"Borges, Morel’in Buluşu için yazdığı önsözde diyor ki: “Entrikanın ayrıntılarını yazarıyla tartıştım, onu yeniden okudum; onu kusursuz olarak nitelemenin bir yanlışlık ya da abartma olacağını sanmıyorum.” Ben de sanmıyorum.
Pek iyi de, nasıl bir roman ki bu 1940’da yayınlandığından beri ıcık cıcık incelense de hâlâ tasvir edilemiyor, tanımlanamıyor? Neden Arjantin ve dünya edebiyatının en önemli kitapları arasında yer alıyor? Bu soruya cevabım yok, ama benim için niye önemli olduğunu biliyorum: Bir kere, hayal var. Macera var. Gerçekliğin sınırlarında gezintiye çıkmak var. Daha sonra boş olmadığı anlaşılacak bir ada ve o adaya sığınan bir kaçak var (ne çok kullanılmıştır değil mi bu “boş ada” konusu romanlarda!). Sonra gizemli bir kadın belirecek, adadaki kaçağın dünyası değişecek. Uzaktan âşık olacak: Umutsuzca kadını cezbetmeye çalışacak, kaybedecek onu, arayacak... Öyle bir an gelecek ki, arzunun bu karanlık nesnesinin var olup olmadığından bile emin olamayacak."
Levent Yılmaz / Yayın Yönetmeni
"Borges, Morel’in Buluşu için yazdığı önsözde diyor ki: “Entrikanın ayrıntılarını yazarıyla tartıştım, onu yeniden okudum; onu kusursuz olarak nitelemenin bir yanlışlık ya da abartma olacağını sanmıyorum.” Ben de sanmıyorum.
Pek iyi de, nasıl bir roman ki bu 1940’da yayınlandığından beri ıcık cıcık incelense de hâlâ tasvir edilemiyor, tanımlanamıyor? Neden Arjantin ve dünya edebiyatının en önemli kitapları arasında yer alıyor? Bu soruya cevabım yok, ama benim için niye önemli olduğunu biliyorum: Bir kere, hayal var. Macera var. Gerçekliğin sınırlarında gezintiye çıkmak var. Daha sonra boş olmadığı anlaşılacak bir ada ve o adaya sığınan bir kaçak var (ne çok kullanılmıştır değil mi bu “boş ada” konusu romanlarda!). Sonra gizemli bir kadın belirecek, adadaki kaçağın dünyası değişecek. Uzaktan âşık olacak: Umutsuzca kadını cezbetmeye çalışacak, kaybedecek onu, arayacak... Öyle bir an gelecek ki, arzunun bu karanlık nesnesinin var olup olmadığından bile emin olamayacak."
Levent Yılmaz / Yayın Yönetmeni
Morel’in Buluşu
Adalarda geçen öyküleri daha bir başka severiz. Yaşamın bizi en çok bunalttığı zamanlarda, içimizden hep, insanlardan uzak, kimselerin olmadığı, bilinmeyen bir adaya kaçıp gitmeler geçer. Artık dünyada insan ayağının değmediği, ıssız yerlerin neredeyse olmadığını bir yanımız bilse de, bir yanımız hep bu özlemi taşır.
Ada; en gözde mekân olarak edebiyat dünyasında her dönem kullanıldı. O; bir sığınak, uygarlıktan, teknolojiden, insanlardan kaçışın simgesi olabildiği gibi, aynı zamanda, bir hücreden, bir mağaradan çok daha karanlık ve kapalı, etrafındaki göz alabildiğine uzanan gökyüzünü, ufukları, denizi değiştiren, görünmeyen esirgeyici duvarlara, varışız uzaklara dönüştüren, kendi üzerine bir kapanmışlıktır da. Edebiyat tarihi, bu sınırlayıcılığın, kaçışsızlığın en güzel örnekleriyle dolu. Stevenson, Wells, Woolf, Golding, Huxley, Defoe bu çok yönlü etkiyi unutulmaz eserlere dönüştürdüler.
