Sait Faiki 1940ta Nurullah Ataç sayesinde tanıdım. Nurullah Ataç, Burgaza gidip Sait Faiki görmemizi önerdi. O da kim? diye sordum. Türkiyenin en iyi hikâye yazarı dedi. Edebiyatımızın en iyi öykü yazarı olduğuna şimdi de inanıyorum. Neden derseniz, benim için edebiyatın özü şiirdir de ondan. Ve Sait öykülerinde şairdir.Mîna Urgan...Ben, iskambil oynarken, yanımda birisi durursa pek memnun olurum, o zaman oyunu da iyi oynarım. Yalnız başına olan insan kadar büyük adam yoktur ama insanlarla beraber olan insan hakiki kıymetini ölçer, biçer.diyen büyük yazarın; ilk kez 1952de yayımlanan hikâye kitabı Havuz Başı yeniden gözden geçirilerek yayına hazırlandı. Mektuplar, manüskriler ve gün ışığına çıkmamış yepyeni metinler sırada... TADIMLIKBeyazıt Havuzunun kenarındaki kanepelerden birine oturmuş sizi bekliyorum. Yaşını almış bir adamın yirmi yaşındaki çocuk kederlerini, sevinçlerini yaşaması ne demektir, diye düşünüyorum: Belki, bir geç olma hadisesi. Belki de bir çeşit hazları, kederleri, çocuklukları uzatma temayülü. Ama bu uzayan yaz, kışın gelmeyeceğine alamet değil. Kış müthiş olacak, kar yolları kapayacak, bembeyaz ovada ölülük uzayıp gidecek...Sizi bekliyorum. Sizi göreceğim; içimde bir şey koşacak. Siz görmeden geçeceksiniz. Ben kederle sevinci duyup dalacağım istediğim âleme. Dünyayı yeniden kederlerle kuracağım. Sonra çarşılardan çarşılara, insan sesleri arasında, her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım.Herkesler geçti, siz geçmediniz. Yüzünüzü göremedim. Bayramım, çocukluk bayramım salıncaksız geçmiş gibi gözüme yaş doldu.Soğuktan mı titriyordum, yoksa heyecandan, üzüntüden mi, bilmem. Havuzun suyu bulanık. Kapının saatleri on ikiyi geçmiş. Kanepelerde kimseler yok. Tramvay ne fena gıcırdadı! Tramvaydaki adam bir tanıdık mıydı, acaba? Ne diye öyle dönüp dönüp baktı?.. Yoksa kimseciklerin oturmadığı kanepelerde bu saatte yalnız pek başıboşlar mı oturur? Kimseler âşık değil mi bu şehirde? Kimseler, bir meydanın kanepesinde kimseyi beklemeyecek mi, yüzünü bir dakika görmek için kimsenin?Önce yanımdaki kanepeye oturdular. Biri kadın, öteki erkekti. Erkek bana gülümsedi. Halim yok gülmeye; yoksa tatlı tatlı gülümsemesine karşılık verilmeyecek adam değildi. Bu selam yerine geçen gülümsemeye neden cevap vermedim? Sizi bekliyordum. Hâlâ sizi bekliyordum. Belki de bugün, bu saatte buradan çıkmayacaktınız... Yoksa hasta mıydınız?Bir ara, bir başkasında saçlarınızı, yürüyüşünüzü seyreder gibi olmuş, siz olmadığınızı görünce yeniden merak etmiş, üzülmüş; sonra, belki de benim burada oturduğumu tahmin etmiştir de öteki kapıdan çıkmıştır, şüphesine düşmüştüm. Bu şüpheden çabucak caydım. O kadar ehemmiyet verilmeye değer miydim?Ya hastaysanız!..Sanki hastaydınız. Koşup yatağınızın başucuna gelmiştim. Gözlerinizi açtınız. Alnınız terliydi. İki açık sarı tel, terli alnınızın üstüne yapışmıştı. Ateşim düşmüyor demiştiniz. Şehre koşmuştum. Karaborsalardan ilaçlar getirmiştim. İyileşmiştiniz. Rıhtım boyunca yürümüştük. Taze, kırmızıydınız. Alnınız terliydi. Gülüyordunuz. Alay ediyordunuz. Koşuyordunuz, yakalayamıyordum. Allah esirgesin! Hasta olmayın!Dört beş saniye içinde bunları düşündüğümden adamın selamına karşılık vermemiştim. Dört beş saniye bir