gül ekmen, 165 adet değerlendirme yapmış.  (3/24)
Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders
Çiğdemleri Solan Bozkır
Bir Kadının Penceresinden
Cimri
Alemdağ'da Var Bir Yılan
Alemdağ'da Var Bir Yılan

8

Yalnızlık dünyayı doldurmuş.Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor. Sait Faik; Cumhuriyet Dönemi sonrasında dönemin yazar ve şairleri gibi doğu-batı medeniyetleri arasında hiçbir akımın etkisinde kalmayarak, 1930’lu yıllarda etkisinde kaldığı Maupassant, Gorki ve Çehov’un öykü anlatıcılığından da daha sonra ayrılıp klasik öykü tekniğini yıkıp, kendi özgün dilini oluşturarak kökü kendisinde olan, modern Türk öykülerinin öncülerinden biri olmuştur. Öykülerinde sadece çok toplumsal sorunları değil, bireysel sorunları da değinen, edebi bir özelliği olup olmadığı kaygısı taşımadan aklına ne gelirse yazan, anlatıcı ile anlatılanın birbirinden zor ayrıldığı, insan sevgisi ve çevresinde gördüğü her şeyi iyi-kötü, güzel-çirkin olmak üzerine bir bütün olarak ele alan ve gerçeklikle ifade eden bir yazardır. Ölümünden sonra onunla özdeşleşen Burgaz Ada’sındaki evi annesinin isteği üzerine müzeye dönüştürülmüştür. Adına her sene öykü ödülü verilen Abasıyanık’ta benim için Jean Genet gibi anlamlandıramadığım, kendimle bütünlük kuramadığım yazarlar kapsamında yerini aldı. Saik Faik için genelde huzursuz ve yalnız bir adamdı tanımı yapılır. Bu huzursuzluğa etken şey içinse onun “işe yaramıyor hissi” içinde olmasını söylerler. Varlıklı bir ailenin ferdi olan Sait Faik; “Yazı yazmayı iş saydığım için başka bir iş yapmamaya karar vermiştim kim ne derse desin. Yalnızca yazılarımla geçinme kararımı kafamdan kimse söküp atamaz” demesine karşılık yine de kendisini bir işe yaramayan adam hissi içinde bulur bunu da agresif tavırlarıyla etrafına belli edermiş. Bir yurtdışı seyahati sırasında pasaportuna “işsiz” yazılmasına fena içerlemiş birçok dost sohbetlerinde ve yazılarında bunu dile getirmiştir. Yalnızlık hissini ise; babasının ölümü, Medar-ı Maişet Motoru ilk kitabının toplatılması ve siroz teşhisi konması üzerine üç kez yazmayı bırakmış ama kendi iç dünyasındaki kargaşadan ve sürekli kafasında dönen kurgulardan kurtulamaması üzerine tekrar yazmaya başlayarak “yazmasaydım delirecektim” diyecek kadar belli etmiştir. Daha çok kitaplarıyla yazar olarak tanıdığımız Sait Faik’in şair yönü de vardır. Fakat Sait Faik’in şiirlerini okuduğumda yüreğime dokunan mısraları yok denecek kadar azdır. Sanırım bu benim, şiir yazma da ölçünün hecenin sonradan öğrenilebilir ancak o yüreğe dokunan duygunun doğuştan gelen bir yetenek olduğuna inandığım olgusundan ileri gelebilir. Mesela bir Ahmed Arif, bir Cemal Süreya daha hisli adamlarmış gibi geliyor ve bu adamlar sanki şiir yazmak için doğmuşlar gibi hissettirdiklerinden onların yazdıklarını kendi duygu dünyamda örtüştürebiliyorum. Benim için Sait Faik’te durum böyle değil, bilemiyorum belki de bu durum benim ön yargılarımdan biridir. Sait Faik’in daha önce yine öykülerden oluşan “Semaver Kumpanya” isimli kitabını okumuştum. Bana göre kitaptaki “İpekli Mendil”, “İhtiyar Talebe” ve “Meserret Oteli” öyküleri, insanı duygusal bir yerinden yakaladığı için hüzünlendiren o yüzden diğer