Kırmızı ve Siyah - Henri Beyle Stendhal KIRMIZI VE SİYAH Yazar: HENRI BEYLE STENDHAL İLETİŞİM YAYINLARI 1. BASKI 2013 596 SAYFA HENRI BEYLE STENDHAL’in Kırmızı ve Siyah romanını iletişim yayınlarından okudum. IRVING HOWE’UN özsözü, MARTIN TURNELL’İN sonsözü yeterince açıklama ve inceleme var. Stendhal’in kahramanı Julien Sorel’in karakteri ve hayatı; kafasının içinde bir sürü hesaplar ve çıkarların karşılıklarını yormakla geçiren, kendi yapısını ve mizacını güçlendirmeye çalışırken hayatında karşısına çıkmış kendisinin ya da gözlemlediği denenmiş yönlerine güvenmek isteyen, kendine ya da başkalarına karşı güvensizliği ile bir gerilim ve endişe anında hissizliklerine ve sessizliğine sığınan, ikiyüzlülüğü, kimseye sevgi göstermemeyi öncelikli sayan, dini fikirlerini para kazanma ve yükselme arzusu umuduyla birbirine bağlayan, zaman zaman kendini horgören ve yüzümde bu aşağılık görünme duygusunun verdiği sertlik ya da sefillik belirtisi olan, temkinli bir yapıya sahip olmakla birlikte bir anda sapça sapan zıvanalıkları ile raydan çıkan, yükselme ve yükseklere çıkma sevdasında olan bu garip varlığın içinde duyduğu ihtirasların heyecanı ve fırtınaları gün geldiğinde her şeyin çöküşüyle birlikte derin düşüncelerin içinde nasıl eridiğini gösteren bir eser. Karakterin ve romanın uyumu ile birlikte Stendhal’ın her konu ve dönem hakkında yaptığı eleştirileri ve bakış acısı ile her dönem okunabilecek bir eser olma özelliğini taşır Kırmızı ve Siyah romanı. http://www.resimag.com/cc9c214d.jpeg
MOLL FLANDERS - DANIEL DEFOE MOLL FLANDERS Yazar: DANIEL DEFOE İLETİŞİM KLASİKLERİ 1. BASKI 2017 596 SAYFA Defoe roman yazarlığına başladığında artık yaşlı bir adamdı, Richardson ve Fielding’den yıllar önce yazmıştı, roman türünü biçimlendiren ve yol almak üzere denize indiren öncülerden bir tanesiydi. Onun öncülüğü üstünde fazla durmaya gerek yoktur, fakat roman yazmaya bu sanata dair birtakım fikirlerle başlamıştır, bunların kaynağı da ilk tecrübe edenlerden biri olarak kendisidir. Ona göre roman, varlığı haklı çıkartmak için gerçek bir hikaye anlatmalı ve sağlam bir ahlak dersi vermeliydi. ‘’ Uyduruk bir hikaye ortaya koymak kesinlikle en rezil suçtur ’’ diye yazmıştı. ‘’ Bu, bir insanın kalbinde büyük bir delik açan türde bir yalandır ve bu deliliğe gitgide yalan söyleme alışkanlığı dolar. ‘’ Bu yüzden her eserinin önsözünde ya da metnin içinde hayal gücünü hiç kullanmadığını, gerçeklere bağlı kaldığını, amacının kötü olanı değiştirmek ve masum olanı uyarmak yönünde yüce bir ahlaki kaygı içerdiğini vurgulamak için epeyce uğraşmıştır. Neyse ki saydığı bu ilkeler, mizacı ve yetenekleriyle gayet iyi örtüşmüştür. Deneyimlerini romanlaştırma yoluna gitmeden önce altmış yıl boyunca sürekli değişen talihiyle gerçekler adeta içine işlenmiştir. Moll Flanders’in hikayesini yazmadan önce Newgate hapishanesinde on sekiz ay kalmış, orada hırsızlar, korsanlar, haydutlar ve kalpazanlarla konuşmuştu. Fakat yaşayarak ve tesadüfler sayesinde bu bilgileri mecburen elde etmek başka şey, bunları adeta açgözlülükle yutarak etkilerini kalıcı bir biçimde muhafaza etmek başka şeydir. Söz konusu olan yalnızca Defoe’nin