Sait Faik Abasıyanıkın sağlığındayken yayımlanan son kitabı olma özelliğini taşıyan Alemdağda Var Bir Yılan, yazarın milyonlar içindeki yalnızlığını etkileyici bir dille anlatıyor. Bu kitapla hikâye anlayışına ve anlatımına yenilikler getiren yazar; topluma, doğaya, hayata yepyeni açılardan bakarak, birtakım duygularını apaçık ortaya koyması açısından önem taşıyor. Alemdağda Var Bir Yılan yeniden basıma hazırlanırken kitabın, Sait Faik Abasıyanık hayattayken Varlık Yayınları tarafından 1954 yılında yapılan ilk baskısı esas alındı. TADIMLIKDülger Balığının ÖlümüHepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlı iken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmaya değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?..Mümkünü olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şanüşeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki üzülmüş bebeklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle pırıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim? Yamyassıdır demiş miydim? Tam ortalık yerinde, her iki yanda sağlı sollu iki baş parmak izi diyebileceğimiz koyu lekeler vardır, demiş miydim?...Rum balıkçıların Hrisopsaros (Hristos balığı) dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel Akdenize dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeyegörsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beniisrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer, doğrar, mahmuzlar, takar, yırtar, koparır, atar, çeker parçalarmış. Akdenizin en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, yağmurdan, beladan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.İsa, günlerden bir gün deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. Ne oluyorsunuz? diye sorunca balıkçılara: Aman, demişler balıkçılar, elaman! Elaman, bu canavardan! Sandallarımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız.İsa yalın ayak, başı kabak; dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin baş parmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, testereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı bunlardan ötürü ona takılmış olmalı.Bütün bu alatü-edevatın dört yanını şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmektedir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kim bilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir, dülger balığının.Bir gün balıkçı kahvesinin önündeki yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamanki esmer renkte idi önce. Vücudunda hiçbir kımıldama yoktu. Taş kadar cansızdı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları oynaşıp duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunu idi. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansı idi. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamacasına.Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte öyle bir cazip titreme idi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan yine de bu anlama almamaya çalışıyordu. Belki de bu harikulade tatlı bir ölümdü. Belki de balık hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Deniz dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, yukarılarda erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor sanıyordur. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır... Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmaya, rengini atmaya, bembeyaz kesilmeye giden bir hal almaya başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeye, dikkatli bakmaya lüzum kalmadan yanılmadığımı anladım.Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmaya, balık da gitgide saniyeden saniyeye, pek belli bir halde beyazlanmaya başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara koyu yeşil yosunlara gömülmek... Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ile yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak... Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarda aletlerini kekamoz*lara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti.Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık, şu hava dediğimiz gaz suya alışmaya çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa alışması bile mümkündür gibime geldi.Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.Onu atmosferimize (suyumuza) alıştırdığımız gün bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan birisi yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsanın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.Bir kere suyumuza alışmayagörsün. Onu canavar haline getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayacağız.Varlık, (402), 1 Ocak 1954
Sait Faik Abasıyanıkın sağlığındayken yayımlanan son kitabı olma özelliğini taşıyan Alemdağda Var Bir Yılan, yazarın milyonlar içindeki yalnızlığını etkileyici bir dille anlatıyor. Bu kitapla hikâye anlayışına ve anlatımına yenilikler getiren yazar; topluma, doğaya, hayata yepyeni açılardan bakarak, birtakım duygularını apaçık ortaya koyması açısından önem taşıyor. Alemdağda Var Bir Yılan yeniden basıma hazırlanırken kitabın, Sait Faik Abasıyanık hayattayken Varlık Yayınları tarafından 1954 yılında yapılan ilk baskısı esas alındı. TADIMLIKDülger Balığının ÖlümüHepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlı iken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmaya değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?..Mümkünü olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şanüşeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki üzülmüş bebeklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle pırıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim? Yamyassıdır demiş miydim? Tam ortalık yerinde, her iki yanda sağlı sollu iki baş parmak izi diyebileceğimiz koyu lekeler vardır, demiş miyd... tümünü göster
ikinci yeni şiirinin başlangıç noktası olarak görülen bir hikaye kitabı. sadece bu bile alemdağ'da var bir yılan'ı ilgi çekici ve okunmaya değer yapmak için yeterli bir sebep.