öykülerine nazaran etkisi fazla olan öykülerdendi. Sanıyorum, kitabı okurken yazarla ilgili fikir sahibiyseniz yazdıklarında ona dair izler bulduğunuzda yazar ve yazdıkları arasındaki bütünlük hissi bir samimiyet oluşturduğundan kitapla ve yazarla aranızda kopmaz bir bağ oluşuyor. Mesela Sait Faik’in etkisinde kaldığım öykülerindeki hüznü ve üzüntüyü Sait Faik’in yalnızlığı ve sevgisizliği ile örtüştürebildiğimden öykülerin içime nüfuz etmesi daha kolay ve acabasız oluyor. Bunun tam tersi, yazdıklarıyla yaptıkları örtüşmeyen yazarlar bana hep itici ve yabancı gelmiştir. Bahsini ettiğim yazarla bütünlük kuramama hissi uyandıran yazarlardan birisi benim için Elif Şafak’tır mesela. Bu durum kitabı okurken yazarı tanıma kavramı önyargıya neden olsa da ben yinede bireyin psikolojisini ve içinde bulunduğu durumu bilirsek eserleri daha doğru algılayabileceğimiz görüşündeyim. Ece Ayhan’ın İkinci Yeni’nin öncüsüdür dediği Sait Faik’in “Alemdağı’nda Var Bir Yılan isimli bu öykü kitabı; anlatımında hayal, kurgu ve rüya içeren 17 öyküden oluşur. Her bir öyküde Saik Faik’le ilgili daha fazla çözümleme ve fikirlere sahip oldum. “Hişt hişt” isimli öyküde yalnızlık vurgusu öyle işlenmiştir ki, kahraman arkasından duyduğu her hişt sesini kendi üzerine alınır hale gelmiştir. “Hişt hişt sesleri gelmedi mi fenadır, bir insandan, kuştan, çiçekten fark etmez. Bir hişt hişt sesi gelsin de nereden gelirse gelsin” der. Hişt hişt sesleri onun için, insanın tabiat içindeki varoluşunu simgeler. “Çarşıya İnemem” öyküsüyle 1930’lu yıllarda ekonomik buhran ile sarsılsan dünya ekonomisinde Türkiye’nin devletçilik politikasının baskıcı tutumunun insanlar üzerindeki etkisini işlemiştir. Kendisi de o dönemlerde yazarak hayatını kazanmaktadır. Bugün olduğu gibi o zamanlarda da insanların kazanç uğruna hayatın anlamını yitirdiğinden yakınır. “Dülger Balığının Ölümü” öyküsünde; insan doğasının bir gerçeği olan ölümü işlerken, çoğunluğa uymayan insanların toplum tarafından dışlanarak insanı nasıl yalnızlaştırdığını ele alıyor. Kitaptaki öyküler genelde yalnızlık üzerine işlenmiş olsa da öykülerden birkaçında özellikle de “Panço’nun Rüyası”, “Yani Usta” ve “Kafa ve Şişe” gibi öykülerinde, öykünün kahramanları arasında geçen yakınlığı Freudyen bir yaklaşımla zaman zaman eşcinsellik eğilimi olarak nitelendirdim. Mesela Panço karakterinin kırklı yaşındaki bir adamla abi-kardeş ya da arkadaş ilişkisinden daha farklı ve özel bir ilişkisinin olması, Yani Usta’nın evlenecek olmasına ellili yaşlarındaki anlatıcı adamın çok bozulması, Kafa ve Şişe’de meyhanede ihtiyar adamın genç delikanlıya bakması sonrası çıkan kavga hikâyesi ve Çarşıya İnemem öyküsünde geçen; “Yasaklarla çevrili bir dünyada yaşamsak, yasaksız yaşayamazdık. Yasakları kabul ettik. İnsanoğlu için yasaklı hayvan diyebiliriz. Gün olur sular yemişler bile yasaktır, insanlar birbirine yasaktır, aşklar yasaktır. Canım çekiyor diye seni öpemem güzel çocuk!” bu satırlar, öykülerinin bütününe bakıldığında eşcinsellik ilişkilendirmemi destekler nitelikte. Ancak sözünü ettiğim eşcinsellik eğiliminde cinsellik yok, genç erkeklerle geçirilen zamandan doğan hoşnutluk var. Belki de realistten uzak, sürrealist ezgilerin