gül ekmen, 165 adet değerlendirme yapmış.  (13/24)
Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafir
Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafir

8

Ömer Seyfettin'in "Perili Köşk"üne benzeyen hikayesiyle başlayan kitap özünde; benimde inanıp kabul ettiğim bu yüzden iç huzurumu sağlayan sırrı fantastik ve gizemli kurgusuyla mizahi anlatımı birleştirerek, kahramanlarını betimlemeleri sayesinde sanki tanıyormuş hissiyatına düşüren simalar yakıştırmanıza neden olan anlatımıyla gözler önüne seriyor. Öze gelmeden önce; Kitabı okurken kurguyla ilgili kafanızda çeşitli olasılıklar türetiyorsunuz o arada bir sürü felsefik kelimenin altını çiziyorsunuz derken kitap bitiyor ve ters köşe. .Kendinize algı sorunu yaşıyorum sanırım diye kızıyorsunuz çünkü kitabın sonu başından belliymiş işte bu yaza.rın zekası Türk edebiyatında dram yapmadan güle oynaya okuyucusunu dumur eden kaç yazar var ki! Kitaptan kendi fikirlerimi izole ederek öğrendiklerim; ★ Yasaklamadan yasaklama nasıl yapılır? Yasaklama biçimleri nelerdir? ★Toprak hayat mıdır ölüm müdür ? ★Kolay ikna olmak zaaf mıdır erdem midir? ★Karşılıklı konuşma ve dinleme nasıl olmalıdır? ★Bildiklerini kullanmazsan bilmiş sayılır mısın? Ve öze gelecek olursak; Denge ve denklem."Hayat öyle bir denklemdir ki, her anında, her parçasında reaksiyona girenle çıkan birbirine denktir". Yani ne kadar kazanan varsa o kadar kaybeden olacaktır! Kazanan aynı zamanda kazandığı kadarını da kaybedendir! Güldüğün kadar ağlayacak, aldığın kadarını vareceksin Ilahi espride bu böyle.. Kitaptan altını cizdiklerim: -Bir yokluğun içinde kanat çırpıp giderken, hayatta mı yoksa ölü müsün bunu dahi bilemezsin.Ne zaman ki baska yaşayanlar gördün o zaman yaşadığını anlarsın! -Zaman herkesi unutkanlastırabilir mi? -Dert dertse eğer, bugünden yarına azalabilir mi?

Dört Anlaşma: Toltek Bilgelik Kitabı
Dört Anlaşma: Toltek Bilgelik Kitabı

8

Kişisel gelişim kitaplarında bahsedilen şeyler aslında bildiğimiz şeyler. Bu bildiğimiz şeyleri uygulamaya geçirmedeki en önemli etken; ihtiyacın olduğunu düşündüğün şeyi doğru zamanda okursan verim alabiliyorsun. Eğer o kitap için doğru zaman değilse okuduğunda uygulamaya geçmesen bile gün geldiğinde uygulamak üzere öğrenmiş oluyorsun. İşte benim için bu kitap doğru zamandı. Çünkü çok yoğun bir yıl geçirdim çok fazla insanla muhatap oldum ve açıkçası negatif insanların enerjimi emdiğini düşünüyordum. Kitap iyi geldi mi derseniz evet geldi an itibariyle bir sakinlik, bakış açımda bir olgunluk var diyebilirim:) Etkisi ne kadar sürer bilmiyorum ama direniyorum. Kitapta Toltek Yaşam Sanatı’ndan bahsediliyor. Toltekler her şeye cinsiyetsiz ve canlı gözüyle bakıyor. Tapınma onlar için bir anlam ifade etmiyor görmeye, öğrenmeye ve uygulamaya önem veriyorlar. Ve onlara göre insan dünyaya geldikten sonra kendisiyle, etrafındaki insanlarla, Tanrıyla, etkileşim halinde bulunduğu her şeyle anlaşma yapıyor. Bu anlaşmalarla; kim olduğumuzu, ne hissettiğimizi, neye inandığımızı ve nasıl davranacağımızı belirliyoruz ve sonuca “kişiliğim” diyoruz. Bu anlaşmaların çoğunu toplumsal etkileşimlerle farkında olmadan yapıyoruz. İşte bu kitap; farkında olmadan yaptığımız ve hayatımızı olumsuz etkileyen anlaşmaları aşağıdaki 4 anlaşmayla daha pozitif hale getirebiliriz. 1.Anlaşma; Kullandığınız sözcükleri özenle seçin. Don Miguel şöyle diyor “ Söz, sadece bir ses ya da yazı sembolü değildir. Söz, bir güçtür; kendinizi ifade etme ve iletişim kurma gücüdür. Sözle düşünürsünüz. Düşünmekte kullandığınız sözlerle yaşamınızdaki olayları yaratırsınız.” Olumsuz olarak kullandığımız sözcüklerle hem etrafımıza hem de geri dönüşü kendimize olan bir zehir saçıyoruz. İşte eski anlaşmayı bozup şahsen ben öyle yapacağım olumlu, yargılama içermeyen, dedikodu yapmayacağım bir anlaşma yapıp iyi şeylerden konuşacağım. 2.Anlaşma; Hiçbir şeyi kişisel algılamayın. Kişisel algılamayı çok önemli bir hale getirirseniz bu sizin canınızı yakabilir. Çünkü insanlar genelde negatif konuşurlar ve çeşitli nedenlerden dolayı en basiti mutsuzluktan beslenen insanlar mutsuz olmanız için uğraşırlar çok ciddiye alırsanız incinirsiniz. Miguel bu durumla ilgili “ Sizi inciten söylenenler değildir. Söylenenler yaralarınıza dokunduğu için incinirsiniz. Sizi inciten sizsiniz .”diyor. Başkaları o an canınızı sıkabilecek şeyler söylese bile kişisel algılamayın. İyi söylese de algılamayın. Bu sizinle ilgili değil karşı tarafın ruh haliyle ilgilidir. Siz kim olduğunuzu bildikten sonra gerisinin önemi yok. Hem kişisel algılamaya alıştığınız zaman hep onaylanmak, sevilmek, iyi şeyler duymak istersiniz ki bu da pek mümkün değil. 3.Anlaşma; Varsayımda bulunmayın. İnsanlar kendilerini dünyanın merkezinde bulunduklarını zannettikleri zaman, herkesin evrende olup biten her şeyi kendileri gibi algıladığını düşünerek kendi zihninde olan şeyleri insanlara yükleyerek varsayımda bulunurlar. Bu da iletişim faciasına yol açar. O yüzden etkili bir iletişim için “Zannetme-Farzetme-Varsayma SOR”..Kafana takılan her şeyi sor! Neyi, nasıl, ne şekilde soracağını bilmekte bir meziyettir çünkü. 4.Anlaşma; Daima yapabildiğinin en iyisini yap. Don Miguel şöyle diyor ; “Her koşulda, daima en iyisini yapın, ne daha fazla ne daha az. Ama şunu daima hatırlamanızda yarar var: An, her an değiştiği için asla “ en iyiniz” olmayacaktır. Dört anlaşmayı yaşamınızda uyguladıkça “en iyiniz “ de gittikçe “en iyi “ hale gelecektir. Bu bölümde en etkileyici şey; belki yapmak zorunda olduklarınız sizi en iyiyi yapmaktan alıkoyuyor. Çünkü en iyiyi yapmak için önce sevmek gerekir.Sevmediğiniz bir şeyi yinede yapmak zorundaysanız onu eğlenceli hale getirin mesela işiniz olabilir:)

insan ne ile yaşar
insan ne ile yaşar

8

İnsan Ne İle Yaşar? Yaşamı boyunca bu soruyu kendisine sormamış olanınız yoktur herhalde.. Ben hayatımın her evresinde soruyorum ve her seferinde sanırım o anki açlığım ile alakalı olarak değişik cevaplar alıyorum. Mesela hayatımın ergenlik döneminde bu soruya cevabım "insan hevesle yaşar" dı. İşte başarıyla okulu bitireceğim, iyi bir işe gireceğim, kendi kararlarımı vererek özgürce canımın istediği gibi yaşayacağım ve en önemlisi anı yaşayacağım hevesiyle yaşadım. Bazı hevesler kursakta kalır ama şükür ki benim ki sekteye uğramadı tabi aklım sayesinde yoksa köstek çok smile ifade simgesi 20’li yaşların ortalarından sonra “gereklilik listesi” ile yaşadım. İnsana yaşaması için ne gerekli diye çok düşündüm ve kendimi tatmin edecek şeyleri buldum onları yaptım. Mesela ; -İlk kitaplarım geliyor aklıma açlığımı, susuzluğumu, ruhumu doyuran kitaplara gereksinimim var Yazmam lazım sonra, en başta belki gizlemeye çalışmak adına yaptığım bu işi keyfim yerindeyken yapmak beni eğlendiriyor güçlendiriyor şu evrende minnacıkta olsa “bir ben varım” hissini sağlıyor dur durak bilmeden her şeyi yazmam lazım -Sonra fotoğraf çekmem lazım o anları benimle var etmek için, benim gördüğüm şekilde ölümsüzleştirmek için. -Görmem lazım birde yeni yerleri güzel şeyleri görmem lazım. -Dinlemezsem olmaz dinlemek lazım yeni müzikleri, yeni insanları, kalbimin sesini, dalga sesini … -Tabi bunların hepsini yapabilmek için enerji ve sağlam bünyeye lazım spor yapmalıyım içimdeki heyecanı enerjiyle dışarı atmalıyım..Koşmalıyım gidebildiğim yere kadar koşmam lazım.. -Ve aşk lazım her şeye aşkla bakmak lazım.. Baktım, okudum, yazdım, dinledim, yaptım oldu :)Şimdilerdeyse bir heyecan içimde dur durak bilmeyen her şeye karşı bir heyecanla yaşıyorum.. Kitaba gelecek olursak Tolstoy işte fazla söze ne hacet.. Kitap ismi itibariyle bir mesaj kaygısını gözümüze sokmaya elverişli ama Tolstoy bunu Teist bir yaklaşımla rahatsızlık vermemeden yapıyor. Kitap; iyilik-kötülük; açgözlülük-tokgözlülük, hayat-ölüm benzeri karşıtlıkların erdemli bir yanıtını vermeye çalışırken; cezalandırılan bir meleğin Allah tarafından cevabını öğrenmesini istediği “İnsan kalbine ne hükmeder?, İnsana ne verilmemiştir? ve İnsan Ne ile Yaşar?” sorularına cevap bulması için önderilmesiyle başlar ben soruların cevabını öğrendim. Okuyun sizde öğrenin smile ifade simgesi Kitaptan altını çizdiklerim : -Anladım ki, insanlar kendilerini düşünerek yaşıyor gibi görünse de, gerçekte onları yaşatan tek şey sevgidir. Kim severse, Allah’ a yaklaşır; Allah da ona yaklaşır. Çünkü O sevgiyi yaratandır!” - Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım. - Önemli olan tek bir an vardır o da “şimdi”dir. En önemli an şu andır çünkü bir tek ona sözümüz geçer. İnsana gerekli olan kişi şu an yanında olan kişidir. Çünkü hiç kimse günün birinde bir başkasına işinin düşüp düşmeyeceğini bilemez. Ve insan için en önemli uğraşı iyilik yapmaktır. Çünkü bu insanın yeryüzüne gönderiliş gayesidir

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş
Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş

9

1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü almış bu kitap adından da anlaşılacağı üzere okuduğum en ilginç kitaplardan birisi. Hani kimi zaman “ ölümsüz olsam ya da öleceğim günü bilsem ne güzel olurdu “ diye düşündüğümüz zamanlar olmuştur. Benim ölümsüzlük değil ama öleceğim günü bilmek gibi bir arzum var mesela  Gerçi bu kitapta ondanda vazgeçtim ama neyse  Kitaba gelecek olursak bu hikâye iki bölümden oluşuyor. İlki adı bilinmeyen ülkenin birinde bir yılbaşı gününün sonrası ülkede kimsenin ölmemesi ile başlıyor. Bir anda ülkeye sevinç yayılıyor fakat sevinmek için erken çünkü kimsenin ölmemesi zamanın durmasıyla değil aksine hayatın tüm sorunları, hastalıkları, kazalarının devam etmesiyle devam ediyor. İnsanları bekleyen ebedi bir yaşlılık, hastalık ve acı… Tabi cenaze hizmetleri işsiz kaldığı için ilk tepki onlardan geliyor  Sonra sigorta şirketleri, huzur evleri, hastaneler, devlet yetkilileri derken ülkenin içine düştüğü kaosu, insanların ölüm ve ölümsüzlük karşısındaki çelişkili tepkilerini, ahlaki çöküşlerini görüyoruz. Tüm bunlar yaşanırken 7 ay geçiyor bir anda işte bu ikinci bölümde ise ölüm geri geliyor ve ölemeyen herkesi alıp götürüyor. Ama artık ölüm eskisi gibi değil daha ilginç bir halde geliyor. Ölecek kişilere 8 gün önceden öleceğini haber veren bir zarf gönderiyor ve insanların ölümü beklerken neler yaşadığını, düşüncelerini okuyoruz. Yalnız tek bir kişiye gönderilen zarf geri dönüyordu işte oradan sonra yaşananlar işi biraz karıştırıyor inanmayacaksınız ama bir aşk doğuyor ama kim kime okuyun değerlendirin  Kitapta kişi hep bir sorgulama içine giriyor en azından bende öyle oldu ve bu ilginç hikâyeyle birlikte bazı gerçekler gün yüzüne çıkıyor.Gerçeklerle yüzleşmek bu olsa gerek. Hayal kırıklığı diyemeyeceğim zaten bildiğimiz şeyler ama yinede insanlık nereye gidiyor diyebileceğiniz iki sonuç çıkardım. Birincisi; insanlar ölmüyor diye başta cenaze hizmetleri olmak üzere birçok kurum parasızlığın derdine düşüp yasadışı guruplarla işbirliği yaparak insanları ölmesi için sınır dışına çıkarırken yada sahte ölüm raporları hazırlarken görüyoruz ki temelde iyilik, insanların huzur içinde uzun yaşamaları tezi; çıkarlar ve sistem söz konusu olduğunda ikinci plana itiliyor. Sistemin çalışması için gerekli kararlar; ahlaksız, acımasız hatta zarar verici olabilir ama sistemin çalışması her zaman önceliklidir. İkincisi ise; hani kurumlar bu işin içinde dedik ya ilk başta başkaları konu-komşu bizim için ne düşünür diye kurumların kararlarına tepki gösterenler yaşlı yakınları sonra mesela evlerindeki yaşlıların altını temizlemekten, her şeyi unutmalarından, onlara hizmet etmekten bıkmış olmalarından dolayı onlarda kurumlar gibi yakınlarından vazgeçmek için yasa dışı guruplarla anlaşıyorlar. Ama unuttukları şey “insan eti ağırdır”. Benim bu kitaptan anladığım en güzel şeyse; ölüm düşüncesinin insana “varlığını” hatırlatıyor ve bunu üzerinde düşünmeye itiyor oluşu. Ölüm aynı zamanda hayatımıza anlam vermedeki en önemli etken. Ölüm insana çaresizlik ve soğuk gelir ya o hissiyat bu kitabı okurken de kitap bana “benim kurallarım dahilindesin" diyordu adeta. Yazar esprili bir anlatımla kara mizah yapmış ve bunu ölüm temasıyla ustalıkla birleştirmiş. Sayfaları çevirirken yüzümde çoğu kez tebessüm vardı ancak ben bu kadar uzun cümle kuran bir yazar okumadım Kitapta başına ne gelecek diye merak edeceğimiz bir karakter bir kahraman kullanmadan, cümlelerin uzun noktalama işaretlerine yer verilmeden konuşmaların düz bir metinde yazılmış olması kitaptan zaman zaman kopma yaşamanıza neden oluyor zaten o noktada yazar “ şimdi bunu mantıksız bulacak okuyucular için bir açılama yapalım” diyerek okuyucusunu kendisine getiriyor Kitaptan Altını Çizdiklerim: •İnsan olmanın ne demek olduğunu her geçen gün daha az bileceğiz. •Hayat böyleydi işte, kaşıkla verir sonra bir gün kepçeyle verdiklerinin tümünü geri alırdı. •Yaşam, enstrümanları akortlu da olsa akortsuz da olsa, devamlı çalan bir orkestradır… • "...hem nalına hem mıhına vurarak.." bunun altını çizdim çünkü böyle bir cümle İspanyolcada var mı yoksa bizim çevirmenin uydurması mı merak ettim 

Zübüklüğün Sonu Yok
Zübüklüğün Sonu Yok

6

Aziz Nesin'in nesini seviyorum bilmiyorum. Onunla ilgili aklımda Aziz Nesin denildiğinde aklımda yer etmiş 3 ayrı anektod var. 1- Soyadı kanunu çıktığı yıllarda kendisi gibi marjinal olan babası nüfus müdürlüğüne gittiğinde kendini bir yere ait hissedemediğinden "Nesin" soyadını almıştır. Hayatım boyunca insanlara bana hitap ederken ne olduğumu sorsunlar ben de kendime geleyim diye düşünmüş. 2- ''Hayatim süresince boyum kadar kitap yazdim ama beni sevmeyenler buna da mazeret bulup -onun zaten boyu kisaydi- diyebilirler.'' demiş 3- "Türk halkının yüzde 60'ı aptal"dır demiş tabi bu laftan dolayi Aziz nesin hakkinda kamu davasi açılmış, Aziz Nesin "yapmayın etmeyin bakın beraat edersem aptallığınız tescillenir"demiş tabi davadan vazgeçmemişler. Beraat edince de gazeteler "aptallığımız tescillendi" diye manşet atmış :) Bunları duyunca "Bu adamı niye bu kadar kızdırıyorlar ki" diye düşünüp başladım araştırmaya okumaya.Kendisi; cesur tavırları ve söylemleri ile iyi bir gözlemci çalışkanlık ve cimrilik abidesi olarak karşıma çıktı. Velhasıl seviyorum kendisini :) Kitaba gelince; “Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyümezdi.” diyerek Zübüklüğün çeşitlerini yazıyorum ve kendimi "EZİK ZÜBÜK" ile "ZENGİN ZÜBÜK" arasında bir yerde ilan ediyorum :) Buyrun bakalım siz ne tür bir zübüksünüz? Hacı kılıklı zübük; çalışanlarına verdiği ücreti zekat, vergiyi fitre, düşürdüğü, kaybettiği parayı sadaka sayan zevat… Sözünü tutmaz, faiz alır, yoksula yardım etmez, ama insanlar bunları yapıyor diye insanlara kızar. Ağlak ama aslan zübük; başı sıkıştığında yardıma koşar, gerekirse ağlar bile… İşi hallolunca aramaz. Polyanna zübükleri doğurur. Polyanna zübük hep yardım edendir. Her seferinde bir daha yardım etmeyeceğine yemin eder. Politikacı zübük; yıllarca aka kara, karaya ak demekten ters yüz olan tip… Karaborsacı zübük; milleti kandırıp parasını alan kişi… Umut eden zübüğü doğurur. Umut eden zübük ya tutarsa diye dolaşandır. Keşkeci zübük; bir şeyi yapmaz, niye yapmadığını bilmez ve yapmadığı şeye inanır. Ama gizlice keşke der. Çevresine, yapmadığı şeyi abartarak satar. Zengin zübük; işine geldiği gibi anlar her şeyi, işine geldiği gibi sever, işine gelen her şeyi destekler, işine gelmeyeni yerin dibine sokmak ister. Karaktersizdir. Ezik zübük; kafasında bir kahraman yaratır. Kahramanı yere göğe sığdıramaz. Kahramanının normal bir insan olduğunu hissederse hemen altına almak ister. Alamadığı anda köpek olur. Spekülatif zübük; en zeki kişiyi kendisi sanar, paranoyaktır. Bu türden iki zübük karşılaşırsa birbirlerini yerler… Saf zübük; ‘iyi’ diye tanımlayabileceğimiz insanların içinde olan zübük. Karşısındaki kendinden emin olduğunda en zübük halindedir. Hele işin içinde gizem varsa kesin zübüklüğün dibine vurur. Enayi zübük; kandırılanın hep başkaları olduğunu düşünür. Başkalarının kaybetmelerinden hoşlanır. Kaybetme olayının hiç başına gelmeyeceğini düşünür. Kaybettiğini çok sonra anlar. Vaiz zübük; çenesi ile çalışır. Anlamsız da konuşsa kendisini dinletir. Saf zübükleri gördüğünde kazanması kaçınılmazdır. Naylon zübük; hayali bir tiptir. Ancak kendi tipinde bir zübük onu yenebilir. Politik ve ekonomik olarak güçlüdür. Milliyetçi zübük; vatan, millet ve Sakarya ile her işi halleder. Ancak küçük milliyetçi zübüklere tesiri ölümcüldür. Kaçakçı zübük; denge politikasına uyumludur. İşini bilir. Kaçakçılık yapmadan duramaz. Bir çok zübükle iyi ilişkiler kurar.

Şibumi
Şibumi

8

Okuduğum her kitapla tanışma hikayem farklıdır. Bazı kitapları konusu dikkatimi çektiği için okuyorsam bazı kitapları da yazarları dikkatimi çektiği için okuyorum. İşte yazarı dikkatimi çektiği için okuduğum "Şibumi" buna en güzel örnek.Yazarı niye dikkatimi çekti çünkü kitaplarını kendi ismini kullanmadan "Trevanıan" takma ismiyle yazan, kim olduğu, nerede yaşadığı ve mezarının yeri dahi bilinmeyen bu gizemli adamı merak ettim. Gerçi kimmiş, nerdeymiş, neymiş bunlar önemli değil aslonan eserdir ama gizemli, enterasan birde kafadan problemli asosyal yazarların yazdığı eserlerde kayda değer oluyor hani :) Mesela başka ilginç detaylarda var yazarın bir kitabında anlattığı bir dağa tırmanma macerasını birisi uygulamaya kalmış ama başaramamış ölmüş. Başka bir kitabında birisi müze soygunu hikayesinden etkilenmiş ve kitapta anlatılan yöntemle Milano müzesinden üç tablo çalmış.O yüzden bu kitabında Nicholai Aleksandroviç Hel'in çıplak elle, oyun kartıyla, kurşun kalemle adam öldürme konusunda sahip olduğu üstün yeteneklerinde detaya inilmeden anlatılmış. Yazarın Japon hayranlığı hemen göze çarpıyor.Amerikalılar, Araplar, Avrupalılar, Ruslar dahil nerdeyse Japon olmayan herkesi aşağılamış.Genelinde Faşişt bir yaklaşım söz konusu olsa da kapitalist ülkelerin içi boş insanlar yarattığı düşüncesine katılmamak elde değil.. Türkçesi zarafet, nezaket anlamına gelen Şibumi ne demek peki? Kitap buna şöyle cevap veriyor: -"insan Şibum’i düzeyine gelmek için çok şey mi öğrenmeli?” -“Daha çok, bilgilerden geçip basitliğe varmak gerek. O kadar doğru bir söz ki cesaretle söylenmesine gerek yok…O kadar dokunaklı bir olay ki güzel olmasına gerek yok…O kadar gerçek ki sahici olmasına gerek yok… Bilgiden çok anlayış. İfade dolu bir sessizlik. Kendini kanıtlama gereği duymayan alçakgönüllülük. Zarif bir basitlik. Büyük bir ruhsal rahatlık ama pasiflik değil. Hakimiyet peşinde olmayan otorite…” Adeta bir ütopya..Hakimiyet peşinde olmayan bir otorite ne kadar çekicidir hiç düşündünüz mü? Tamamen doğal, kendiliğinden, içinde insan açgözlülüğü, egosu, hırsları ve kıskançlığı olmayan bir otorite.Tıpkı tanrısal otorite gibi. Tanrısal otorite hakimiyet peşinde değildir, zaten hakim olduğunu bilir, hakimiyet peşinde olan tanrısal otoriteyi kendi hakimiyetleri için kullananlardır. Kitapta Generalle Nicholai arasında santranç benzeri japonlara özgü bir oyun oynanıyor.İsmi GO. 181 tane beyaz taşla oynanan, yerleştirilen taşın yerinin değişmediği ve geri alınmadığı bir oyun. Oyunun kuralı hayatta yaptığımız yada ağzımızdan çıkan bir sözden de geri dönülmeyeceği ilkesiyle bağdaştırılıyor.(tabi oyunda bu ilke de Japonlara özgü zira bizde söz ağızdan çıktı bir kere sadece bir deyim :) Kitaptaki en güzel bölümler Nicholai Aleksandroviç Hel'in hocası Oteka San’la konuştuğu bölümler.İşte bunlarda en sevdiklerimden hatta "insan nasıl mutlu olur?" bunun cevabı bile var kitapta.. - “İnsanı en mutlu eden şey, ihtiyaçları ile varlıkları arasında bir denge bulunmasıdır. Bütün sorun, bu dengenin nasıl sağlanacağı. İnsan bunu belki varlıklarını yükseltip ihtiyaçlarının düzeyine çıkararak yapabilir. Ama bu budalalık olur. Bunu yapmak, arada bir sürü doğa dışı şeyler yapmayı gerektirir. Pazarlık etmek gibi, çalışmak gibi, çabalamak gibi. Öyleyse? Öyleyse akıllı bir adam dengeyi, ihtiyaçlarını azaltarak, yani onları varlıklarının düzeyine indirerek sağlar. Bunu yapmanın da en iyi yolu, bedava olan şeylerin değerini bilmektir. Dağların, kahkahanın, şiirin, bir dostun verdiği şarabın…” "Kimseyi bilhassa düşmanını hafife alma" felsefeside kitapta çok güzel anlatılmış. - “Senin orta düzeydeki kimselere karşı duyduğun aşağılayıcı nefret, onlardaki geniş, kapsamlı kuvveti görmene engel oluyor. Sen kendi parlaklığının orta yerinde dururken, gözlerin öylesine kamaşıyor ki, odanın kuytu, karanlık köşelerini göremiyorsun. Oralarda kalabalıkların, beyinsiz insan kalabalığının ne tehlikeler hazırladığını görecek şekilde gözlerini ayarlayamıyorsun. Ben sana bunları söylerken bile, sevgili öğrencim, sen kendinden yeteneksiz kişilerin, sayıları ne kadar çok olursa olsun, seni yenebileceklerine inanmakta güçlük çekiyorsun. Oysa biz artık orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. Orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür… Fakat ölümsüz tekdüzeliğine devam eder. Hiç bıkmaz. Amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. Çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. O ölümsüz tekdüzelikleriyle. Kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır…”