Sait Faik’ in sürrealist öykülerinin yer aldığı, ölümünden önce yayınlanan son kitabı. Ustanın alabildiğine öfkesini ve kırgınlığını soyut anlatımlarla okuyucusuyla paylaştığı bu birbirinden güzel öyküler aynı zamanda neredeyse hayran olunası bir yalnızlık tasviri içeriyor. Samimiyetiyle yazarın beynine izinli bir ziyaret imkanı sunan eserin, soyut anlatımıyla kendisinden sonra gelenleri ciddi manada etkilediği de fark ediliyor.
Hikâye ise aradığınız, tüm kalabalığa rağmen yalnızsanız, okumanız gereken sayfalar Sait Faik'in Alemdağ'da Var Bir Yılan'ının sayfaları.
Sait Faik'in yalnızlığa dair sürreal güzellemesi. İnsanın yüreğini şaşırtan bir mutlak yalnızlık profili çizmiş. Yalnız adamın yüreğinden gelen öyküler Türk Edebiyatının en güzel örnekleri kuşkusuz.
Yalnızlık dünyayı doldurmuş.Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.
Sait Faik; Cumhuriyet Dönemi sonrasında dönemin yazar ve şairleri gibi doğu-batı medeniyetleri arasında hiçbir akımın etkisinde kalmayarak, 1930’lu yıllarda etkisinde kaldığı Maupassant, Gorki ve Çehov’un öykü anlatıcılığından da daha sonra ayrılıp klasik öykü tekniğini yıkıp, kendi özgün dilini oluşturarak kökü kendisinde olan, modern Türk öykülerinin öncülerinden biri olmuştur. Öykülerinde sadece çok toplumsal sorunları değil, bireysel sorunları da değinen, edebi bir özelliği olup olmadığı kaygısı taşımadan aklına ne gelirse yazan, anlatıcı ile anlatılanın birbirinden zor ayrıldığı, insan sevgisi ve çevresinde gördüğü her şeyi iyi-kötü, güzel-çirkin olmak üzerine bir bütün olarak ele alan ve gerçeklikle ifade eden bir yazardır. Ölümünden sonra onunla özdeşleşen Burgaz Ada’sındaki evi annesinin isteği üzerine müzeye dönüştürülmüştür. Adına her sene öykü ödülü verilen Abasıyanık’ta benim için Jean Genet gibi anlamlandıramadığım, kendimle bütünlük kuramadığım yazarlar kapsamında yerini aldı.
Saik Faik için genelde huzursuz ve yalnız bir adamdı tanımı yapılır. Bu huzursuzluğa etken şey içinse onun “işe yaramıyor hissi” içinde olmasını söylerler. Varlıklı bir ailenin ferdi olan Sait Faik; “Yazı yazmayı iş saydığım için başka bir iş yapmamaya karar vermiştim kim ne derse desin. Yalnızca yazılarımla geçinme kararımı kafamdan kimse söküp atamaz” demesine karşılık yine de kendisini bir işe yaramayan adam hissi içinde bulur bunu da agresif tavırlarıyla etrafına belli edermiş. Bir yurtdışı seyahati sırasında pasaportuna “işsiz” yazılmasına fena içerlemiş birçok dost sohbetlerinde ve yazılarında bunu dile getirmiştir. Yalnızlık hissini ise; babasının ölümü, Medar-ı Maişet Motoru ilk kitabının toplatılması ve siroz teşhisi konması üzerine üç kez yazmayı bırakmış ama kendi iç dünyasındaki kargaşadan ve sürekli kafasında dönen kurgulardan kurtulamaması üzerine tekrar yazmaya başlayarak “yazmasaydım delirecektim” diyecek kadar belli etmiştir.