olduğu bu satırlarda bu düşünceyi Sait Faik’in, annesinin aşırı ilgisi ile babasının aşırı ilgisizliği arasında sıkışıp kalmasından doğan çatışmaya bağlayabiliriz. Belki Sait Faik, kahramanları üzerinden eksikliğini duyduğu baba rol modelini yaşıyordur. Sait Faik, bu kitabını uzun süredir mücadele ettiği siroz hastalığına yenik düşmeden hemen önce yazmış. O zamana kadar kendisini arayan yazar biçem ve anlatımındaki farklılıklarıyla bize daha önceki yazdıklarından farklı, kendisini dışlayan insanlara kızgın, İstanbul’a küskün, ulaşılamayan aşka hasret duyan bir Sait Faik sunuyor. Belki de bir isyanın bir başkaldırının bir çığlığın sesi… Ben de sözlerime Sait Faik’in sözleriyle son vermek istiyorum. “Bu yürek bizim yüreğimiz, bir tahtası eksiklerin yüreğidir” Kitaptan altını çizdiklerim: -“Alemdağı güzel, Alemdağı. İstanbul çamur içinde. Taksi şoförleri su birikintilerini inadına insanların üzerine sıçratıyorlar. Kar inadına içimize içimize yağıyor.” - “(…) Anılar, anılar yanmıştır. Yanmış oğlu yanmıştır. Beni bugüne getiren kitaplar yanmıştır.” -'' Bir karıyla yatarken bile yalnızlar. '' -“Yıllar da durulmayan istasyonlardan geçer gibi geçiliyor be!” -“Hani bazı kulağınızın dibinde çok tanıdığınız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.” -“Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne. Sanki ben her akşam onunlaymışım gibi bir yalnızlık duyuyorum.” Kitabın Künyesi: Alemdağı’nda Var Bir Yılan Yazar: Sait Faik Abasıyanık Türü: Öykü Baskı Yılı: 2011 Sayfa Sayısı: 96 Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'ın Tuhaf Hikayesi
Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'ın Tuhaf Hikayesi

7

DR. JEKYLL VE MR. HYDE Spoiler Alarmı: Bu incelemede, kitabın derinlemesine analiz edilebilmesi için spoilerlar verilmiştir! Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri torunlarına eğitim veriyordu. Onlara dedi ki: “İçimizde iki kurt var ve bunların arasında da korkunç bir savaş” Kurtlardan biri; korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibri, kendine acımayı, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, üstünlük taslamayı ve bencilliği temsil ediyor. Diğeri ise; zevki, huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçakgönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor.” Gençlerden biri; “Hangi kurt kazanacak?” diye soruyor ve yaşlı adam kısaca cevap veriyor: “Hangisini beslerseniz o!” Psikolojik gerilim türündeki bu kitap, hikayenin kahramanlarından Dr. Jekyll’nin avukatı ve aynı zamanda yakın arkadaşı olan Mr. Utterson’ın ağzından anlatılmaktadır. Olaylar Dr. Jekyll’nin, Mr. Utterson’a ölümünden sonra tüm mal varlığının Mr. Hyde isminde birine verilmesi yönünde bir vasiyet bırakmasıyla gelişir. Mr. Hyde eğer Utterson’ın tanıdığı bir kişi olsaydı bu vasiyet tuhaf karşılanmazdı. Ancak Mr. Hyde; gerek ev halkı gerekse Mr. Utterson için, birden bire ortaya çıkan, Dr. Jekyll’nin kişiliğine ve yaşam tarzına tamamen ters olduğu için yadırganan, üstelikte hiçbir zaman Dr. Jekyll’le bir arada göremedikleri sevimsiz bir kişilikti. Pekiyi kimdi bu Mr. Hyde? Yukarıdaki Kızılderili hikayesini bunu açıklayabilmek için anlattım. Evet hepimizin içinde, birbirinin