Edebiyat tarihimize ilgi duyanlar ve lise bilgilerini aklında tutanlar için...
Kaynak:Radikal Kitap
Edebiyat tarihimize ilgi duyanlar ve lise bilgilerini aklında tutanlar için...
Kaynak:Radikal Kitap
''Hayat, kayaç katmanları gibi parçalarına ayrılan değersiz bir kütledir.''
Türkçe edebiyatın sözünü sakınmayan kalemi Ayfer Tunç, yazarlık hayatının 25. yılında sarsıcı bir romanla karşımızda.
Hayatı ''yolcu'' olarak yaşamak isterken baba mirası otelin işletmecisi, ailesinin ''reisi'' olmak zorunda kalan Mürşit, her geçen gün tamahkârlaşan bir şehirde, gerçek dostluğu İstanbul'da bıraktığı hayaletlerden kaçarak Mürşit'in oteline sığınan Madenci'de buluyor. İki arkadaşın dünya algısı, okuyucuya Türkiye tarihindeki utanç sayfalarının bir özetini sunuyor.
Arka planı toplumsal facialar, kitlesel cinnet hikâyeleriyle örülen Dünya Ağrısı'nda, geçmişle hesaplaşma cesaretini gösteren insanları yaşadıkları toplumdan ayıran sınır imleniyor.
Dünya Ağrısı kelimelerle sıkılmış bir yumruk.
Böyle bir şehirde sır saklamanın imkânsız olduğunun farkında değil. Öğrenecek elbet, bir gün şehir dediği şeyin birbirini gözleyen sayısız gözden ibaret olduğunu o da anlayacak. Ama buna çoktan alışmış olacak ya da daha fenası başkalarını gözleyen sayısız gözden biri haline gelecek. Babamın oğlu o olmalıydı diye düşünüyor, ben, oğlum gibi bir oğul olsaydım babam mutlu ölürdü; oğlum babamın istediği gibi bir oğul olduğu için ben mutsuz öleceğim.
''Hayat, kayaç katmanları gibi parçalarına ayrılan değersiz bir kütledir.''
Türkçe edebiyatın sözünü sakınmayan kalemi Ayfer Tunç, yazarlık hayatının 25. yılında sarsıcı bir romanla karşımızda.
Hayatı ''yolcu'... tümünü göster
Önümüzde hayat... Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki her zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanmıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu.diyen büyük yazarın ilk kez 1939 yılında yayımlanan hikâye kitabı Sarnıç yeniden gözden geçirilerek yayına hazırlandı. TADIMLIKSarnıçDağın eteğine beyaz minareleriyle sarılmış bu şehrin lisesi, zaman geçtikçe daha canlı, daha berrak hatıralarla bize döner, bizi tekrardan içine alırdı. Biz, herhangi bir sınıftık. Herhangi bir son sınıf olduk... Ön avlusu, aynı zamanda burunları, kolları kırık heykellerle süslü bir müze bahçesi, ancak son sınıf talebeleriyle muallimlerin gezindiği bir yer olan liseyi, bir gün ardımıza dönüp bakmadan başkalarına bıraktık. Bir daha buraya ömrümüzün sonuna kadar talebe olarak giremeyeceğimizi bile bile. Bu müthiş bir şeydi! Biz ne kadar seviniyorduk!.. Sanıyorduk ki, mütemadiyen bir güzel şeyi geride bırakacak, bir daha ona sürünemeyecek, onun içine giremeyecek, bir anı bir daha yaşayamayacaktık.Önümüzde hayat... Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu. Çoğumuz evlenmiştik. Birbirimizi liseden beri bırakmayan dört arkadaş hepimiz birer kız almıştık. Aynı mahallede oturuyorduk, aynı yolları tepiyor, evimize varıyor; aynı kadını her akşam daha fazla sevmeye çalışıyorduk. Aynı mezarlık karşımızda idi. Seneler böyle geçtiği halde aynı sarışın, esmer, ayakları çıplak çocuklar hiç büyümeden aynı servi ağaçlarına tırmanmaya çalışıyorlar, aynı ölülerin taşları arkasında saklambaç oynuyorlardı. Birdenbire her şeyin bir saniyede duruverdiğini görmüştük. Daireden evimize, ticarethanemizden fakirhanemize iki arkadaş döndüğümüz günlerde bir mahalle mescidindeki iptidai mektebini, bahçesinde bir Roma belediye reisinin burunsuz heykeli dikili lisemizi, İstanbulu, darülfünunu, bir iki darülmuallimat kızını hatırlar ve bu kadar süratle geçmiş bir zamanın hesabını tutardık. Arkadaşım:-- Hatırlar mısın? derdi. İptidai mektebimiz Kirazlı Mescitti. Bir gün Şeker Hoca derste idi. Bizim Şükrü, minareye sabahleyin kimse görmeden çıkmış, paldır küldür iki teneke devirmişti. Hoca ile beraber sokağa nasıl fırladığımızı hatırlamaz mısın?-- Hatırlamaz olur muyum? Hatırlamaz olur muyum?-- Şeker Hoca mektebin karşısına dikilmiş, biz arkasında... O bir şeyler mırıldanır, sureler okurken birden Şükrü, mektep kapısında, elinde tenekeler gözüküvermişti.--Ya! Ya! Ama iyi adamdı!.. Şükrüye ceza bile vermemişti. Saçlarını çeker gibi okşamış, Yaramaz, demişti, bir daha yapma emi! Bizi korkuttun.Bu sözlere ikimizin de gözü yaşarırdı.Niçin? Sanki o günler şimdiki kadar güzel miydi? Acaba o günler de bugünküler kadar durgun değil miydi? Her gün, her saat aynı hocayı görmez miydik? Senelerce aynı mektebin eşiğini aşındırmamış mı idik? Aynı mahalle imamının sesini, minareden, aynı saatlerde duymaz mıydık?Evimizin arkasında bir türbe vardı. İçerde kandil yanar, yeşil sandukaların içinde kocaman, minare boylu ölüler yatardı. Ölülerin kocaman kavukları vardı. Bir odanın içinde karı-koca yatarlardı. Ve bir kandili her akşam beyaz sarıklı bir ihtiyar yakardı.Kış geceleri dar sokaklar birbirine yapışır, bir ölü aydınlık sokaklara iner; yalnız türbenin içinden ılık bir ahret ve sakin ölüm havası eserdi. Sokaklarda çıt yoktu. Sonra birdenbire insanlar yatsıdan dönerlerdi. Keskin bir öksürük sesi duyardık. Kulak verirdik. Karları bir lastik ezer; odada beyaz başörtülü, rastıklı bir taze bir sakız patlatırdı. Benim bir ablam vardı... Davutun bir büyük ağabeyi vardı. Biz Davut ile beraber ağabeyinin bizim evin erik ağacında saatlerce beklediğini, karın üzerine iki karış yağdığını, ders çalıştığımız odada ışığı söndürerek, birbirimize sokularak, nefes almadan rüya görür ve hiçbir şey anlamaz, birçok şeyler sezer gibi seyretmemiş miydik? O Davut kimdi? Kimin çocuğu idi? Niçin onu hatırladıkça içimde bir şeylerin sökülüp koptuğunu, başımın birdenbire dönüp bir müddet sustuğunu duyuyorum. Bu Davut kimdi? Kaçıncı sınıfta iptidaiyi bıraktı? Üzerine iki karış kar yağan delikanlı, acaba ablamı Davutun söylediği gibi hakikaten öptü mü? Ablamın duru beyaz yanaklarını bu elleri, kafası, saçları ve ensesi büyük delikanlının, beyaz köklü kocaman dişleri gözüken ince dudaklı, geniş ağzı tükrükledi mi? Sonra benim o duru beyaz renkli, iki kaşı birbirine değen etli dudaklı ablam ne oldu? Bu şimdi bazan evinin önünden geçtikçe uğradığım kocaman memeli bir hâkim karısı olan kadın, benim uzun ve kardan bacaklı ablam mıdır?Harp zamanında idik... Anam bir sabah ekmeğin üstüne belli belirsiz tereyağ sürmüştü. Bütün ömrümce bol tereyağlar sürülmüş ekmek yedim. Fakat o günkü tereyağın sevincini duyamadım. Gün oldu ki, halkla bu çarşıları, sefil dükkânları, pis aşçıları, kışlaları ve tezgâhları dolduran halkla aram bir uçurum gibi açıldı. Kocaman kahvelerde kravatları düzgün, boğazları tok gençlerle bilardo oynadım. Öyle lokantalarda yemek yedim ki, bir öğle yemeği parasıyla beş kişi bir hafta doyardı. O tiyatrolarda, o koltuklarda oturdum ki, etrafımda beyaz kadınlar dünyanın en kokulu lavantasını sürmüşlerdi, erkeklerin yüzlerinde ise bir tek kıl