Daha çok kitaplarıyla yazar olarak tanıdığımız Sait Faik’in şair yönü de vardır. Fakat Sait Faik’in şiirlerini okuduğumda yüreğime dokunan mısraları yok denecek kadar azdır. Sanırım bu benim, şiir yazma da ölçünün hecenin sonradan öğrenilebilir ancak o yüreğe dokunan duygunun doğuştan gelen bir yetenek olduğuna inandığım olgusundan ileri gelebilir. Mesela bir Ahmed Arif, bir Cemal Süreya daha hisli adamlarmış gibi geliyor ve bu adamlar sanki şiir yazmak için doğmuşlar gibi hissettirdiklerinden onların yazdıklarını kendi duygu dünyamda örtüştürebiliyorum. Benim için Sait Faik’te durum böyle değil, bilemiyorum belki de bu durum benim ön yargılarımdan biridir.
Sait Faik’in daha önce yine öykülerden oluşan “Semaver Kumpanya” isimli kitabını okumuştum. Bana göre kitaptaki “İpekli Mendil”, “İhtiyar Talebe” ve “Meserret Oteli” öyküleri, insanı duygusal bir yerinden yakaladığı için hüzünlendiren o yüzden diğer öykülerine nazaran etkisi fazla olan öykülerdendi. Sanıyorum, kitabı okurken yazarla ilgili fikir sahibiyseniz yazdıklarında ona dair izler bulduğunuzda yazar ve yazdıkları arasındaki bütünlük hissi bir samimiyet oluşturduğundan kitapla ve yazarla aranızda kopmaz bir bağ oluşuyor. Mesela Sait Faik’in etkisinde kaldığım öykülerindeki hüznü ve üzüntüyü Sait Faik’in yalnızlığı ve sevgisizliği ile örtüştürebildiğimden öykülerin içime nüfuz etmesi daha kolay ve acabasız oluyor. Bunun tam tersi, yazdıklarıyla yaptıkları örtüşmeyen yazarlar bana hep itici ve yabancı gelmiştir. Bahsini ettiğim yazarla bütünlük kuramama hissi uyandıran yazarlardan birisi benim için Elif Şafak’tır mesela. Bu durum kitabı okurken yazarı tanıma kavramı önyargıya neden olsa da ben yinede bireyin psikolojisini ve içinde bulunduğu durumu bilirsek eserleri daha doğru algılayabileceğimiz görüşündeyim.
Ece Ayhan’ın İkinci Yeni’nin öncüsüdür dediği Sait Faik’in “Alemdağı’nda Var Bir Yılan isimli bu öykü kitabı; anlatımında hayal, kurgu ve rüya içeren 17 öyküden oluşur. Her bir öyküde Saik Faik’le ilgili daha fazla çözümleme ve fikirlere sahip oldum.
“Hişt hişt” isimli öyküde yalnızlık vurgusu öyle işlenmiştir ki, kahraman arkasından duyduğu her hişt sesini kendi üzerine alınır hale gelmiştir. “Hişt hişt sesleri gelmedi mi fenadır, bir insandan, kuştan, çiçekten fark etmez. Bir hişt hişt sesi gelsin de nereden gelirse gelsin” der. Hişt hişt sesleri onun için, insanın tabiat içindeki varoluşunu simgeler.
“Çarşıya İnemem” öyküsüyle 1930’lu yıllarda ekonomik buhran ile sarsılsan dünya ekonomisinde Türkiye’nin devletçilik politikasının baskıcı tutumunun insanlar üzerindeki etkisini işlemiştir. Kendisi de o dönemlerde yazarak hayatını kazanmaktadır. Bugün olduğu gibi o zamanlarda da insanların kazanç uğruna hayatın anlamını yitirdiğinden yakınır.
“Dülger Balığının Ölümü” öyküsünde; insan doğasının bir gerçeği olan ölümü işlerken, çoğunluğa uymayan insanların toplum tarafından dışlanarak insanı nasıl yalnızlaştırdığını ele alıyor.
