O güne kadar pek kitap okumadıysanız, kitap okumaya yeni başladığınız sıralarda bir Grange kitabı okursanız ve bu kitap da Kızıl Nehirler ya da Leyleklerin Uçuşu olursa kendi küçük vizyonunuza göre 'tüm zamanların en iyi yazarı''nı keşfettiğinizi düşünebilirsiniz. Neyse ki Grange o iki kitap ile yarattığı efsaneyi sırasıyla(okuma sırama göre) Kurtlar İmparatorluğu, Taş Meclis ve Siyah Kan ile fazla zorlanmadan yıkabilir. Leylekleri Uçuşunu okuyup hayran kaldığım Grange, Kızıl Nehirler ile hayranlığımı neredeyse tapınma şekline dönüştürecekti ki sonrasında okuduğum her kitabıyla beni bu moddan çıkardı ve gözümde sıradan bir yazar imajına büründü. Siyah Kan fena bir kitap değil. Bir kere karakterin kahve sevmesi, evinde bir espresso makinesinin bulunması karaktere hemen ısınmamı sağladı. Lakin biliyorsunuz ki artık Grange kitabın sonunda size bir sürpriz yapacak ve yine biliyorsunuz ki bilinen bir sürpriz artık sürpriz değildir. E bu tarzda yazılan bir kitabın sonundaki sürpriz, sizin için sürpriz olmayınca, kitap boyunca aksiyon zaman zaman belirli bir sınırın altına inince ve daha önce de aynı yazarın çok daha iyi iki kitabını da okumuş olunca o kadar da etkileyici olamıyor maalesef bu kitap. Grange' in ceset üzerine yaptığı müthiş tasvirlere saygım sonsuz ama bu tarz kitapları kurtarmaya yetmez o. sadece süsleyebilir, gerçekçiliği arttırır hepsi o kadar. Yine de bana kitap okumayı sevdiren yazarlardan biri olmasının hatrına 6 yıldız verdim.
Kaw-Djer... en sevdiğim roman kahramanlarından biri. Kitabın sonuna doğru Jules Werne ucundan kıyısından anarşizme dokundursa da(öyleydi diye hatırlıyorum) yine de gerçekten bağımsız, özgür bir karakter yaratmış. Adamımız hiçbir şekilde devletin var olduğu herhangi bir kara parçası üzerinde yaşamak istemiyor. Üzerinde hiçbir otoriteyi tanımıyor. Nitekim böyle bir kara parçası buluyor ve orada yaşamaya başlıyor. Kitap da işte bu adamın oradaki insanlarla ilişkilerini anlatıyor. Gel gelelim tek karakter üzerinden şekillenen bu romanda karakterimiz ne çok kahve içiyor, ne çok içki içiyor, ne de çok sevişiyor. İşte öyle olunca birazcık gözümden düşüyor benim, ama olsun, düşünce tarzı, duruşu yeter Kaw-Djer' in. Spoiler gibi olacak ama neyse; kitabın sonunda bu adamın olduğu yere de devlet geliyor haliyle. Bunun üzerine kahramanımız ne yapsan ne etsem diye düşünürken bizimkine devletin gerekli olduğunu filan anlatıyorlar, ''hımm'' moduna giriyor bizimki de. Öyle işte.
Tüm zamanların en iyi intikam romanlarından biri. İddialı bir giriş oldu ama bunu çürütebilecek kadar intikam romanı okumuş birinin çıkacağını da sanmıyorum. Filmi de olduğundan hikayeyi az çok hepiniz biliyor olmalısınız. Genç denizcimiz Edmond Dantes' in tek hayali Mercedes ile evlenmektir. Bunun içinse önünde iki engel vardır. İlki tahmin ettiğiniz üzere para, ikincisi ise kitabı birazcık okuduktan sonra tahmin edebileceğiniz ama Edmond' un hayatı boyunca tahmin edemeyeceği bir şeydir; en yakın dostu Fernand Mondego. Mondego da güzeller güzeli Mercedes' e aşıktır. Ve birgün çıktıkları bir sefer sırasında Edmond, yumuşak yürekliliği yüzünden ufak bir belaya bulaşır. Daha doğrusu bir iyilik yapar ve bu iyilik başta Fernand Mondego olmak üzere birkaç kişi tarafından uygulanacak ve hepsine büyük çıkarlar sağlayacak müthiş bir planın başlamasına neden olur. Türlü entrika sonunda Edmond kendinş bir zindanda bulur ve ölene kadar da orada kalacaktır. Sonrasında yan hücredeki komşusu Abbé Faria ile tanışır ve asıl hikaye başlar. Edmond' un yaşamak için tek bir amacı vardır artık; intikam. Hiç suçu olmadığı halde suçlu ilan edilip değer verdiği her şey elinden alınan genç bir adamın, mucizevi şekilde geri dönüp, hayatını çalanlarla hesaplaşmasının destansı bir öyküsüdür Monte Kristo Kontu.