Çarptırıldığı ölüm cezasından kurtulmak için kaçacak bir yer arayan roman kahramanı, (anlatı boyunca adı belirtilmiyor) bir sandalla, hakkında gizemli, korkunç şeyler anlatılan, üzerinde kimsenin yaşamadığı, Pasifik Okyanusundaki tropikal bir adaya kaçar. Çevredeki limanlarda, halk arasında, adaya giden kişilerin, dıştan içe doğru etkisini gösteren bir hastalığa yakalandıkları, dökülen saç ve tırnaklarla başlayan ilk belirtilerin ardından, vücuttaki derilerin döküldüğü, kör olduktan sonra da öldükleri söylentileri yayılmıştır. Söylentilere rağmen, her şeyi göze alıp, kürekli bir sandalla, günlerce süren yolculuktan sonra karaya ayak basan adam, çevreyi tanımaya, araştırmaya koyulur. Ada, çeşitli bitki örtüsünün, yenebilecek kök ve otların yanında, sert olmayan, yaşamaya elverişli, ılıman bir iklime sahiptir. Adanın içlerine doğru yaptığı araştırmalarda, daha önce yapılmış, bilinmeyen bir nedenle terk edilmiş bir kilise, büyük bir havuz ve bir müzeye rastlar. Binaları araştırır. Müze olarak adlandırılan binada her katta, otel odalarına benzer odalar, büyük bir kitaplık, yemek salonu vardır. Uygun bir oda seçip yerleşir. Daha önce burada yaşayan insanlardan kalan konserveleri, bezen de ormandan topladığı ot ve kökleri yiyerek yaşamaya başlar.
Kahramanımız, adada üç ayını doldurmuş, o güne kadar büyük sorunlarla karşılaşmadan yaşamını sürdürmüştür. Bir sabah adada garip şeyler olmaya başlar. Bir fonograftan yayılan müzik ve insan sesleriyle uyanır. Çevrede insanların adaya gelebileceği hiçbir gemi, uçak, araç yokken, bir sürü insan, bir anda ortalığa çıkıvermiştir. Tepelerde, yamaçlarda, müzenin kenarlarında yürüyen, dans eden, havuzda yüzen insanlar kahramanımızı bir anda şaşırtır, korkutur. Paniğe kapılarak adanın güney tarafına kaçar.
Gelenlerin onu yakalayıp polise teslim edeceklerinden korkar. İnsanlara görünmemeye çalışarak gözetlemeye, nereden, nasıl, bir anda ortaya çıkıverdiklerini anlamaya çalışır. Her şey öylesine birdenbire olmuştur ki, ne düşüneceğini şaşırır. Önce gördüğünün geceki sıcağın beyninde yarattığı bir etki olduğunu düşünse de daha sonra gördüklerinin insan olduklarını kabullenmek zorunda kalır.
Yaptığı izlemelerde, her akşam deniz kayısısında oturup, dalgın dalgın gün batımını izleyen bir kadın dikkatini çeker. Bir süre sonra Faustine adındaki kadına ilgi farklı bir duymaya başlar.
Roman kahramanının, adadaki bu birdenbire ortaya çıkan insanlarla, olup bitenleri anlama çabası, yaklaşımı üzerinde bir parça durmak istiyorum. Panik içerisinde insanlardan saklanırken, bir yandan da ne yaptıklarını göz(et)leyip,, adadaki varlıklarına bir neden bulmaya çalışır. Bir süre sonra, insanların onu görmediğini anlar. Bunun yanında müzedeki bazı kapıları, muslukları açamadığını, baz nesnelerin farklı bir madesel gerçekliğe dönüştüğünü fark eder. Denizin kıyısında her gün güneşin batışını izleyen kadını (Faustine) gözetler uzun süre. Kadına duyduğu ilgi farklılaşıp, aşka dönüşürken, onunla bağlantı kuramadığını, kadının sanki başka bir evrende, başka boyuttaymış gibi var olduğunu görür. Sonuçta tüm bunlara birtakım açıklamalar, varsayımlar tasarlama gereği duyar.