gecikmeden sonra ben de güldüm. Bunun üzerine adam yerinden kalktı, yanıma geldi. Bu caminin ismi ne?Bir türlü bulamadım caminin ismini, dersem inanır mısınız? Hâlâ sizinle beraberdim. Hayır, hasta filan değildiniz, çok şükür! Beni görmemek için arka yollardan gidişinizi görür gibi oldum. İçimi mütevekkil bir sıkıntı sardı. Kızamıyorum size... Dünyaya kızıyorum. En iyi arkadaşıma kızıyorum. Yok a... Bu mayıstan başka her şeye benzeyen soğuk bin dokuz yüz kırk altı mayısına kızıyorum. Budalaca gülen kızlara kızıyorum. Size kızamıyorum. Arka sokaklardan beni görmemek için kaçtıysa beni düşünerekten gitmiştir diyorum. Hatırladım caminin ismini: Beyazıt Camii, canım!Kadın da yerinden kalktı. Adamın mühim bir sual sorduğunu, cevabımın bütün karışık meseleleri halledeceğini bağıran pek mütecessis bir yüzle yanımıza geldi. Yanına oturdu adamının. Bu sefer o sordu: Ali Sofya, hangisi? Şu tarafta...Bir işaretle sol tarafı gösterdim. Anlayamadılar ne taraftadır Ali Sofya. Elimin gösterdiği istikameti bir türlü kestiremediler. Gösterdiğim yerde kocaman binalar, birbirini kesen, biçen yollar, dükkânlar vardı. Oradan Ayasofyayı nasıl bulacaklar? Ama ne yapsınlar, çaresiz kabullendiler. Zahir oralardadır, diye akıllarından geçmiş gibi yüzüme baktılar. Son bir defa daha: Herhalde ıraktır, dediler. Yok, pek ırak değil, dedim.Adam ellisini aşmıştı. Toprak rengi yüzünde alışılmamış çizgiler vardı. Bunu getirdim köyden, dedi.Çarşaflı kadını gösterdi: Sütlaç gibi buruşuk, ufacık gözleri ile yanaklarının elmacık kemiklere rastlayan yerleri pırıl pırıl, dişleri bembeyaz, yüzüne bakınca bir süt kokusu duyar gibi oldum. Bu yüz pembe mi pembe; içinde ne güzel bir kan akıyordu kim bilir...
Sait Faiki 1940ta Nurullah Ataç sayesinde tanıdım. Nurullah Ataç, Burgaza gidip Sait Faiki görmemizi önerdi. O da kim? diye sordum. Türkiyenin en iyi hikâye yazarı dedi. Edebiyatımızın en iyi öykü yazarı olduğuna şimdi de inanıyorum. Neden derseniz, benim için edebiyatın özü şiirdir de ondan. Ve Sait öykülerinde şairdir.Mîna Urgan...Ben, iskambil oynarken, yanımda birisi durursa pek memnun olurum, o zaman oyunu da iyi oynarım. Yalnız başına olan insan kadar büyük adam yoktur ama insanlarla beraber olan insan hakiki kıymetini ölçer, biçer.diyen büyük yazarın; ilk kez 1952de yayımlanan hikâye kitabı Havuz Başı yeniden gözden geçirilerek yayına hazırlandı. Mektuplar, manüskriler ve gün ışığına çıkmamış yepyeni metinler sırada... TADIMLIKBeyazıt Havuzunun kenarındaki kanepelerden birine oturmuş sizi bekliyorum. Yaşını almış bir adamın yirmi yaşındaki çocuk kederlerini, sevinçlerini yaşaması ne demektir, diye düşünüyorum: Belki, bir geç olma hadisesi. Belki de bir çeşit hazları, kederleri, çocuklukları uzatma temayülü. Ama bu uzayan yaz, kışın gelmeyeceğine alamet değil. Kış müthiş olacak, kar yolları kapayacak, bembeyaz ovada ölülük uzayıp gidecek...Sizi bekliyorum. Sizi göreceğim; içimde bir şey koşacak. Siz görmeden geçeceksiniz. Ben kederle sevinci duyup dalacağım istediğim âleme. Dünyayı yeniden kederlerle kuracağım. Sonra çarşılardan çarşılara, insan sesleri arasında, her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım.Herkesler geçti, siz geçmediniz. Yüzünüzü göremedim.... tümünü göster
Sevmedim.