Çok fazla şiir kitabı okumuş biri değilim ama bu kitabın ilk şiiri olan Yalnız Bir Opera bir romana bedeldir gözümde. Bir kere muazzam bir dörtlük ile açılıyor bu şiir ve aynı zamanda da kitap; Ölu bir yılan gibi yatıyordu aramızda Yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim Oysa bilmediğin bir şey vardi sevgilim Ben sende bütün aşklarımı temize çektim ''Ben sende bütün aşklarımı temize çektim'' bu nasıl güzel bir mısradır yahu :) Çok bilinen bir mısra aslında ama şiirin bütününün okuyunca asıl kıymeti anlaşılıyor bir bakıma. Kitap yarım saat içinde okuyup bitirilebilecek bir şey ama elbette kitabı gerçekten anlamak, hissetmek istiyorsanız birkaç kez okumak gerek. Ben daha önce okumuştum bu kitabı, geçen tekrar elime alıp bir bakayım derken, ilk şiir olan Yalnız Bir Opera' nın büyüsüne kapılıp tekrar okumuş oldum. Açıkçası bana göre diğer şiirlerin hepsi Yalnız Bir Opera' nın gerisinde, yine de şu mısra bile tek başına 3 yıldızı hak ediyor: ''Ben sende bütün aşklarımı temize çektim'' Kaldı ki ben aşka inanmayan biriyimdir, ona rağmen bu kadar etkiledi işte. Zaten neredeyse kitaptaki tüm şiirlerin her bir bolümünün son mısrası, kitaptaki en güzel mısralardı bana göre. Sanki Murathan Mungan son mısraya kadar sizi hazırlayıp son mısrada altın vuruşu yapmış, üstelik bunu defalarca yapmış.
Yazarın okuduğum tek kitabı. Midak isimli fakir bir sokakta yaşayan insanların hayatından bir kesit anlatıyor kitap. Dil çok yalın, çok sıradan, hikaye çok yalın, çok sıradan, karakterler çok ama çok sıradan. Peki bunlar eleştiri mi? Değil işte! İsteseydi yazar karakterlere daha fazla odaklanırdı ve ilginç malzemeler verebilecek en az 3 karakter vardı bana göre kitapta. Ama Necip Mahfuz belli ki bize birilerini değil de bir yeri sokağı anlatmak istemiş ya da benim anladığım şey doğruysa eğer, yaşamı. Sokak ve orada olan olaylar, bu dünyanın küçük bir özeti aslında. Para peşinde koşanı da var, ahlaki değerlerde yoksun olanı da; toplum için yaşayanı da var, salt kendi çıkarı uğruna yaşayanı da. Aşka, Allah' a inananı da var, inanmayanı da ya da inandığını söyleyip sonra da yokmuş gibi davrananı da. Ve hepsi öyle ya da böyle bir mücadelenin bir savaşın içinde kendi inandığı değerler uğruna. İşte ben bu yüzden sevdim kitabı. Tek bir karakterin analizine girip de enteresan bir kitap yaratmayı denemek yerine doğunun her coğrafyasında olabilecek sıradan bir sokağı, hiç süslemeden olduğu gibi anlattığı için sevdim. Nobeli olan doğulu bir yazardan bahsediyorsak eğer elbette oryantalist(doğuya batılı bir gözle bakma denebilir, hatta ufaktan bir aşağılama,hor görme de denebilir) bir tavrı olduğunu kabul etmek gerekiyor en başta ama yine de gerçek olandan daha farklı hiçbir şey yazdığını düşünmüyorum ben Necip Mahfuz' un. Anlattığı Sokağı bilmiyorum ama benzer sokakların (Semih Oktay da aynen bunu demişti ona bu kitabı okuduğumu söylediğimde) bu ülkede, hatta bu ülkenin her şehrinde görülebileceğini biliyorum. Yine kitaptaki karakterlerin her cümlelerinde Allah kelimesini kullanmaları ama her eylemlerinde sanki o yokmuş gibi davranmaları da direkt bizim ülkemizin insanlarını anımsamama neden oldu. Dediğim gibi yazarın okuduğum ilk romanı ve tek olarak da kalır muhtemelen. Çünkü çok fazla kitap var dünyada ve ben bir yazara çok fazla zaman ayrılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Eminim ki bu adamın bundan çok daha iyi kitapları vardır ama kesinlikle ben bu kitabını da sevdim, beğendim diyebilirim.