davranışlarından memnun olmayan sürekli bir savaş halinde olan bir “iyi” bir de “kötü” var. Hangisini ne zaman, hangi durumda ve niçin ortaya çıkardığımız bir muamma olmakla birlikte, ortaya çıkan sonuca bakarak biz, iyi ya da kötü insan oluruz. Kişinin iyilik yapma ya da kötülük yapma eğilimleri psikolojinin konusu olduğundan yeterli bir çözümlemeye sahip değilim. Sanırım tıp dünyası da bu durumla ilgili kesin yargılara sahip değil. Günümüzde çeşitli türlerde psikolojik rahatsızlık olarak adlandırılan durum için çözüm yolları ne denli başarılı oluyor tartışılır. Dilerseniz, insanın içindeki kötülük yapma eğilimini tedavi etmek için devletin izlediği çözüm yollarından birini, Anthony Burgess'in “Otomatik Portakal” isimli eserinde bulabilirsiniz. Kitapta devlet tarafından izlenilen yol, ulaşılmak istenen sonuca göre ironik ola dursun; Analitik Psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung; bu durumu, savunduğu dört arketipten “gölge arketipi”yle anlatıyor. Jung’a göre; bireyde potansiyel olarak var olan, şuur ve benliğinin karşıtı istenilmeyen, kabul görmeyen tüm kişisel özellikler gölge arketipine dâhildir. Örneğin kişi; kibar olarak tanımlanıyorsa, onun gölge arketipinin kaba, merhametli olarak tanımlanıyorsa gölge arketipinin acımasız olduğunu savunur. Gölge arketipi genellikle persona tarafından bilinçaltına bastırılır. Bilindiği gibi bastırılmış duygular, uygun şartlar gerçekleştiğinde bireyin karakterine tamamen zıt olarak ve en umulmadık şekillerde ortaya çıkar. Jung, bu bastırılmış duyguların yarattığı kimlik felaketinin önlenebilmesi için “gölge dokunun varlığını, bilinçaltından şuura kavuşturulması” gerektiğini savunur. Jung’ın babası Freud, bu içimizdeki “kötü” ile yaptığımız davranışları ilkel benliğimizin vücut bulmuş hali yani “id” olarak açıklar. Bu bastırılmış duyguların sonradan ortaya ne denli sonuçlarla ortaya çıkışına en güzel örnek, sanırım dünyanın ilk seri katili Ted Bundy’dir. Ted Bundy başarılı, genç ve yakışıklı bir hukukçudur. Fakat bu görüntüsünün altında 28 kadını, önce öldürüp sonra tecavüz edip parçalara ayıran bir adam vardır. Kimse onun böyle bir şey yaptığına inanmaz hatta tecavüz ettiği kadınlardan biri kendisinden şikâyetçi olmamış, bir başkası ise Bundy bu suçlarla yargılanırken bile kendisiyle evlenmek istemiş evlenmiş ve bir de çocuk yapmıştır. Bundy; elektrikli sandalyede idam edilmeden önce savunmasında “içindeki kötü kişiliğin bu suçları işlediğini, iyi kişiliğin yani kendisinin masum olduğunu” söylemiş. Elbette mahkeme kişiyi çoklu kişilik bölünmesi iyi-kötü diye ikiye ayırmaz, tek bir üzerinden işlem yapar. Etrafındaki kimselerce çok sevilen, üstelikte bir hukuk adamı olan Bundy’nin çoklu kişilik sorunu yaşamasının nedeni gayrimeşru bir çocuk olmasına bağlanmış. Annesi terk etmiş, ablası ise ona hep yalanlar söylemiştir. Bundy bilinçaltında kadınların, erkekleri kandıran, kullanan kimseler olduğuna karar vermiş ve kadınları öldürmeye başlamış. Bilindiği üzere Bundy’nin hayat hikayesi filmlere konu olmuştur. Sinemada çoklu kişilik bölünmesine dair izlediğim en iyi filmlerden birisi baş rolünü Natalie Portman’ın oynadığı “Siyah Kuğu”dur. Mr. Hyde’ın birden bire nereden