Kitaptaki öyküler genelde yalnızlık üzerine işlenmiş olsa da öykülerden birkaçında özellikle de “Panço’nun Rüyası”, “Yani Usta” ve “Kafa ve Şişe” gibi öykülerinde, öykünün kahramanları arasında geçen yakınlığı Freudyen bir yaklaşımla zaman zaman eşcinsellik eğilimi olarak nitelendirdim. Mesela Panço karakterinin kırklı yaşındaki bir adamla abi-kardeş ya da arkadaş ilişkisinden daha farklı ve özel bir ilişkisinin olması, Yani Usta’nın evlenecek olmasına ellili yaşlarındaki anlatıcı adamın çok bozulması, Kafa ve Şişe’de meyhanede ihtiyar adamın genç delikanlıya bakması sonrası çıkan kavga hikâyesi ve Çarşıya İnemem öyküsünde geçen; “Yasaklarla çevrili bir dünyada yaşamsak, yasaksız yaşayamazdık. Yasakları kabul ettik. İnsanoğlu için yasaklı hayvan diyebiliriz. Gün olur sular yemişler bile yasaktır, insanlar birbirine yasaktır, aşklar yasaktır. Canım çekiyor diye seni öpemem güzel çocuk!” bu satırlar, öykülerinin bütününe bakıldığında eşcinsellik ilişkilendirmemi destekler nitelikte. Ancak sözünü ettiğim eşcinsellik eğiliminde cinsellik yok, genç erkeklerle geçirilen zamandan doğan hoşnutluk var. Belki de realistten uzak, sürrealist ezgilerin olduğu bu satırlarda bu düşünceyi Sait Faik’in, annesinin aşırı ilgisi ile babasının aşırı ilgisizliği arasında sıkışıp kalmasından doğan çatışmaya bağlayabiliriz. Belki Sait Faik, kahramanları üzerinden eksikliğini duyduğu baba rol modelini yaşıyordur.
Sait Faik, bu kitabını uzun süredir mücadele ettiği siroz hastalığına yenik düşmeden hemen önce yazmış. O zamana kadar kendisini arayan yazar biçem ve anlatımındaki farklılıklarıyla bize daha önceki yazdıklarından farklı, kendisini dışlayan insanlara kızgın, İstanbul’a küskün, ulaşılamayan aşka hasret duyan bir Sait Faik sunuyor. Belki de bir isyanın bir başkaldırının bir çığlığın sesi… Ben de sözlerime Sait Faik’in sözleriyle son vermek istiyorum. “Bu yürek bizim yüreğimiz, bir tahtası eksiklerin yüreğidir”
Kitaptan altını çizdiklerim:
-“Alemdağı güzel, Alemdağı. İstanbul çamur içinde. Taksi şoförleri su birikintilerini inadına insanların üzerine sıçratıyorlar. Kar inadına içimize içimize yağıyor.”
- “(…) Anılar, anılar yanmıştır. Yanmış oğlu yanmıştır. Beni bugüne getiren kitaplar yanmıştır.”
-'' Bir karıyla yatarken bile yalnızlar. ''
-“Yıllar da durulmayan istasyonlardan geçer gibi geçiliyor be!”
-“Hani bazı kulağınızın dibinde çok tanıdığınız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.”
-“Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne. Sanki ben her akşam onunlaymışım gibi bir yalnızlık duyuyorum.”
Kitabın Künyesi:
Alemdağı’nda Var Bir Yılan
Yazar: Sait Faik Abasıyanık
Türü: Öykü
Baskı Yılı: 2011
Sayfa Sayısı: 96
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
bütün hikayeleri okumadım galiba. ama çok beğendim. hemen bir adet edinmeliyim.
sade Türkçesi ile gerçekten çok etkilendim.
Sait Faik Abasıyanık'ın ben de yeri ayrıdır. Onun kitapları içerisinde en farklı olanıysa kuşkusuz Alemdağda Var Bir Yılan
http://www.ebediyenedebiyat.blogspot.com/2013/09/alemdagda-var-bir-ylan-sait-faik.html
129 sayfa
Ekim2012 tarihinde, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlandı