Fernando Pessoa 1935'te öldüğü zaman, sandığındaki eserlerinin sayısı tahmin bile edilemezdi. Onun elinden çıkmış şiirlerin, yazıların altında genellikle başka imzalar vardı. Üstelik bu isimler yalnızca birer takma ad değil, öyküsü, geçmişi, yazgısı, dünya görüşü farklı olan kişiliklerdi.
Pessoa'nın ölümünden sonra elyazmaları derlenmeye başladığı zaman bitmemiş eserler de bulundu içlerinde. Bernardo Soares imzalı Huzursuzluğun Kitabı da bunlardan biriydi. Tarihten, mitolojiden, edebiyattan, ruhbilimden haberdar bir XX. yüzyıl insanının gerçekliği yadsıyışının, kendini hayallere hapsedişinin güncesiydi bu. Gündüzleri bir kumaş mağazasında çalışan, geceleri yalnızlığını yağmurun sesinde, ayak seslerinde duyumsayan bir Lizbonluydu Bernardo Soares ya da Fernando Pessoa.
Bugün Portekiz edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen Huzursuzluğun Kitabı'ndaki her metin, kırık bir aynanın, gerçekliğin bir yanını yansıtan ve sonsuzca çoğaltan bir parçası...
Fernando Pessoa 1935'te öldüğü zaman, sandığındaki eserlerinin sayısı tahmin bile edilemezdi. Onun elinden çıkmış şiirlerin, yazıların altında genellikle başka imzalar vardı. Üstelik bu isimler yalnızca birer takma ad değil, öyküsü, geçmişi, yaz... tümünü göster
İlk gençlik heyecanlarıyla okunan kitapların etkisini, o ilk okumanın verdiği benzersiz hazzı unutmak mümkün mü? İletişim ve bilgi edinme imkânlarının son hızla arttığı bir çağda, gençlerimizi ve çocuklarımızı kitapların dünyasıyla buluşturmak eskisi kadar kolay olmasa gerek. Bu anlamda, Millî Eğitim Bakanlığının ilköğretim ve ortaöğretime yönelik 100 Temel Eser seçimi; öğrencilere, velilere ve öğretmenlere, kısacası kültür dünyamıza katkıda bulunacak herkese yararlı olacak niteliktedir.
******
Norveçli büyük romancı Knut Hamsunun, dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olan bu romanı 100 Temel Eser arasında anılmaktadır. Ünlü bir yazar olma sevdasıyla yanıp tutuşurken, bir yandan da açlıkla pençeleşen bir gencin öyküsünü duygulanarak okuyacaksınız.
******
İlk gençlik heyecanlarıyla okunan kitapların etkisini, o ilk okumanın verdiği benzersiz hazzı unutmak mümkün mü? İletişim ve bilgi edinme imkânlarının son hızla arttığı bir çağda, gençlerimizi ve çocuklarımızı kitapların dünyasıyla buluşturmak eskisi... tümünü göster
İki ayrı okuma biçimi, iki ayrı roman demek olabilir mi? Güney Amerika fantastik yazınının usta kalemi Julio Cortázar, yüzyılımızın üzerinde en çok tartışılan ve çok okunan deneysel romanlarından Seksekte, bu sorunun cevabını arıyor...Yazarın okuma planı ışığında, Seksekin bölümleri arasında ileri-geri dolaşan okur, gerçekliğin dayattığı saçmalığın içinde biçimlenen bir dünyada, sekseğin son halkasına ulaşmaya çalışan bir grup insanın hikâyesine tanıklık ediyor... TADIMLIKDudaklarına dokunuyorum senin, kenarlarını çiziyorum tek parmağımla, sanki benim elimden çıkmış ağzın, ilk kez aralanıyor sanki; gözlerimi kapamam kâfi, her şey yeniden yeniden başlıyor, elimin altında, her seferinde bir başka ağız doğuyor istediğim türden, elimin