkan at grubundayımdır bilemedin inek, tavuk ne fark eder.Belli ki domuz gurubuna girmiyorum" :) dersiniz. Umberto Eco'dan sonra zekasına hayran olduğum yazar George Orwell'ın burda sistemimi yoksa sistemin içindeki otoriteyi mi eleştirdiğini tespit etmek zor."Yazarın anlattığı okuyucunun anladığı kadardır"dan yola çıkarak bence yazar burda sanki iktidar üzerinden sisteme sert göndermeler yapıyor ama genelini eleştirmiyor gibi.. Orwell her zaman karamsar yazar kimliğiyle hafızamda kalacak çünkü her kitabı sonrasında etrafımda yaşananlara bakarak "dünyadaki açgözlülük ve bencillik bitmeyecek ve bitecek gibi değil" fikri biraz daha yerleşmiş oluyor. Kitaptan Altını Çizdiklerim : "siz kendi alt hayvanlarınızla uğraşıyorsunuz, biz de alt insanlarımızla uğraşıyoruz.
Livaneli'nin okuduğum 4. kitabı..Ve şunu farkettim Livaneli kitaplarında genellikle teması farklı dinler, farklı kültürler ve farklı yaşamlardan insanları bir araya getirerek bu kitaptada İrfan'nın annesinin dediği gibi "insanlar bir araya geldiklerinde birbirinin zehrini alırlar" şeklinde. Töreye kurban hayatları anlatma ile başlayan kitap birbirini hiç tanımayan 3 ayrı kişinin kesişen hayatlarında doğu ile batı arasındaki farkları ortaya çıkaran ve insanların her gördükleri hayat tarzlarından etkilenmelerini konu alıyor.Kitabın filmide çekildi filmi izlemedim ancak kitabın bir bütün olarak iyi, sonunun ise pek tatmin edici olduğunu söyleyemem. Kitaptan altını çizdiklerim: - Bırak hayat bir nehir gibi aksın; olumlu düşünki her şey olumlu olsun; dünyadaki kötülüklerin kaynağı olumsuz düşünmektir. - Belki de en iyisi o vahşi yalnızlığı seçmek ya da kendini öldürmekti Pavese gibi. - Uyuyan Endymion gibi kendi kaderini belirleme cezasına çarptırılmış olma duygusu, bu dünyaya en ufak bir çentik bile çizemeden geçip gitme korkusunun yarattığı bir şeydi. - Herkes yabancılaşmıştı, yabancılaşıyordu. Toplum kuralları ve çevremizde tahkim ettiğimiz maddi dünya, bizi bu yabancılaşmadan koruyan gardiyanlardı adeta. Yolumuzu şaşırdıkça, alışkanlık denen ılık kaplıca sularının içine gömülüp rahatlıyorduk. Sonunda bize yol gösteren şey; evde her zaman oturduğumuz koltuğun aşina yumuşaklığı, gözü kapalı çevirebildiğimiz banyo musluğu ve başımızın yastıkta bıraktığı iz oluyordu. Kendi egemenlik alanını belirlemek için ağaçların altına sidik fışkırtıp sonra kendini bu sidiğin sınırları içinde güvenli hisseden köpeklere benziyordu insanlar da; aşina kokular ve aşina eşya arasındaki bir mutluluk formülü. Dostoyevski Avrupa'dan Rusya'ya dönüşünü, "Eski pantuflalarıma ayaklarımı sokar gibi" betimlemesiyle açıklamıştı. Eski pantuflalara ayakları sokmak... Güzel sözdü doğrusu ve insanlar böyle yaşıyorlardı. Eğer bu tanıdık dünya olmasa, kendilerini bir mahzende büyütülüp sonra birdenbire kent meydanına atılan Kaspar Hauser gibi hissedecekleri kesindi.
Pamuk merakla beklenen bu kitabını 6 yılda İstanbul'un arka mahallelerini iyice araştırıp ordaki yaşam tarzlarını insan davranışlarını gözlemleyip öyle yazmış.Böyle bir çalışma içine girmiş çünkü yazarımız daha önceki hikayelerinde kahramanlarını İstanbul'un Nişantaşı gibi kalburüstü semtlerinde yaşatıyordu.. Kitapta Nobel ödüllü bir yazardan beklenmeyecek anlatım bozuklukları olsada Orhan Pamuk sonuçta..Kitabın ön kapağı ile konusu öyle uyumlu ki kapağa bakınca içeği ile ilgili kafanızda bişeyler oluşuyor.Kitabın arkasında da değinildiği gibi aşkta insanın niyeti mi kısmeti mi önemli sorusunun cevabı son bölüm ve hatta son cümle ile birlikte tam anlamıyla ortaya çıkıyor. Detaylı cümlelerin yazarı Pamuk; mahallede kuş uçsa sinek konsa yazar. Onun bu özelliği kitabı okurken zaman zaman okuyanı boğsada "ne çok uzattın be adam geç artık oraları"deme noktasına getirse de betimlemeleri tanımlamaları insanı derinden etkiliyor ve bilgilendiriyor. Mesela; İstanbul'un son 40 yılını orda yaşamamış olsanızda yaşamıssınız gibi bilirsiniz yada Mevlut'ün saflığı insanda acıma duygusu uyandırken, Korkut ve Süleyman'ın uyanıklığı bir tiksinme duygusu, babasının fakirliği ve gururu ise bir çaresizlik duygusu uyandırıyor. Pamuk bana nedenini bilmediğim bir şekilde soğuk ve itici gelse de kitap içimizden biri olan Mevlut'ün hikayesiyle sımcacık bir etki bıraktı. Ve boza her satırda insanın canını çektirecek kadar güzel anlatılan boza:) Bu hissiyat için bile Pamuk sevilir:) Bir röportajında Pamuk kitabını anlatırken; "Mevlut resmiyet ile şahsiyet arasında sıkışıp kalmış bir karakter neden?" sorusuna cevabı "Baskıcı bir toplumda var olmak isteyen, şahsi düşüncesini ancak arkadaşına saklayacak. Şahsi düşünceyle resmi düşünce arasındaki fark da yalnızca bir ikiyüzlülük farkı değil, bir hayat acısı farkı" diye açıklamış. Ne güzel söylemiş! Birde kahramanını niye Mevlüt değilde Mevlut olarak seçmiş onu merak ettim.. Kitapta benim açımdan en önemli vurgu; Mevlüt'ün akrabalarının büyük hayallerinin olması ve bu hayalleri gerçekleştirmelerine rağmen hayal edildiği zaman ki büyüklüklerini yitirmiş olduklarından dolayı sürekli mutsuz ve sinirli olmaları.Ki böyle insanlara günümüzde çok fazla rastlıyoruz. Bu durum; fazla hırs yada doyumsuzluk olarak nitelendirebilir. Diğer yanda; tüm değişimlere rağmen değişmeyen Mevlut'ün zaten küçük olan hayalleri ve istekleri gerçekleşirken, her ne kadar istediği gibi olmasa da olduğu gibi kabullenişi gerçekten kafasında bir tuhaflık olduğu hissini uyandırıken; Mevlut yaşadıklarıyla beklenenin beklendiği gibi gelmeyeceğini ama gelenin; gelmesini beklediğinden çok daha fazla mutluluk kaynağı olacağını yaşayarak aktarıyor bize. Böylelikle kabullenişlerinin kabul edilemeyecek yanları olmadığını göstermeye çalışıyor. Ve kitap okumanın en güzel yanı iyi kötü her kitapta karşınıza bir araştırma konusu çıkması.Bu kitaptada "bozada alkol var mı yok mu?" onu araştırdım. Osmanlı döneminde 4. Murat bozayı içinde alkol var gerekçesiyle yasaklamış.Ancak edindiğim bilgilere göre ben Vefa Bozacısının yalancısıyım :) "Bozanın temel maddeleri su, şeker, mısır ve buğdaydır. Bu karışıma dışarıdan herhangi bir alkol eklenmez. İçindeki karışımlar fermantasyon sonucu etil alkol oluşturur ki bozada alkol var diyen o zaman mayalı ekmekte yemesin" nokta:)
Grange'ın Siyah kan, kızıl nehirler kitabından sonra okuduğum 3. kitabı ve zekasına hayran olduğum mutlaka tanışmalıyım dediğim 3 insandan birisi.. Kitabın ilk yarısına gelmeden daha leyleklerin kurye olduğu çözülüyor eee bunlar sonraki sayfalarda neyi anlatıyorki dediğin noktada macera daha ilginç bir hal almaya başlıyor.Bir sonraki sayfaya merakla çevirmeye yetecek kadar aksiyon, organ mafyası, elmas kaçakçılığını leyleklere yaptırma kurgusu, en başından beri gizemini koruyan Tek Dünya kurumunun kurucusu yani kalp hırsızının kendi babası olduğunu öğrenen bir adam ve Grange usulu bolca vahşet katliam..Bir polisiye gerilim kitabından beklenen herşey fazlasıyla var.. Ayrıca karakterin gezdiği yerlerdeki sosyal yaşantı, afrikalı siyahilerin nasıl istirmar edildiği ve elmas borsası hakkında bilgilerde edinebilirsiniz.
Batı medeniyetinin medeniyet olabilme adına yaşadığı kanlı süreci ustaca dile getirmiş yazar, o toplumların böylesi aydınları olmasaydı şimdi bu seviyede olabilirler miydi sorusu geliyor insanın aklına.. Kanlı Fransız İhtilalini ve İngiltere ile aralarındaki çatışmayı, iki şehrin o dönem yaşadığı açlık, sefalet ve kederi; aşk, sevgi, merhamet ve güven duyguları ile yoğurulmuş karakterlerle işleyen yazar ihtilalin getirdiği korku, öfke, dehşet, giyotin, bileği taşı acımasızlıkları da gözler önüne seriyor. Ve her devirde olduğu gibi "Her sistem, kendinden öncekini tarihten silmek için ölümüne çaba gösterir." fikrini empoze ediyor bize.. Bu kitapta yaşanan iki duygu silsilesinde kendi kendime evet insanoğlu dedim. Birincisi; "itilmiş insanların nasıl sınırsız öfke ile dolabildiklerini, eline yetki geçen herkesin nasıl zalimleşebildiği" ki bu bana Barda filminihatırlatır her zaman..İkincisi ise aşk uğruna giyotine kurban verilen Sidney :( Bir adam düşünün eskiden aşık olduğu kadının eşi idama mahkum edildiğinde sevdiği kadın kocasının acısıyla nasıl baş edecek diye o üzülmesin diye kocasının yerine geçip kendisi ölümü seçiyor.Tamam Bayan Defarge'yi öldürme isteğini çok şiddetli yaşıyorsunuz ama bir yandan da aşka bir kez daha inanıyorsunuz. Sydney Carton'ın yaptığını kim yapabilir ki. Kitaptan altını çizdiklerim: - Nefret; Fransız kadınının kalbini taşlaştırmış, İngiliz kadının ise kalbini cesaretle doldurmuştu. - İntikam için uzun zaman gereklidir. - İnsanın kaderinde ne varsa,o olacaktır. - Sönmeye başlayan neş'e ateşini dostluk yelpazesi ile alevlendir,bana da şu gül renkli şarabı sun ve gül renkli şarabın tesiriyle sarhoş olduktan sonra varsın içinde yaşadığımız dakika saadetten uzak olsun - Yaşamak için her şeyimiz vardı, yaşamak için hiçbir şeyimiz yoktu... - Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü... - Tanrı: Ben hayat verenim ve yeniden diriltenim, bana inananlar ölmüş olsalar dahi tekrar yaşayacaklardır. Yaşayan ve inananlar ise hiçbir zaman ölmeyeceklerdir. ölmek üzere olan aşığın son sözleri.