çıktığına gelecek olursak; Dr. Jekyll insanın içindeki bu “iyi ve kötü”nün çekişmesine bir çözüm bulmak, onları tek bir vücut içinde ayrıştırmak ister. Ona göre, böylece kötü istediğini yapacak, iyi ise onun adına vicdan azabı çekmeyecek o da kendi iyiliklerini yapacak kötüye ayak bağı olmayacaktı. Bu fikirle deney masasının başına geçer ve bunu mümkün kılan karışımı hazırlar. Dr. Jekyll karışımı kendi üzerinde dener ve olaylar başlar. Dr, Jekyll günün herhangi bir diliminde çirkin, agresif ve beden olarak da kendinden daha kısa Mr. Hyde’a dönüşür. İşte burada sizde düşünmeye başlıyorsunuz. İçimizdeki kötü yanımızla aynada karşılaşsak ne hissederiz? Nasıl bir görüntümüz olurdu? Dr. Jekyll bir süre sonra Mr. Hyde’ı benimser çünkü onun bir parçası olduğunu biliyor. Sonraları da Mr. Hyde’ın kendisine verdiği kötücül özgürlükten haz almaya başlar. Ve beklemediği bir anda her şeyin kontrolünü kaybeder. Dr. Jekyll kendi iyi olan özüne dönmek istese de Mr. Hyde onu ele geçirmeye başlar, ardı ardına kötülükler yapar hatta cinayet işler. Yola çıkış amacı, iyinin ve kötünün çekişmesine son vermek olan Dr. Jekyll, artık iyinin ve kötünün acı veren mücadelesiyle boğuşur. Toplumun değer yargıları zayıfladıkça insan doğasının karanlık tarafı iyi karşısında daha kolay geçiş imkânı bulur. İyinin, kötü karşısında kazanmasını sağlayan faktörlerden birisi yaratıcı korkusu yani inanç meselesi. Ben bunu etik anlamda sağlıklı bulmamakla birlikte bir diğer unsur olan vicdanın önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Sanırım insanlığı kurtaracak en önemli şey vicdan. Örneğin; biz millet olarak, kötülükle yakın temas halinde olmakla, kimlik-toprak-iktidar savaşları nedeniyle gerek ülkemizde gerekse dünyada yaşananlar karşısında kayıtsız kalmakla toplumsal vicdanımızı kaybetmiş bireylerden oluşuyoruz. Ancak şu unutulmamalıdır ki; kötülük kazanmış gibi görünse de iyiliğin olmadığı yerde kötülük de silinir gider. Dünyaca ünlü macera romanı “Define Adası”nın da yazarı olan Stevenson; kitabı hasta yatağında gördüğü bir rüya üzerine 1886 yılında yazmış. 1886 yılında çoklu kişilik bölünmesi henüz tıp literatüründe adı geçen bir kavram değilken bu kitabın ortaya çıkışı, kitabı edebiyat klasiğinden öte psikolojik anlamda yazılmış önemli eserler arasına koyuyor. Kitap defalarca farklı dillere çevrilerek basılmış, müzikal ve tiyatro oyunlarına ilham kaynağı olmuş, ayrıca 123 kez sinemaya uyarlanıp filmi çekilmiş. Hatta kitap hakkında yapılan yorumların kitaptan daha uzun olduğu söylenir. Kitaptan altını çizdiklerim: - “Beni ben yapan şey, insanın ikili yaradılışını oluşturan ve beyni ikiye ayıran iyilik ve kötülük bölgelerini, bende insanların çoğunluğundan da derin bir uçurumla koparan şey, yanlışlarımın özellikle aşağılık şeyler olmasından çok, titizlik isteyen arzularımdı. Bu durumda, dinin kökünde yatan ve en verimli dert kaynaklarından biri olan acımasız yaşam yasası üzerine derin ve müzminleşmiş düşüncelere dalmaya yöneldim.” -“Yok, hafiflemiyor çekilen azap ancak, katılaşıyor ruhumuz, katlanıyor.” -“Söylediklerimle yaptıklarım farklı olsa da, hiç bir şekilde asla ikiyüzlü olmadım. İçimde barındırdığım iki kişilik de tamamıyla gerçekti.”