seçip yüzüne yerleştirdiği nice ağız arasından seçilmiş bir ağız bu, seçen benim, kendi ellerimle yüzüne çizivermek için onca özgür ben seçtim, nasıl olduğunu anlayamadığım bir rastlantı sonucu olarak, elimin altında çiziktirdiğim ağza tıpa tıp uyan bir ağız oluyor seninki.Bana bakıyorsun, çok yakından, gitgide yaklaşıyor yüzün, seyrediyorsun beni, tepegözüz sanki, gözlerimiz büyüdükçe büyüyor, üst üste gelerek iki göz tek göz oluyor: tepegözler birbirine bakmakta, solukları karışmış birbirine, ağızlar buluyor yekdiğerini, dudaklar sıcacık, kavgada, dil düşlere henüz dokunmuş, bir sessizlik dil üzerinde, bir eski koku, mis gibi, ağır bir hava dolanıp duruyor. O an işte, ellerim dalıyor saçlarına, derinlerini okşuyor ağır ağır, ikimizin de ağzı çiçek ve balık dolu sanki, sarmaş dolaş, öpüşüyoruz, hızlı hızlı, derin duyumlarla. Isırıyorsak eğer, acısı tatlı, birbirine karışmış soluklarımız içerisinde, sönüp gidiyorsak eğer, dönüşüyorsak kısa ve korkunç bir boğuluşla, ölüme, bu anlık ölüm güzel. Tek bir tükürük tek bir olgun meyve tadı; yapışmışsın bana, duyuyorum titremelerini, suda titreşen ay gibi aynı...
İki ayrı okuma biçimi, iki ayrı roman demek olabilir mi? Güney Amerika fantastik yazınının usta kalemi Julio Cortázar, yüzyılımızın üzerinde en çok tartışılan ve çok okunan deneysel romanlarından Seksekte, bu sorunun cevabını arıyor...Yazarın okuma p... tümünü göster
Jack Nicholson'un başrol oynadığı ve büyük bir başarı kazanan filme konu olan roman, otoritelerin sağır ve dilsiz olduğunu düşündükleri, yarı Amerikalı yarı Kızılderili şef Bromden'in akıl hastanesindeki yaşamını konu alıyor. Büyük Hemşire tarafından yönetilen bu insanların dünyasına günün birinde kumarbaz McMurphy'nin de katılmasıyla olayların günlük akışı değişir. McMurphy bu insanları sürü gibi görmekte, kendisi ise aksine sert karşı çıkışlarıyla onlar adına bu gri dünyaya adeta kükreyen bir tutum izlemektedir. Bu tutumun sonucunda bazen hüzünlü, bazen neşeli ve kahramanca gelişen olaylar insanın özgürleşmesine yönelik birçok soruyu da beraberinde getirir. McMurphy'nin bireysel olarak hastanedeki sisteme karşı çıkışları, onu iyileştirmek adına yapılan baskının yoğunlaşmasına sebep olur. Bu çelişkinin çözümünü veya yansısını ise yarı Amerikalı yarı Kızılderili şef Bromden'in değişiminde izleyebiliriz.
******
Guguk Kuşu, günümüz insanının toplumla çelişkilerini ortaya koyan bir roman. Kimin dediği olacak? Toplumun mu, gönlüne göre yaşayanın mı? Bir akıl hastanesindeki özgür ruhlarla disiplin sağlamaya çalışan yönetim arasındaki mücadeleyi olağanüstü bir ustalıkla anlatan Ken Kesey, bu ilk yapıtıyla Amerikan karşıt-kültürünün efsanelerinden biri oldu. Roman 1975 yılında Milos Forman tarafından sinemaya aktarıldığında, başta delişmen dalavereci McMurphy rolüyle şeytani ve karizmatik oyunculuğunun temellerini atan Jack Nicholson ile katı ve sadist ruhunu taş bebek güzelliğinin altında saklayan Büyük Hemşire Ratched'ı canlandıran Louise Fletcher olmak üzere, film 5 Oscar ödülü kazanarak, bir başyapıt haline geldi.