yoktu. Herkes, her şey pırıl pırıldı. Ama neden her zaman küçük, mütevazı köşeler aradım? Dostlarımı, en sevdiklerimi bu çarşı içlerinin kara çocuklarından seçtim. Bir tiyatronun galerisinde tanıştığım birisi, en iyi arkadaşım oldu. Bir tezgâhta tülbent dokuyan narin bir kıza âşık oldum. Onun ayaklarını ellerimin içine aldım. Onu paltomun içine saklayarak kış geceleri tenha sokaklarda yürüdüğüm zaman saadeti, ilk defa vücuduma bir 36.5 derece hararetle sindirdiğimi hissettim. En çok zevki kasabanın bayram yerlerinden, halkın tatil günleri serpildiği çayırlıklardan aldım. Kayalara, dağlara, baharın ve yabani kokuların rüzgârla beraber dolaştığı tepelere tırmanıp küçük çoban çocuklarıyla konuştum. Bir keçi kokusu sarmış ağıllarda çobanlarla arkadaş oldum. Dert dinledim. Onların sefaleti ile kederlendim. Saadetleriyle coştum. Her umumi ve herkese açık yol, aşçı dükkânı, bahçe, kır benim oldu. İnkaya yollarının rengini ezberledim. Gölge görmeyen yollar benim gölgemle doldu.Köylülerle beraber demir parmaklıklara asılıp içkili belediye bahçesinin içinden saz dinledim. Açık yerlerde oynayan sinemaları parasız seyredenlerle yaz günleri birbirimizi ittik.Mahalle kahvesinde yirmi lira maaşlı posta müvezzileri, balıkçılar, dostsuz mütekaitler, zebun ve sessiz kahvecilerle altı kol iskambil oynadım. Dünya benimdi!Yine öyle zaman oldu ki, bir partiden insanlar, öteki taraftan olanları yağlı iplere geçirdiler. Her ikisine de acıdım. Vurulanla vurulduğum, ölenle öldüğüm günler oldu.Kimdim, neydim, kimi seviyordum?Her barınacak, her çorbası tüten, her sobası yanan evde bir kederin, bir bilinmez yaranın korkusunu gördüm. Hatırlarım: Günlerden bir gün, dünyanın en şehvetperest insanı olmuştum. Ne görsem almak, neye baksam kucaklamak, ısırmak, sevmek, koklamak, neyi sevsem kıskanmak, başkalarına koklatmamak isterdim. O zaman sarhoş olmaya giderdim. Durmadan içerdim. İçtiğim zaman her şey güzeldi. Her şeyi kucağıma alabilirdim. Her şeyi ısıtabilirdim!Bu, yalnız bir hayvani his miydi? Yoksa bunun gerisinde saklı, açık bir insanlık sevgisi var mıydı? Beni idare edemeyen neydi? Bu dünya insan için kâfi idi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?Mütemadiyen sual sorup hiçbir cevap almadan evime döndüğüm akşamların birinde karımı oturmuş ağlar buldum.-- Karı, dedim. Ocağın mı yanmaz? Çorban mı tütmez? Başında ağrı mı var? Hasta mısın? Ne ağlayıp duruyorsun?-- Efendi! Sayende, dedi, hiçbir eksiğim, gediğim yok... Ne açım, ne açığım, halime şükrederim. Ama kürklü mantom yokmuş. Baloya gitmezmişim. Haftada bir defacık sinemaya da gidemiyormuşum. Bunların ziyanı yok!..-- Öyle ise nedir? dedim. Derdin ne Fitnat?..-- Anamı babamı göreceğim geldi, dedi.Karım, vakti hali oldukça yerinde İstanbullu babasını görmeye gideli tam bir sene oldu. Dönmedi. Babası bana birkaç satır yazdı:Muhterem damadım,Rızam olmaksızın sana varan sevgili kızım bana avdet etti. Çektiği sefaleti anlattı. Hatırıma şu darbı mesel geliyor: Kendi geçememiş, kuyruğuna da kabak bağlamış. Şimdilik karını göndermiyorum. Boşanmak istersen avukatım gelip seni görecektir. İstemezsen ben gelip seni göreceğim. Bâki selam.Onun beni görmemesi için, dünyada yapmayacağım hiçbir şey yoktur.Dünya birdenbire değişivermişti. Artık ne lise hayatı, ne geçmiş arkadaşlıkların sarhoş edici hatıraları, ne de Kirazlı Mescitteki iptidai mektebi kalmıştı.Şimdi uzun boylu, ipince bir İstanbul kızını boş bir odadan, yağan kara bakarak, hatırlıyor, kimseye anlatamayacağım, gizli, egoist bir hayatı yeniden yaşayarak sac sobaya bir iki odun daha atıyor, kurumuş hatıralar sarnıcına gizli, bilinmez bir membadan akan şarıl şarıl su sesleri duyuyorum. Bu son hatıralarla sonuna kadar idareye çalışıyorum.Kurun, 12 Şubat 1937Varlık, (85), 15 Ocak 1937de Bir Mektep Arkadaşı adıyla yayımlanmıştır