yoksulluğun sıkıntılarını bilmesi ve bunun mağdurlarıyla konuşmuş olması değildir. Bu korunmasız, şartlara tümüyle açık ve kendiliğinden değişime zorlanan hayat tarzı, sanatı için doğru bir konu olarak düşünce dünyasına hitap etmiştir. Büyük romanların hepsinin ilk sayfalarında erkek veya kadın kahramanı öylesine kimsesiz bir sefalete sürükler ki varoluşları sürekli bir mücadele gerektirir, kurtuluşları ise şans ve kendi gayretleri sonucunda gerçekleşir. Moll Flanders, Newgate hapisanesinde mahkum bir annenin kızı olarak dünyaya gelir; Albay Jack ‘’ bir beyefendi olarak doğmuş olsa da bir yankesicinin yanına çırak olarak verilir ‘’ ; Roxana daha iyi bir himaye altında başlar yaşamına, ancak on beş yaşında evlenir, kocası iflas eder ve beş çocuğuyla ‘’ kelimelerle ifade edilemeyecek denli içler acısı bir hale düşer. ‘’ Bu erkek ve kızların her birinin yaşamaya başlayacakları bir dünyaları ve kendileri için çarpışacakları savaşları vardı. Bu şekilde yaratılmış koşullar Defoe’nun beğenisine tam anlamıyla uygundu. İçlerinde en dikkate değer olan Moll Flanders doğumundan itibaren ya da en fazla altı aylık bir soluklanmanın haricinde ‘’ şeytanların en kötüsü olan yoksulluk ‘’ tarafından kışkırtılmış, dikiş dikebildiği andan başlayarak geçimini kendisi sağlamak zorunda kalmış, bir yerden diğerine sürüklenmiş, yaratıcısının sağlayamayacağı evcimen bir ortam için ona taleplerde bulunmamış, hatta onu ilgiç insanlar ve adetlere yöneltmiştir. Başından beri varolma hakkını ispatlama yükü onun omuzlarına yüklenmiştir. Tümüyle kendi zekasına ve muhakemesine bel bağlamak durumunda kalmış ve acil bir durumla başa çıkacağı vakit kendi kafasında el yordamıyla yarattığı ahlak kurallarına sığınmıştır. Bu hikayeyi canlı kılan şey, Moll’un kısmen kabullenilmiş kuralları çok küçük yaşta çiğnemeye başladığı için bundan böyle dışlanmışlığa özgü bir özgürlüğe sahip olmasıdır. İmkansız olan tek şey rahat ve güvenli bir biçimde yerleşik bir düzen kurmasıdır. Öte yandan başından itibaren yazarın kendisine has yeteneği ön plana çıkar ve macera romanının bilindik tehlikelerini bertaraf eder. Mol Flanders’in başlı başına bir kadın olduğunun, yalnızca bir dizi maceraya malzeme olmadığını anlamamızı sağlar. Buna kanıt olarak da hikayesini tıpkı Roxana gibi talihsizce de olsa tutkuyla aşık olarak başlar. Fakat kendisini toparlaması, başkası ile evlenmesi, hesaplarını ve beklentilerini gözetme zorunluluğunu, tutkusundan daha geri planda değildir, bu da içine doğduğu şartları bedelidir ve Defoe’nun tüm kadınları gibi o da keskin bir kavrayışa sahiptir. Amacına hizmet etiği sürece yalan söylemekte hiç tereddüt etmez, öte yandan doğruyu söylediğinde de bunun gerçekliğinden yadsınamaz bir yan mevcuttur. Duygusal yakınlıkların incelikleriyle kaybedecek vakit yoktur, gözünden bir damla yaş düşer, üzüntüye kısa bir anlığına hoşgörü gösterir, sonra hikayeye kaldığı yerden devam eder. Fırtınaya göğüs germeyi, seven bir tabiatı vardır. Kendi güçlerini hayata geçirmekten keyif alır. Virgina’da evlendiği adamın kardeşi olduğunu öğrenince büyük bir tiksinti duyar, onu terk etmeye kararlıdır, buna rağmen Bristol’a