Adadaki insanları etkileyen hastalığa yakalanıp, bir yandan dıştan içe doğru ölürken, aynı zamanda hastalıktan hayal gücünün de etkilendiğini, diğer insanları, kayalıklarda güneşin batışını seyreden kadını, duyduğu sesleri, müziği bu hastalıktan kaynaklı hayaller olarak görebileceğini, kötü beslenmeyle birlikte, alçak toprakların sağlıksız havasının onu görünmez yapmış olabileceğini, etraftaki bu varlıkların başka bir gezegen veya boyuttan gelmiş olabileceklerini, insana görünüş olarak benzediklerini, ama gözlerinin bildiğimiz anlamda görmeye, kulaklarının insanların algıladığı sesleri duyamadıklarını, kendisinin tımarhanede tedavi gören bir akıl hastası, tüm bunların kendisinin hastalıktan kaynaklanan hayalleri olabileceğini, öldüğünü, Dante’nin İlahi Komedya’sına benzer bir mekanda, adanın araf veya bu ölülerin cenneti olabileceğini düşünür. Tüm bu karmaşık varsayımlar içerisindeki ruh haliyle, “Ne bir düşü gerçek, ne de bir gerçeği delilik olarak görmenin gerekli olduğuna” inanır. Bu varsayımların bir kısmını olumsuzlayan kanıtların düşündürdükleriyle, karmaşık düşüncelere gömülüp gider. Görünmez olduğunu düşünürken, sivrisineklerin, böceklerin ısırıklarıyla, en azından onlar tarafından görüldüğünü bilirken, ölmüş olsa, bu kadar yalnızlık duygusunun etkisinde olamayacağını düşünür.
Öykü, adaya kaçan adamın “ben” diliyle anlatılıyor. Gelişen garip olaylardan etkilenen kaçak, adada gördüklerini, yaşadıklarını diğer insanlara açıklamak, bu şekilde de kendi suçsuzluğunu kanıtlamak amacıyla bir günlük tutmaya başlıyor. Morel’in nasıl bir icatta bulunduğunu bu günlükten öğreniyoruz. Anlatının günlük şeklinde oluşu, olayların gelişip, farklı şekillere bürünmesiyle, anlatıcı-kahraman üzerindeki etkilerini daha gerçekçi olarak hissedebilmemizi sağlıyor. Kitabın (günlüğün) sonunda, bunları, adadaki dağılmış varoluşları bir araya toplayabilecek bir makineyi icak eden bir geleceğe kılavuzluk etmesi, sonradan aşık olduğu Faustine için kendisini de kattığı adanın bu farklı gerçekliğine “Sağ Kalanlar Önünde Savunma” olacağını düşündüğü için yazdığını belirtiyor.
“Bu satırları, sevimsiz mucizeye tanıklık edecek bir şeyler bırakmak için yazıyorum. Şu birkaç gün içinde boğulup gitmezsem, ya da özgürlüğüm için savaşırken ölmezsem, Sağ Kalanlar Önünde Savunma’yı ve Malthus’a Övgü’yü yazmayı umut ediyorum. Bu sayfalarda, ormanları ve çölleri sömürenlere saldıracağım; polis teşkilatının, fişlerin, gazeteciliğin, telsizin ve gümrüklerin kusursuzlaşmasıyla adaletin hatalarının düzeltilemez kılındığını, bu dünyanın ezilenler için çıkışı olmayan bir cehennem olduğunu göstereceğim.” s.11
Günlüğün bazı bölümlerinde, altta “Yayımcının notu” sıfatıyla açıklamalar eklenmiş. Bundan da anlatıcı-kahraman’ın günlüğünün bir süre sonra bulunup, yayınlandığı sonucunu çıkarıyorum. Açıklamaların bir kısmı, anlatıcının verdiği bilgilerin çelişkili yanları ile ilgili görünüyor. Bunun ötesinde, böyle bir notun asıl işlevi, adada olup bitenlerin sonrasında günlüğün başkalarınca bulunup, ilerideki gelecekte “Sağ Kalanlar”ın yargısının önüne çıktığını ifade etmesi. Haliyle bu “sağ kalanlar”ı; “okuyucu” olarak değerlendirmek gerekir.