Havuz Başı, Çatışma, Su Basması, Mektup. Bu dört öykü tamam yalnız diğer öyküleri ben yazsam ve bir siteye koysam bir Allah' ın kulu da gelip altına çok güzel yazmışsın demez, bu kadar da iddialıyım ama Sait Faik yazınca kimse bir şey anlamasa bile olsun lan Sait Faik sonuçta diye öyküyü övmeye kalkıyor. Sait Faik' in türk Edebiyatı' na katkılarını sırf iki üç güzel kıza şekil olsun diye wikiden filan araklayıp yazacak değilim, oralarda yazıyor girin okuyun. O katkıyı bu hikayelerle yapmışsa eğer, keşke ben o dönemde yaşasaydım diyorum, kim bilir ne katkılar yapardım türk Edebiyatı' na. Bir tane hikaye var mesela 10 kadın ve 10 erkeği bir çiftlik evinde bir araya getiriyor, hah dedim türkiye' nin Sade' ını buldum, şimdi müthiş bir ahlaki sorgulama le karşılaşacağım ama nerede... Gereksiz bir sürü ayrıntıdan sonra cüzamdan gitti bizimkiler. Son derece sıradan ve basit hikayeler. Bana hiçbir şey vermedi, hiç de keyif almadım okurken. Dil sade, karakterler sade, her şey sade zaten. Paragrafın başında yazdığım 4 hikayeye gelirsek onlar gerçekten muazzam işte, öyle bir hikayeyi ben yazamam. Onun dışında kitaptaki her hikayeyi yazarım. Tabii kitapları yazıldıkları döneme, o dönemin şartlarına göre de değerlendirmek gerek kaldı ki öykü yazmak roman yazmaktan da daha zordur. Sonunda okuyucuyu ters köşeye yatıramazsanız ne yazarsanız yazın pek de kıymeti olmayacaktır okuyucunun gözünde. Hatta tüm öykü zaten son paragraf için okunur bir bakıma. Ya da ben öykü deyince O. Henry' i hatırladığımdan böyle sanıyor da olabilirim. Sevmeme nedenim hikayelerin sonunda neden Sunay Akın gibi otların arasından kaplan çıkarmadı bu diye düşünmem değil elbette. Marquez seven biri olarak, hayatımın en iyi kitaplarından biri olduğunu düşündüğüm ve son kelimesi 'bok' olan Albay' a Mektup Yok isimli öyküye hayran bir olarak, bir hikayenin sonunda bir şey olmadı diye hikayeyi kötülemem. Anlatım olarak da ilgimi çekmedi öyküler. Dört muazzam öykü hariç diğer öykülerin ne sonunda ne de anlatımında benim açımdan ilgi çekici hiçbir şey yoktu.
Müzik konuşmaktan nefret ederim, bana müzikle ilgili bir şey söylenmesinden de ama bir cümle söyleyip geçeceğim; gitarı bulmak demek dünyanın en iyi gitaristi olmak demek değildir. Gitarda bir tekniği yaratmak demek de o teknikte en iyi olduğunuzu göstermez ama yaratımınızla elbetteki saygı duyulan biri olursunuz her zaman o ayrı. Chuck Berry' den daha iyi gitar çalan sayısız adam vardır ama bu sayısız adamın gitar çalma nedeni Chuck Berry' dir. Aslında söylemek istediğim isim Chuck değildi de işte yurdumun yağız rockcılarıyla sidik yarıştırmak istemediğim için Chuck dedim.
Sait Faik öykücülüğüyle bir çığır açmış olabilir, bu öyküler de o dönem için muazzam eserler olabilirler belki ama örneğin Simitle Çay(tam sizlik bu öykü) isimli öykü biraz kitap okumuş herkes tarafından yazılabilir.
Lisede bana zorla okutulan kitaplardan bir tanesi. Tabi o zaman küçüktüm ve ne anlatmaya çalıştığını tam anlamıyordum. Türk edebiyatına büyük katkısı olan yazarlardan. Tavsiye ederim. Her hikayenin sonunun olmasını beklemeyin hayal kırıklığına uğrarsınız...
çok başarılı, insanı kendinden alan betimlemeler .. bu kitapta daha bir Hasan Ali Toptaş havasında öyküler var. Özellikle Çatışma isimli öykünün ilk başı, bir rüya gibi ama aynı anda da gerçeklik gibime geldi. Havada Bulut'a oranla daha da beğendiğim bir kitap oldu.
sait faik güzel yazıyor, hikayeleri sevmeyen biri olarak baya güzel şeyler hissederek okumuştum.
106 sayfa