Oblomov
Oblomov

7

“Bu kitapta önemli olan Oblomov değil Oblomovluktur.” Benim açımdan Rus edebiyatı; yarattığı iz bırakan güçlü karakterleri nedeniyle her daim ilgi çekici olmuş ve olmaya devam edecektir. Hatta “Rus halkında bu lüks merakı, aşırı şatafat düşkünlüğü ve Batı hayranlığı var oldukça, edebiyatçılara tahlil yeteneği anlamında pek çok malzeme çıkacağından biz bu karakter zenginliğinden mahrum kalmayız” diye düşünürüm. Gerçi meşhur Rus edebiyatçıları ve şairleri içinde durum farklı değil. Görünen o ki 19. yüzyıl edebiyatçıları düellodan bkz. Puşkin, Lermantov gibi, 20. yüzyıldakiler de Mayakovski gibi ya intihardan ya da çalışma kamplarının ağır koşullarından ölmekteler. Tabi Dostoyevski’nin epilepsi, Tolstoy’un zatürre, Gogol’un ileri açlık, Çehov’un verem, Turgenyev’in kemik tümörü gibi az rastlanır nedenlerden ölmesi de benim açımdan hayli ilginç. Tabii bunların hiçbiri Orhan Veli’nin ölümü kadar trajik olmasa gerek… Bilindiği gibi 19. yüzyıl Rus edebiyatının “Altın Çağı” olarak geçer. Bu dönem Gogol, Leskov, Turgenyev’in yanı sıra Oblomov’un yazarı Gonçarov’a da ev sahipliği yapar. Rus Edebiyatı denilince ne yazık ki Gonçarov ilk akla gelenlerden değildir. Oysaki Gonçarov; Dostoyevski ve Çehov’u etkileyen yazardır. Bunu sanırım edebiyat dünyasında yazdığı üç kitapla sınırlı kalmasına bağlayabiliriz. Gonçarov; zengin bir tüccarın oğlu olarak Simbirsk’te dünyaya gelir. Filoloji eğitimi aldıktan sonra Maliye Bakanlığında 33 yıl memur olarak çalışır. Bu işin aslında yapmak istediği iş olmadığına karar verip edebiyat alanına geçmesindeki geçen süreyi biz okurlar için zaman kaybı olarak nitelendirilebiliriz. Belki de 33 yıl memuriyet, iyi bir gözlem yeteneğini de beraberinde getirmiş bize Oblomov’u kazandırmış da olabilir bilemeyiz. Bildiğim; yarattığı Oblomov karakterinin sadece bir kişi olmaktan çıkıp karakteristik bir özellik halini almış olması, yüzyıllardır süregelen klasisizm ve romantizmin tahtını sallayan realizm romanı olması, dönemin Rusya’sında bu kitabın okuma-yazma bilen herkes tarafından okunduğu ve hatta 1917 Ekim Devriminin önderi Lenin’i bile ürküttüğüdür. Lenin bu Oblomovluk durumunu şu sözlerle eleştirmiştir, “Rusya üç devrim geçirdi, ama yine de Oblomovlar kaldı; çünkü Oblomovlar yalnız derebeyleri, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler komünistler arasında da vardır. Onu adam etmek daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak ve dövmek gerekecektir." Pekiyi neydi bu Oblomovluk? Oblom; Rusçada köken olarak “enkaz”, Azerbaycan’da ise “tembel” demektir. Rabelais, uydurma hikayesi Gargantua'nın Pek Garip ve Korkunç Hikayesi’nde; "İliği bulmak için kemiği kırmak lazım. Anlatacağım bu hikâyede; bir sürü gülünçlükler, uydurmalar göreceksiniz belki ama eğer sadece gülüp geçerseniz, hikayedeki özü kaçırırsınız ona göre! Amma, eğer ki bir köpeğin özenle kemiği kırıp içindeki iliği yaladığı gibi yalayabilirseniz bu hikâyenin içindeki özü yakalayabilirsiniz” der. Ben de bu tespite istinaden Oblomov’un kelime ya da algıdaki bize dayatılan anlamı