Önümüzde hayat... Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki her zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanmıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu.diyen büyük yazarın ilk ke... tümünü göster
1930'lu yıllarda öyküye taze bir soluk getiren Sabahattin Ali, öykülerinde insanın zavallılığını ve gücünü sarsılmaz bir üslupla, masalsı ve destansı biçimde yansıtmayı başardı. Şiir, hikâye ve roman yazan, çeviriler yapan Ali, tüm eserlerinde insan ruhuna ayna tuttu ve gerçeğe bu aynadan baktı. Türk edebiyatının özgür sesinden yıllara meydan okuyan 16 öykü...
1930'lu yıllarda öyküye taze bir soluk getiren Sabahattin Ali, öykülerinde insanın zavallılığını ve gücünü sarsılmaz bir üslupla, masalsı ve destansı biçimde yansıtmayı başardı. Şiir, hikâye ve roman yazan, çeviriler yapan Ali, tüm eserlerinde i... tümünü göster
Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar. Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışardaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum. Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kâr. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklarıyla. Hiçbir işe yaramamıştı maalesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minübüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı.
Alper Canıgüz, Tatlı Rüyalar'dan bilinen sürükleyici diliyle, 5 yaşındaki bir çocuğun içine düştüğü bir hikayeyi anlatıyor. Yaşının avantajıyla her yere girip çıkan, hem filozof, hem fırlama bir oğlan... Hikayeyi ve karakteri çevreleyen semt hayatı ve mahalle atmosferi de, bizzat karakter kazanıyor, anlatıda... Polisiye, fantastik ve mizahi edebiyatın tadlarını ustaca kaynaştıran, olağanüstü özgün, çok iddialı bir kitap.
Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar. Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışardaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü ses... tümünü göster
'Bilirsiniz, insanlar doğar, ölür ve sonra büyür.' Dünyanın en küçük dedektifi geri döndü. Alper Kamu 9 yıl sonra, halâ 5 yaşında. Alper Canıgüz'ün eşsiz kahramanı Alper Kamu'yla birlikte her türlü şiddetin hüküm sürdüğü bir atmosferde, kırık hayatların, küllenmiş aşkların ve daha nice esrarın peşinde kara mizahla yüklü yeni bir yolculuğa çıkıyoruz. Kahramanımız, bu kez bir çocuğun ölümü ve eski bir aşk hikayesinin ardındaki gerçekleri ortaya çıkarmak için uğraşırken, 'İnsanlığa dair kavrayışımızı biraz daha ileri götürmeyecekse bir cinayeti çözmenin ne anlamı var ki?' diyen bir dedektife yakışacak şekilde, adalet kavramımızı sorguluyor. Alper Kamu Cehennem Çiçeği; ilk üç romanıyla edebiyatımızda kendine özgü ayrıcalıklı bir yer edinen Alper Canıgüz'den kahkaha ve gözyaşının iç içe geçtiği büyülü bir serüven.
'Bilirsiniz, insanlar doğar, ölür ve sonra büyür.' Dünyanın en küçük dedektifi geri döndü. Alper Kamu 9 yıl sonra, halâ 5 yaşında. Alper Canıgüz'ün eşsiz kahramanı Alper Kamu'yla birlikte her türlü şiddetin hüküm sürdüğü bir atmos... tümünü göster