Anlatıcının, olaylara analitik bir yaklaşımı var. Öykünün başlarındaki adayı tanımaya çalışan anlatıcı-kahramanın, hasta, kısmen kurumuş ağaçların neden bu şeklide olduklarına ilişkin nedenler üretmesi, ilerideki, etrafında dolanıp, dans edip, konuşup duran bir sürü insanın, daha başka garipliklerinin nedenleri üzerindeki yaklaşımlarından bunu kolayca çıkarabiliyorum. Bu kesinliğe yakınlık duyan yaklaşım, bazı bölümlerde “Yayımcının notu”yla belirsizliklere sürükleniyor. Sanki Casares, bir yandan kesinliği hedefleyen bir anlatıcının tesbitlerini, bir “yayımcının notu” yla belirsizleştirmeye çalışıyor. Bu da romanın havasına farklı bir belirsizlik katıyor tabi ki.
Manguel’in kitabın anlatımına yaklaşımı şöyle;
“Morel’in Buluşu’nda her şey tereddütle anlatılıyor. Eski bir oyun; kurgusal yazında gerçeğe benzerlik, sahte bir kesinlik yoksunluğu aracılığıyla başarılır.s.22 (Okuma Günlüğü)
Kitabı kolay kolay belirli bir türe oturtamadım. Bir ada hikâyesi iken, bir kaçış, polisiye, aşk, hayaletler, yanılgılar hikâyesi de aynı zamanda. Anlatıcı-kahramanın yaklaşımı her olay karşısında gerçekçi ve bilimsel olabilme çabasında. Bazı yerdeki fark eden, analitik Holms bakışları, yer yer yanılgılı, akla-mantığa sığmayan izlenimleri sonrasında bulanıp, bildikleriyle çelişen olguların nedenlerini, gerçeğini anlamaya odaklı, çabaların sonrasında aklı ve duyguları iyice karışsa da, anlatıcı mantıksal, sorgulayıcı yaklaşımını hep koruyor.
Kitap Borges’e adanmış. Başında da Borges’in bir önsözü var. Onun isimleri çok anlamlı-amaçlı kullandığını biliyor, kitaptaki adı geçen adlara özel bir ilgi göstermeye çalışıyorum. Malthus adına takılıyorum daha kitabın ilk sayfalarında. Adının ilk çağrışımları, insan nüfusu ile ilgili karamsar teorileri.
Borges kitabın önsözünü şöyle bitirmiş;
“Entrikanın ayrıntılarını yazarıyla tartıştım, onu yeniden okudum; onu kusursuz olarak nitelemenin bir yanlışlık ya da abartma olacağını sanmıyorum.”s.8
MERAKLISINA
Kitabı bitirince başa dönüp tekrar okudum. İlk okumada pek anlamlandıramadığım şeylere farklı bakmak gereği duydum. Ağaçların bir kısmının tepelerinin kurumuş, hastalıklı görünümleri, bir anda ortaya çıkan insanların üzerindeki geçmiş yılların modasına uygun elbiseler, olayların başlamasından birkaç gün önceki büyük gel-gitin işlevi, gökteki iki ay, iki güneş gibi pek çok şeyin aslında genel açıklamanın, polisiye örgünün çeşitli yerlere serpiştirilmiş parçaları olduğunu gördüm.
Bir kadın her gece, kayalıklarda güneşin batışını seyrediyor. başına sardığı karışık renkli bir fuları var; ellerin bir dizinin üstüne kavuşturmuş; doğumundan önceki güneşler derisini yakmış olmalı; gözleri, siyah saçları ve başıyla en kötü tablolardaki İspanyollardan ya da bohem tiplerden birine benziyor.s.20
Faustine’e kendini fark ettirme çabası, çiçeklerle yazdığı şiirsel cümleler, çiçek bahçesi, karşılıksız seven, bir hayalin peşindeki (belk bütün aşklar bir hayali yüceltme, sürdürme çabası, bir hayalete ulaşma, bir hayalet yaratma gerçeği) çaresiz aşık, yıllar sonra bu konulardaki düşüncelerime götürüyor beni.
Kadına aşkını anlatırken seçtiği cümle şudur;
“Bu adada ölümü uyandırın.”