ayak basar basmaz ‘’ ‘’Bath’da biraz oyalanmaya karar verdim, çünkü hala yaşlı olmaktan çok uzaktım ve her zaman neşeli olan tabiatım da o taşkın çoşkusundan bir şey yitirmemişti, ‘’ der. Kalpsiz değildir, kimse onu hoppalıkla da suçlayamaz, yalnızca yaşam ona keyif vermektedir ve hayatını yaşayan bir kadın kahraman da hepimizi peşinden sürükler. Dahası, onu hırsına hayal gücünden izler de bulunur, ki bu da onu soylu tutkular kategorisine dahil eder. Her ne kadar zorunluluklara dair kurnaz ve pratik bir bakış açısı olsa da romantizme ve onun algısına göre bir adam beyefendi yapan kaliteye dair büyük bir arzunun tesiri altındadır. ‘’ Gerçekten de centilmen bir tabiatı vardı, bu da benim için çok daha üzücü. Alçak bir adamdansa onurlu bir adam tarafından mahvedilmekte dahi teselli edici bir yan var ‘’ diye yazar, bir haydut onu servetine varıncaya kadar dolandırdığında. Son eşiyle de aynı bakış açısını sürdürerek gurur duyar, çünkü çiftliğe geldiklerinde o da çalışmayı reddedip ava çıkmayı tercih eder ve Moll de ‘’ gerçekte olduğu gibi hoş bir beyefendi olarak görünmesi için ‘’ ona peruklar ve gümüş kabzalı kılıçlar almaktan büyük zevk duyar. ‘’ Sıcak havaya düşkünlüğü devam eder, oğlunun ayak bastığı toprağı öperken duyduğu tutku ve her türlü hataya karşı o soylu hoşgörüsü de devam eder, yete ki ‘’ zirvedeyken alçak, buyurgan, zalim ve gaddar, aşağıdayken ise aşağılık ve rezil olunmasın ‘’ Dünyanın geri kalanına ise yalnızca iyi niyet besler. Bu deneyimli yaşlı günahkarın nitelikleri ve erdemlerinin listesi asla tükenmeyeceğinden Borrow’u Londra Köprüsü’ndeki elmacı kadın ona ‘’ Kutsal Mary ‘’ deyişi ve onun kitabını tezgahındaki tüm elmalardan daha değerli sayışını, Borrow’un kitabı kulübenin içine götürüp gözleri ağrıyana dek okuyuşunu gayet iyi anlayabiliriz. Fakat karaktere ilişkin bu tür izler üzerinde dururken Moll Flanders’ın yaratısının bu hususa hiç eğilmediği söylenebilir, nitekim yalnızca bir gazeteci olmakla, psikolojik bağlamda hiçbir yorum katmadan salt olayların kaydını tutmakla eleştirilmiştir. Doğrudur, onun karakterini kendilerinden varlık gösterir ve biçirlerlenirler, adeta yazara karşı koyarak ve tümüyle onun beğenisine uymayacak şekilde davranırlar. O ise incelikle veya dokunaklı hiçbir hususun üstünde durmaz, bunları vurgulamaz, oraya ondan habersiz gelmişlermiş gibi sakin bir biçimde devam eder. Prens oğlunun beşiğinin yanına oturduğunda Roxana’nın bebek uyurken ona bakmayı ne denli sevdiğini gözlemleyişi gibi bir hayal gücü dokunuşu kendisine kıyasla bizim için çok daha fazla anlam ifade eder görünür. Newgate’deki o hırsız gibi önemli konuları uykumuzda sayıklamak için ikinci bir şahısla konuşma ihtiyacına dair ol ilginç, modern tezinin ardından konudan saptığı için özür diler. Karakterinin zihninin öylesine derinliklerine yerleştirmiştir ki nasıl olduğunu bilmeden onları yaşar görünür ve tüm kendinden geçmiş sanatçılar gibi o da eserine kendi jenerasyonunu yüzeye çıkarabileceğinden daha fazla altın bırakmıştır. Bu yüzden karakteri hakkında yorumlarız belki de onun kafasını karıştırır. Biz onun kendi gözünden dahi dikkatle gizlediği anlamları