Türk Edebiyatı' nın en abartılan kitabı belki de. 2 sene önce, İzmit' te 2 günde okudum. Kız arkadaşım yanımdaydı. Dışarı çıkacaktık evdeki diğer arkadaşın kitaplarından yanıma alayım bari okurum dedim. Kız arkadaşım dergilere filan bakarken ben de kitap okudum. O şekilde 2 günde bitti. Bunu niye belirttiğimi yazının sonunda söylerim. Kötü kitap değil, bir kere muhteşem bir Türkçe kullanımı var kitapta ancak ne anlatılan hikaye, ne kurgu, ne karakterler muhteşem diye adlandırılabilecek konumlardalar. Dünya tarihinde ilk 100' e zaten girmez o ayrı da en iyi Türk romanları içinde bile ilk ona girmesi zor bu kitabın. İçimizdeki Şeytan kitabındaki ruh çözümlemeleri bile o kitabı bu kitaptan üstün tutmaya yeter bana göre. Tüm bu yazdıklarım kitabın kötü olduğu anlamına gelmiyor ama kesinlikle bu kadar üzerinde durulacak, övülecek bir yapıt da değil bu kitap. Muhtemelen insanlar kitabı okurken kendi aşık oldukları kişiyi o karakterin yerine koyup Sabahattin Ali' nin cümleleriyle aslında kendilerini anlattığı hissine kapılıp bu kadar seviyorlar bu kitabı. İkinci bir ihtimal daha var ki o çok daha gerçekçi ve can acıtıcı; insanlar bu kitabı seviyor, çünkü bu kitap gerçekte bir halt olmayan, dikkat çekmeyen, önemsenmeyen insanlarda, kendilerinin keşfedilememiş bir cevher olduğu izlenimi uyandırıyor. Bir de sen hiç aşık olmamışsın diyenler var ki sanırım ben aşık olunca onlar bana söyler, hem biz aşkı sizden öğrenecek değiliz, biz bir aşık olduk pir aşık olduk. Şunu ekleyeyim; şimdi kitap 2 bölümden oluşuyor. İlk bölüm genç adamın, ikinci yani asıl hikayeyi oluşturan bölüm ise yaşlı adamın bakış açısından anlatılıyor. İlk bölümden ikinci bölüme geçisin başında 'vay be' diyorsun, kendi halinde, sessiz, sakin bir adamın geçmişinde de aynı olduğunu sanıyorsun, oysaki 'adam geçmişinde neler yaşamış' diyorsun. Daha doğrusu diyeceğini sanıyorsun. Sonra adamın geçmişini okuyorsun ve görüyorsun ki geçmişinde de bir numara yok. Şimdi böyle diyorum diye bazı arkadaşlar kızıyor. Raif Bey' in geçmişi şöyle, sen anlamamışsın, nasıl tutkuyla sevmiş vs vs. diyorlar. Ben size kendi geçmiş ilişkilerimi anlatayım, terk edilişleri, aldatılışları... Raif Beyinki onların yanında hiç kalır :) Tam tersi olsaydı işte o zaman çok severdim bu kitabı. Ya asıl siz karakteri olduğunu gibi kabul edemiyor, onu yüceltmeye çalışıyorsunuz. Çünkü o karakterin yerine kendinizi koyuyor ben de keşfedilmemiş bir cevherim, tıpkı Raif Bey gibiyim diyorsunuz. Bunu söyleyenlerin yarısı da ''Issız Adam aynı beni anlatıyor'' da dedi ya zamanında neyse. Ben Oblomov' a çok çalışkan biri desem olur mu bu? Adam tembel. Raif Bey de sessiz, sakin hatta sünepe bir adam, geçmişinde de öyleymiş, bir numarası yok yani geçmişinde de. Olsa belki daha çok severdim romanı ama yok, bence yok. Tekrar söylüyorum; kitaptaki anlatım, dil kullanımı muazzam ama hikayede bir numara yok! Gelelim 7 yıldız meselesine. Normalde kesinlikle 8 yıldız ama o kadar gereksiz yere övüle övüle bitirilemiyor ki iyice soğudum kitaptan. Yemin ediyorum kitap bittiğinde 'lan ikinci cildi filan olmasın bunun, o kadar anlatılan kitap bu olamaz' dedim. Şimdi 'ne biçim ilişkileri var, kafeye gidip birbirlerinden bağımsız mı takılıyorlar'' diyenler bu kitabın hayranlarıdır muhtemelen. Siz hayatınızın sonuna kadar sevgilinizin elinden tutun, hiç bırakmayın, beraber gezin, beraber filme gidin, aynı kitapları okuyun filan. Yani en azından bunun hayallerini kurun ve hayalinizde yarattığınız ilişkiden bir kitapta kısa bir kesit görünce de yazarın aynı sizi anlattığını iddia edin. Teksiniz dünyada çünkü emin olun :)
Yine ders veren kitaplardan. Simyacı hayranları bayılır buna. Neyse ki onun kadar Yahudi mistisizmi ya da Mesnevi esintileri barındırmıyor içinde. Bir adam var ki kendisi ermiş, bir de çaylak var. Bu ermiş, bu çaylağa ''hayat güzel, insanları seversen eğer; hayat kısa, eğer mutluluklar olmasa'' minvalinde bir şeyler zırvalıyor. Sonra uçakları var uçuyorlar filan. Ya şimdi ben çok ezdim kitabı farkındayım da pek çok kişisel gelişim zırvasına kıyasla daha düzgün bir kitap var ortada. Hani ilhama ihtiyaç duyduğunuz bir dönemdeyseniz alın okuyun diyebilirim aslında.