bir yana bırakıp anladığım Oblomovu ve Oblomovluğu anlatacağım. Bence hayatın anlamsızlığını ve hiçliğini anladığı için, Hamlet’in varolmak ya da olmamak açmazına düşen kişiye Oblomov denir. Bu tanımı Oblomov karakterinin söylediği şu cümleye istinaden yapıyorum. ” Biliyor musun Andrey, benim asıl sorunum, içimde ne yakıcı ne de kurtarıcı bir ateşin yanmaması. Hayatımda hiçbir zaman başkalarınınki gibi gittikçe renklenen, parlak bir güne çevrilen bir sabah olmadı; benim hayatım sönük başladı. Tuhaf fakat böyle, kendi bilir bilmez sönmeye başladığımı hissettim” Buradan yola çıkarak diyebilirim ki Oblomovluk; tembellikten de öte şuurlu bir atalet durumudur. Her şeyin farkında olma ve birkaç adım ötesini görme halidir. Olaylara fazlasıyla vakıf olup, üzerinde düşünüp hesapladığı halde hayata geçirmek için çaba sarf etmeme, dolayısıyla dış şartlar değişene ya da iyileşene kadar eylemsizliğin en iyi çözüm olduğu düşünme halidir. Sanırım bunu en iyi satrançtaki zugzwang (zug hamle, zwang mecburiyet) durumuyla açıklayabiliriz. Zunzwang; pas geçme hakkının olmadığı hamle yapma zorunluluğu yüzünden kaybedeceğini bilme durumudur. Alman Edebiyatı bu durumu kişinin umudunun olmaması olarak da tanımlar. Umudunu kaybeden insanın yapacağı en temel şeyse bilinçli bir vazgeçiştir. Önce sosyal çevreden, toplumdan ve en sonda kendinden vazgeçiş. Bizim edebiyatımızda Oğuz Atay’ın “Selim Işık”ı sanırım bu durumu en iyi açıklayan karakterdir. Selim Işık; daha önce Saatleri Ayarlama Enstitüsünde Tanpınar’ın anlatmaya çalıştığı Cumhuriyete geçiş döneminde Doğu ile Batı arasında sıkışıp kalmış, kafası karışmış Türk aydınının temsilidir. Selim; kitapları hayatının merkezine koymuş, kitaplarla varlığını devam ettireceği inancına sahip olmasına rağmen yönünü bulamamış bir insandır. Hatta“kitaplar yüzünden çok acı çektiğini, sanki hepsinin kendisi için yazıldığını, bu kadar insanı birden canlandıramadığını” söyler. Çünkü toplum; onun kendini geliştirmesine ve gerçekleştirmesine ket vuracak bir sistem içindedir. Ve bu sistemde her zaman söylediğim gibi aşırı realist düşünce sonunda pesimistliğe götürür. Selim’e de olan budur. Dış dünyaya ve kendine yabancılaşmanın sonucunda topluma ayak uyduramaz ve toplum dayatması altında yaşamaktansa bilinçli bir “hayır”ı tercih eder yani intihar eder. Oblomov’da da buna benzer bir durum vardır. Oblomov, çocukluktan büyüme evresine kadar sistemli bir kişiliksizlik teması içinde varlığını devam ettirmiştir. Bunu kitabın “Oblomov’un Rüyası” bölümünde anlıyoruz. Oblomovka’da insanların hayata bakış açıları, yaşayışları “yarın bugüne, öbür gün de yarına benzemese derde düşecek” şekildeydi. Shakespeare’ın dediği gibi “önce hayaller ölür sonra insanlar”… Oblomov’a göre, onun bu eylemsizlik hali, aşağıdaki serzenişlerine bakıldığında da kendisine tembel olduğunu düşündürmüyor. “Toplum ! Senin beni bu adamların içine götürmen, onlardan iyice nefret etmem için herhalde. Hayat; amma da hayat ha.. Ne bulabilir insan orada ? Fikir meseleleri mi var ? Duygu meseleleri mi var ? Bu hayatın bir ekseni yok: derin, hayati hiç bir anlamı yok. Bütün bu salon adamları benden çok daha uyuşuk, benden çok daha ölü. Hayattaki gayeleri ne ? Benim gibi yatakta uzanmıyorlar, ama bütün gün sinekler gibi aşağı yukarı inip çıkıyorlar. ne çıkıyor bunlardan ? Bir odaya girersin, bakarsın herkes karşılıklı oturmuş, ciddi ciddi duruyor. Yaptıkları ne ? İskambil oynuyorlar.. Diyecek yok. Güzel bir hayat doğrusu! Yaşamak isteyen bir ruh için ne yaman bir örnek ! Ölü değil mi bu adamlar ? Oturdukları yerde uyumuyorlar mı ? Ben yatakta yatıyorum, kafamı valeler ve aslarla doldurmuyorum diye kabahatli mi oluyorum ?” Bu satırlara bakınca doğrusu ben de; bu eylemsizlik durumunun, Oblomov’u tembel, uyuşuk biri değil Nietzce’den daha koyu bir nihilist yaptığını düşünüyorum. Oblomov’un bu tutumundaki haklılığını da eylemsizlik süreci içerisinde, Olga’ya aşık olmasıyla görüyoruz. Olga’nın aşkı onu ataletten kurtarır gibi olsa da, Oblomov; Olga’daki değişimler ve düşünceleri üzerine düşününce tekrar eylemsizliğe geçer. Ona göre; Olga ne istediğini bilmeyen bir genç kadındır. Oblomov yazdığı mektuplardan birinde Olga’ya “sen bana aşık değilsin, senin bana duyduğun, duygu aşka hazırlık aşamasıdır” demişti. Öyle de oldu. Çünkü hikayenin geri kalanında Olga, Oblomov’dan ayrılınca Oblomov’un en yakın arkadaşı Ştoltz ile evlenir. Ştoltz; bu kitabın en önemli ikinci kahramanıdır. Çünkü; Ştoltz, Oblomov karakterleriyle birlikte bir skalanın iki farklı ucunu oluşturur. Eski-yeni, burjuvazi-aristokrasi, kapitalizm-feodalizm ve elbette Doğu-Batı… Ştoltz burjuvazi oluşuyla çalışkan, üretken, Avrupalı bir Almanken, felsefi zenginliği olmasına rağmen Oblomov, aristokrat bir ailenin tembel ve hazır yiyici oğludur. Ştoltz hikaye boyunca Oblomov’un etrafında ona yardım etmek için dost elini uzatır gibi görünse de; Oblomov’un kabuğuna çekilmesine izin vermesi ve Olga’yla evlenmesiyle bana Kipling'in “Doğu-Batı Baladı”nda gözler önüne serdiği şu gerçeği hatırlattı. “Doğu Doğu'dur Batı'da Batı ...Yani hiçbir zaman bir bütün olamayacaklar! Benim bu kitapta belkide en çok önemsediğim ve üzerinde durduğum şey anti-kahraman vurgusu. Öyle ya ortalık “süperman”lerdan geçilmiyorken Lermantov’un yeter hep tatlı ile kandırıldığınız birazda gerçeklerle yüzleşin dediği kitabı; Zamanımızın Bir Kahramanı’ndaki “Peçorin” karakteri gibi Oblomov da bir anti-kahramandır. Eleştirmen Berna Moran’a göre de bu anti- kahramanlar toplumsal gerçekçi roman akımının olumlu kahraman yaratma temasında önemli rol oynayacaktır. Kitabın en hüzünlü bölümü ise; İlya İlyeviç’in uşağı Zahar’ın, Ştoltz’a verdiği cevaptı. Sizce de Zahar bir Hathciko değil mi? Ve elbette Oblomov’u aşka davet eden Norma Operasının büyülü parçası Casta Diva…Oblomov parçayı dinlediğinde; “parçalanan bir kadın kalbi; bu müzikte ne derin bir acı vardır; hiç kimse derdini bilmez... Yapayalnızdır... Sırrı omuzlarını çökertir... İçini aya döker..."demişti. Casta Diva’yı; aldatan, aldatılan ve kederinden ölen bir kadın olan Maria Callas’tan dinlediğinizde Oblomov’un ne kadar haklı olduğunu göreceksiniz.