çıkarırız. Bu yüzden Moll Flanders’ı kınamaktan ziyade ona hayranlık duyarız. Defoe’nu onun günahlarının tam olarak kararlaştırdığına inanasımız gelmez; alhlak yoksunlarının hayatını ele aldığı sırada pek çok ince derinlikli soru uyandırdığını ve açıkca söylemese de inanca dair beyanlarıyla ters düşen cevapları ima ettiğinin farkında olmadığını da. ‘’ Kadınların Eğitimi’ne ilişkin makalesinin belgelediği üzere biliyoruz ki bu konuya epeyce kafa yormuş ve çağdaşlarının çok ilerisinde düşünmüş, kadınların ellerinden çok şey geldiğini , onların gördüğü haksızlıkları çok sert bulduğunu dile getirmiştir. Moll Flanders ve arkadaşları kendilerini ona bizim diyeceğimiz üzere ‘’ pitoresk ‘’ oldukları iç,n sunmamışlardır, ne de kendisinin ileri sürdüğü gibi halkın faydalanabilmesi açısından bizimle yaşayan kötülerin örnekleri oldukları için değildir. Onun ilgisini cezbeden şey onların zorlu bir yaşamla içlerinde geliştirdikleri doğal gerçeklikleridir. Onlar için bahaneler yoktur, hareketlerini gizleyerek güzel sığınakları yoktur. Onların patronları yoksulluktur. Defoe onların hatalarına dudak bükmenin ötesinde bir yargılamada bulunmamıştır. Hatta onların cesaretlerini, becerileri ve azimleri hoşuna gitmiştir. Onların camiasına güzel sohbetler ve keyifli hikayelerle dolu, birbirlerine bağlı ve ev yapımı türünde ahlak kurallarının işlediği bir topluluk olarak görmüştür. Talihlerinin sonsuz değişkenliğini övmüş, beğenmiş ve kendi hayatında hayretle gözlemlemiştir. Her şeyin ötesinde bu erkek ve kadınlar zamanın başlangıçından beri erkek ve kadınları harekete geçiren tutkular ve arzular hakkında açıkça konuşmakta özgür olmuş, bu yüzden de şimdi dahi canlılıklarından bir şey yitirmemişlerdir. Açıkça bakılan her şeyde bir asalet vardır. Hikayelerinde büyük rol oynayan paranın bayağı konusu dahi rahatı ve getirisini değil ama onuru, dürüstlüğü ve yaşamın kendisini ifade ettiğinde bayağı olmaktan çıkıp trajik bir hal alır. Defoe’nun sıkıcı olduğu itirazında bulunabilirsiniz ama asla önemsiz şeylerle de uğraşmamıştır. O, eserleri, insan doğasından en cekici olmasa da en kalıcı olanın bilgisi üzerine kurulmuş olan açıksözlü, büyük yazarların ekolündendir. VIRGINIA WOOLF
Hiçbir Şey Keşfedilmeyecek Kadar Uzak Olamaz MURPHY Yazar : SAMUEL BECKETT Ayrıntı Yayınları 4. Basım 2015 192 SAYFA Murphy usunu dış evrene sımsıkı kapalı büyük ve oyuk bir küre olarak tasarlıyor. Bir fakirleşmenin söz konusu olmadığı çünkü bu kürenin içinde dış dünyada bulunan hiçbir unsur eksik değildi. Dışındaki evrende sanal ya da gerçek olan ya da sanaldan gerçeğe dönüşen ya da gerçekten sanala gerileyen her şey onun iç evreninde de yerini bulacaktı. Bu özelliği nedeniyle Murphy’yi idealist katranına bulamamız gerekmiyor. Bir yanda ussal olgu, diğer yanda ise, aynı ölçüde hoş olmasa da eşit derecede gerçeklik taşıyan bedensel olgu var. Usu sanal ve gerçek olgular arasındaki ayrımı, bir biçim arayan, biçimden yoksun şeyler için değil ama hem ussal hem de bedensel bir deneyime sahip olduğu olgular ile yalnız usundan geçirdikleri arasında yapıyordu. Yani tekmenin biçimi gerçek, okşamanın ki sanaldı. Usunun gerçek parçasını