Sevginin, sevgilinin yüceltilmesi, aşksız yaşamın ölüm, uykuya benzer bir ölümü anıştırması, uyanmanın, aşık oluşun başka tür bir ölüme uzanan yolun kapısını aralaması. Morel’in bir aynadan yansıyan film projeksiyonlarından daha az gerçekliklerden çıkışlı aşklar.
Villings adlı adaya, Alberto Manguel’in, Hayali Yerler Sözlüğü’nde uzunca bir yer ayrılmış. Buradaki bilgiler romandan derlenmiş. Kitabın anlatıcısının-kahramanın adı yok. Sadece ülkesinde bir muhalif, bir isyancı olduğunu, ölüm cezasına çarptırıldığını, polislerce arandığını biliyoruz. Manguel onu “tarihçi” olarak niteliyor. Pasifik okyanusunda, Ellis ya da Tuvalu takımadalarının bir parçası olarak belirtilen ada, kötü, lanetli bir üne sahip. (Daha sonra bu söylentinin Morel tarafından insanları adadan uzak tutmak için bilerek yayıldığı ile ilgili varsayımlarla karşılaşıyoruz)
Dipnotları okurken içlerinden birisinin Morel’in notu olduğunu fark ediyorum. Bu notlar, ikinci bir günlüğün varlığından kaynaklanıyor. Morel’in sarı sayfalara yazılmış günlüğünden. Bulmacanın eksik kısımları son olarak buradan tamamlanıyor.
Morel’in Buluşu, hangi türe konulacağı pek de net çizgilerle belirlenemeyen roman, belki bundan, okunurken de insanı çok farklı düşünce ve duyguların arasında dolaştırabiliyor.
Kısa, Kısa
Bilinci İlgilendiren;
“Öyle sanıyorum ki ölüme karşı koyma gelişmediği için ölümsüzlüğü kaybediyoruz. Bedenin tamamını canlı tutma biçiminde ortaya çıkan başlangıçtaki ilkel düşünce üzerinde ısrar ediyoruz. Oysa yanlızca bilinci ilgilendiren şeyi korumaya çalışmak yeterli olurdu.”s.16
Sözleri bana bir parça, ruhu, aklı ararken, uzuvlarını parça parça koparıp attığım, en son, bir kavonozon, özel bir hücrede tüm yaşamsal kimyasalları sağlanmış “saf beyin”e ulaşmaya çalıştığım düşüncelerimi anımsatıyor.
Fabrika; bahçede çam dalları arasına gizlenmiş, kalın canlardan oluşmuş tavanı, yer altına oyulmuş gizli bölmede makinalar, jeneratörler, elektrik dağıtım panoları, şalterler, su dağıtım vanaları toplanmış. Tüm teknik donanım olabildiğince, hiç anlamayan birisinin bile biraz çabayla çalıştırıp, kullanabileceği kadar basit ve yalın tasarlanmış.
Kanatçıklı Silindir; gündeyde, deniz seviyesinde oluşan gel-gitlerle çalışan hidrolik elektrik tirübünü. kuvvetli gel-git dalgalarıyla hareket eden kanatlarının döndürdüğü dinamonun ürettiği elektriğin, fabrika olarak adlandırılan bölmelere kadar ulaşmasını sağlayan kablo donanımıyla, dev bir doğal kaynaklardan elektrik sağlama düzeneği.
Çok Duvarlı Oda, Yeraltında, duvarları mantarımsı bir malzemeyle yalıtılmış, simetrik olarak yerleştirilmiş iki plakayla kaplı, sinema salonlarına, sığınaklara benzeyen, aynalardaki görüntüye benzer, aynı odanın sekiz kez yinelendiği görüntü saklama, projeksiyon odası.
Bernard Forest de Bélidor; 1698-1761 yılları arasında yaşamış, Fransız mühendis. Matematik, hidrolik, hidrolik pompalar, sivil ve askeri mühendislik gibi pek çok konuda teknik çalışmalar yapıp, eserler yayımladı. Ününü, mühendislik mekaniğini, değirmenleri ve su çarklarını, pompaları, limanları ve denizciliğe ilişkin konuları kapsayan dört ciltlik L’architecture hydraulique(1737-53; Hidrolik Yapılar) adlı yapıtıyla kazanır.
Gerçeğin Sıkıntısı;
“Olaylar öylesine inanılmaz ki, gerçek onları yaratırken epey sıkıntı çekti.”
Travaux-Le Moulin Perse
Müze olarak adlandırılan yapının büyük bir salonu kütüphane olarak düzenlenmiş. İlgi çekici olan, kütüphanede sadece roman, şiir, tiyatro oyunları gibi kurmaca eserlerin olması. Neden? Kütüphanedeki tüm bilimsel, teorik kitapları toparlayıp, çıkarmasında Casares’in nasıl bir mesajı gizli? Sokrates’in şairleri devletinde istememesine benzer bir şey mi bu da? Veya Morel’in buluşundan sonra, her oluşumun tamamlandığını düşündüğü adasında, artık bilimsel bilgiye, kuramlara, teknik tasarımlar peşinde koşmaya artık gerek kalmadığını mı ifade ediyor? Buradaki tek kurmaca olmayan kitap, Belidor adlı bir yazarın, 1937 basımlı, İşler-İran Değirmeni (Bernard Forest de Bélidor: Travaux-Le Moulin Perse-Paris, 1937) adlı kitaptır. Onu da kahramanımız cebine koyup, değirmenler hakkında merak ettiği konular nedeniyle alır. Bu tek bilimsel, kuramsal kitabı, büyük olasılıkla Morel, adadaki teknik donanımları tasarlamada kullandı.
Yel Değirmenlerinin Tarihi;
“Milattan sonra 1 yüzyıl başlarında Yunan mühendis Hero’nun ilk kez rüzgar enerjisinin kullanımı tanımlayarak iptidai manada yel değirmenini tarif ettiği, ardından sistemin İran’da geliştiği, coğrafyacı İstahrî’nin kayıtlarında geçer. Bu değirmen sistemi Hazreti Ömer döneminde geliştirilmiş, suyu pompalamak, ekini una çevirmek, kumaş ve hasır dokumak gibi faaliyetlerde kullanıma uyarlanmış ve İslam coğrafyasında yaygın kulanım bulmuştur.”
Kaynaklar:
Morel’in Buluşu.Adolfo Bioy Casares.Çev.Nevzat yılmaz.Helikopter Yayınları. İstanbul.2008
Okuma Günlüğü.Alberto Manguel.Çev.Mehmet H. Doğan.YKY.İstanbul.2007
Hayali Yerler Sözlüğü. Alberto Manguel.Çev.Sevin Okyay-Kutlukhan Kutlu. İstanbul.2007
Ana Britanica
Ada.Akşit Göktürk.Adam Yayınları.1982
Günümüz insanlarının hızla kaybetmekte olduğu duyulara yönelik bir adada geçen Adolfo Bioy Casares şaheseri. Gerçek ve hayalin iç içe geçtiği bu novellada yanılsamaya tutunan karakter, izlenimlerini günlüğüne aktarırken Faustine'e duyduğu aşkla sarmalanır. Ancak Faustine, anlatıcının onu hissettiği gibi hissedemez ve değerlendiremez. Çünkü biri diğerine ne kadar yakınsa diğeri o kadar kopuk durumdadır.
Güzel bir novella ve önünde saygıyla eğiliyorum sadece.
Ve kalan günlük aslında anılar ve deneyimlere dair kaybolmamış bir belge gibi kalıyor sonunda.
Şu anda puanım 8 ancak 2. kez okuduktan sonra 10 olması için hiçbir sebep yok. 2 puanlık kusur, tamamen benden kaynaklanmakta. Bu kadar kısa bir romanın bu denli harika bir kurguya sahip olması büyüleyici. Tekrar tekrar okunmayı hak ediyor.
Güzel bir kurgu kurgulamaya kalkışmış lakin bazı mantıklı olmayan olaylar dizisi var. Bu durumu Morel'in buluşu ile irtibatlandırarak gidermeye çalışması daha çok mantık hatalarına itmiş. Sonuna kadar okumak bana sıkıntı verdi doğrusu.
Ciltsiz, 2.Baskı, 94 sayfa
24Şubat2016 tarihinde, Helikopter Yayınları tarafından yayınlandı