Yaşamın Penceresinden Denemeler
Yaşamın Penceresinden Denemeler

2

Deneme; zengin bir edebiyat, kültür, sanat, bilim, felsefe gibi tecrübe ve bilgi sahibi olduğun bir konu üzerindeki düşüncelerin taslak durumundaki halidir ve düşünce kıvraklığı, anlatım becerisi gerektirir. Benim için "Deneme" deyince akla gelen ilk isim Fransız yazar Montaigne'dir. Yazarımızda kendince deneme türü bir kitap yazmış yani denemiş ama olmamış.. Aslına bakarsanız yazar; 1980 yılından beri şiir öykü yazıyor, 1995 yılından beri de kendi adında bir tiyatrosu var ve birçok oyun yazıp yönetmiş tüm bunlara rağmen deneme yazmak için dili, anlatımı, vizyonu eksik hissi uyandırıyor. Kitaptaki en güzel bölüm; kitap okumayan bir insandan kitap okumuyor diye uzaklaşmamız aksine ona okumayı sevdirmemiz daha doğru bir eylem olur.Böylece bir kişi diğer bir kişiyi eğitmiş olur.Global düşünürsek dünyanın % 50 okuyanı, diğer % 50'ye ulaştığında okumayan ve cahil tek bir insan kalmaz..