yukarıda ve berrak, sanal parçasını da aşağıda ve bulanık bir biçimde duyumsuyordu, yine de bu duyguyu ahlaki bir dürtünün sonucunda edinmiş değildi. Ussal deneyim bedensel deneyimden başkaydı, ölçütleri bedensel deneyimin ölçütlerinden farklıydı içeriğinin bir parçasının bedensel gerçekliğe uygunluğu bir parçanın değerine bir şey eklemiyordu. Us çalışmıyordu, bir değer yargısına göre düzenlenmişti. Işık, gölge ve karanlıktan oluşuyordu, bir aşağısı bir de yukarısı vardı; yoksa iyilik ve kötülük kavramları söz konusu değildi. Us başka bir kipte koşutluklar taşıyan ve taşımayan biçimlerle doluydu; yoksa iyi ve kötü biçimlerle değil. Usu için aydınlık ve karanlık arasında bir çelişki yoktu, aydınlığının karanlığını yok etmesi söz konusu değildi. Gereksinmesi bazen aydınlıkta, bazen gölgede, bazen de karanlıkta olmaktı. Böylece Murphy kendini bir beden ve bir us olarak ikiye bölünmüş hissediyordu. Görünürde bir iletişim vardı aralarında; yoksa ortak bir şeylere sahip olduklarını nasıl bilebilirlerdi. Ama usunu bedeninden soyutlanmış hissediyordu ve ne iletişimin hangi yoldan sağlandığını ne de deneyiminin nasıl olup da birbirinin alanlarına taştığını anlayabiliyordu. İkisinin de birbirinden bağımsız olduğuna inanıyordu. Ne bir tekmeyi duyumsadığı için tasarlıyor ne de tasarladığı için duyumsuyordu. Belki de bilinciyle tekme edimi arasında, iki büyüklüğün bir üçüncü büyüklükle ya da iki sonucun ortak bir nedenle aralarında oluşturduğu türden bir bağlantı vardı. Belki de uzam zaman dışında, usdışında, varoluşun ilk anlarından bu yana bilincin ve somutluğun bağlantılı kiplerinden Murphy’ye oldukça bulanık gözüken beden dışı bir tekme vardı, yani usundan tasarladığı tekme bir yanda, gerçek tekme öte yandan. Peki öyleyse o yüce okşama neredeydi? Yine de Murphy, doğa üstü bir gücün varlığını kabullenircesine, usunun dünyasının bedeninin dünyasıyla kurduğu kurduğu bu kısıtlı uyumu kabulleniyordu. Sorunun ilgi çekici bir yanı yoktu. Murphy yaşı ilerledikçe, usunun kendi ilkeleri dışında hiçbir değişiklik ilkesine bağımlı olmadığı, kendi içinde yeterli ve bedensel değişikliklerden etkilenmeyen bir yapıda bulunduğu görüşüyle çatışmayan bir açıklamayı benimsemeye yanaşıyordu. Olabildiğince yararlanmaya çalıştığı bu durumun nedenleriyle hiç mi hiç ilgisini uyandırmıyordu onun. İkiye parçalanmıştı, bir parçası aydınlık, gölge ve karanlık bir küre olarak tanımladığı şu usundaki odayı terk etmiyordu hiç, buradan çıkış yoktu çünkü. Ama ussal dünyadaki her devini, bedenin dünyasında bir dinlenme gerekiyordu. Yatağında uyumak isteyen bir adam. Onun başının ardındaki sakladığı yerden çıkmak isteyen bir fare. Murphy bedeni hareket halindeyken de usunun hüzün verici bir alışkanlığıyla düşünebilir, hatta yorumlamalarda bile bulunabilirdi, akılcı bir davranış parodisine benzetilebilirdi bunları. Ama bilinç dediği şeyin bütün bunlarla bir ilgisi yoktu. Bedeni hem usu iyice devinebilsin diye, hem de kendi yararına uykudan daha korunaklı bölgelere uzanıyordu gitgide Usuyla işbirliğine girmeyen pek az parçası kalıyor gibiydi bedeninden, üstelik bu parçalarda yenik düşüyordu yorgunluğa. Birbirine böylesi yabancı unsurların arasında oluşan böylesine gizli bir anlaşma Murphy’ye telekinezi kadar esrarengiz görünüyordu ama umursamıyordu bunu. Bu olguyu da, bedeninin gittikçe usuna daha çok gereksinme duymasına da hoşnut duygularla gözlemliyordu. Bedeni yok olmaya sürüklendikçe, kendini usunda doğuyor gibi hissediyordu. Usunun zenginlikleri içinde özgürce deviniyordu. Bedenin stokları, usun zenginlikleri var. Her biri kendine özgü niteliklere sahip aydınlık, gölgeli ve karanlık üç bölge bulunuyordu. İkinci bölgedeki biçimlerin koşutları yoktu gerçek yaşamda. Burada estetik bir zevk hakimdi. Türdeş bir kipin bozduğu hiçbir yapay düzenlemeye gereksinme ve buna yakın hazlar tadılabilirdi. İç dünyasının bu iki bölgesinde de Murphy kendini, mutlak hakim ve özgür duyumsuyordu. Birinde başına gelenleri misillemelerle karşılık veriyor, ötekinde erinç dolu eşsiz görüntüler arasında dilediğince deviniyordu. İkisi arasında bir rekabet yoktu. Üçüncüsü karanlık bir biçimler gelgitiydi. Biçimler durmadan bir araya gelip parçalanırdı burada. Aydınlık yeni bir çoğalışım uysal unsurlarını, lime lime edilen bir oyuncağa benzetebileceğimiz bedenin dünyasını içeriyordu; gölgeyse barış durumunu. Ama karanlık ne unsurları ne de belirli bir durumu içeriyordu, yalnızca oluşan ve yeni bir oluşumun parçalarında un ufak olan aşksız, nefretsiz ve değişimin hiçbir ilkesine bağlı kalmayan biçimler vardı. Burada özgür değildi ama saltık özgürlüğün karanlığı içinde bir noktaydı. Deviniyordu, cizgilerin bitip tükenmeyen yok oluşu yeniden oluşumu içinde, her şeyden bağımsız o kaynaşmanın içinde bir noktaydı. Kuşku etmek düşünmenin beklide noktasal varoluşu, insanın iç dünyası ile nasıl dallanıp budaklanırken yaşadığı fiziksel dünyasında varoluşu devam ederken ayrışamadığı ama o düşünce yapısı ile ezoterik ve bedensel ilişki arasında gidip gelmesine gerek kalmadan yaşayabileceğini geçmişten geleceğe bakış acısını sorgularken şimdiki zamanın içinde yoğunlaşması mutlak mükemmellik içinde içinde hareket edebilen saf düşüncenin kavrayış ile kurulmadığını ama yaşamın bakış acısının her insanın iç dünyasında ki farklılıkların mükemmel ifadesine yaklaşımını ifade ediyor Samuel Beckett.
Başbakan Hinz Von Hinzenfeldt Çizmeli Kedi- HİNZE Kitap Adı : ÇİZMELİ KEDİ Yazar : Johann Ludwig Tieck Yayınevi : M.E.B Çevirmen: Fikret ELPE Yayın Tarihi 1948 ISBN Baskı Sayısı 1. Baskı Dil TÜRKÇE Sayfa Sayısı 86 Çizmeli Kedi CHARLES PERRAULT’un masal kitabından alınmıştır. Üç kardeş aralarında miras paylaşımı olur, en küçükleri olan Gottlieb’e kedi gdüşer, bu çok sadık bir kedidir, efendisini çok sever onu hükümdar yapmaya karar verir. Johann Ludwig Tieck bu çocuk masalını sahneye koyarak komediyle şiiri mezcetmesini bilir. Bu masalı sadece bir cerçeve olarak kullanmıştır, asıl maksadı sahneye konulan edebi eserin kıymetten mahrum piyesleri, İfland gibi kötü aktörleri ve bunların hayranı Berlinli seyircileri hicvetmektir. Keskin bir hiciv, bu birleşmeden garip fakat hayat dolu harikulade bir komedi meydana çıkmıştır. Baş rolde Hinze Kedidedir, sonuna kadar neşesini muhafaza ederek, kibar ve kıvrak zekası ve tavırlarıyla sahnededir.