******
Jack Nicholson'un başrol oynadığı ve büyük bir başarı kazanan filme konu olan roman, otoritelerin sağır ve dilsiz olduğunu düşündükleri, yarı Amerikalı yarı Kızılderili şef Bromden'in akıl hastanesindeki yaşamını konu alıyor. Büyük Hemşire ... tümünü göster
Yazdıklarında yarattığı Kafkaesk dünyayla modern İran edebiyatının kurucularından sayılan Sâdık Hidâyetten Türkçede ilk çeviri Varlık dergisinin 1 Aralık 1957 tarihli sayısında çevirmen adı belirtilmeden yayımlanan Üç Damla Kan öyküsüydü (1957). Yirmi yıl sonra ise başka bir öyküsü, bu kez Behçet Necatigilin çevirisiyle, Türkçeye kazandırıldı: Sahipsiz Köpek (Varlık, Aralık 1977).Necatigilin değerlendirmesiyle Roman ve hikâyelerinin konularını yoksul halk kesimlerinden alan, gerçekleri sosyal-devrimci bir yaklaşımla ve korku yüklü fantastik bir hava içinde değerlendiren ... , bir yandan da yalnız adamın varlık nedenlerini araştır(an) Sâdık Hidâyetin Türkçede ilk kitabı ise, yine Behçet Necatigilin unutulmaz bir çeviriyle dilimize kazandırdığı başyapıtı, tek romanı (ya da novellası) Kör Baykuş (Bûf-i kûr, 1936; Varlık, 1977) oldu. (Hidâyetin, Rıza Şahın baskı yönetimi yüzünden gittiği ve eski İran tarihinin metinlerini aslından okuyabilmek için Pehlevice öğrendiği Hindistanda yayımladığı bu kitap, İranda yasaklanmıştı.) André Rousseauxnun yüzyılımız edebiyat tarihinde bir kilometre taşı diye övdüğü Kör Baykuş, Fransızca, Rusça, İngilizce, Almanca, Macarca ve Çekçeden sonra aktarıldığı Türkçede, aynı zamanda çağdaş İran edebiyatından ilk roman örneğini oluşturuyordu. Necatigil, 1978de yazdığı Türkiyede Çağdaş İran Edebiyatı / Doğumunun 75. Yılında Sâdık Hidâyet yazısının sonunda şu dileğini dile getiriyordu: Ben, Sâdık Hidâyeti Türkçedeki iki hikâyesi ve tek romanı Kör Baykuşla sevdim. Vakti gelse de başka hikâyeleri ve masalları da çevrilse, diyorum. Bu dileğin gerçekleşmesi yolunda ilk adım, Kör Baykuşun önceli sayılan, ayrıca bu kitapla ve Üç Damla Kanla birlikte Hidâyetin üçlemesini oluşturan Diri Gömülenin (Zinde be-gûr, 1930) 1995 yılında Mehmet Kanarın çevirisiyle Yapı Kredi Yayınlarından çıkmasıyla atıldı. (Kör Baykuş dışında, Türkçede şimdiye kadar yayımlanan bütün Sâdık Hidâyet kitapları Kanarın çevirisiyle YKYden çıkmıştır.)1997de ise Hidâyetin çok yönlü insan ve yazar kimliğinin önemli bir yanını açığa çıkaran Vejetaryenliğin Yararları (Fevâid-i giyahhârî, 1927) yayımlandı. Kendisi de vejetaryen olan Hidâyet, Hazret-i Alinin Midelerinizi hayvan mezarlığı yapmayın sözüyle başladığı bu kitapta vejetaryenliği bütün boyutlarıyla ve nerdeyse bir dünya görüşü düzeyinde inceliyordu.1998de çıkan Hacı Agada (Haci Aga), Sâdık Hidâyetin, İranın sermaye çevrelerinin ve dini bile çıkarlarına alet etmekten çekinmeyen yüzsüz politikacıların ipliğini pazara çıkaran gerçekçi taşlama yazarı yanıyla karşılaştık. 1999da Üç Damla Kanın (Se katre hûn, 1932) yayımlanmasıyla Hidâyetin üçlemesi tamamlanmış oldu. Hidâyet bu kitabında da, Kafka gibi modernlerin izinde bir yazar kimliğiyle, bunaltılı, karabasanlı bir dünya çiziyor, yalnızlık, gerçek dünyadan kaçış, boşluk duygusu ve ölüm gibi temel izleklerini sürdürüyordu. Aynı yıl çıkan Hayyamın Terânelerinde ise Ömer Hayyamı ve rubailerini bütün boyutlarıyla inceleyen bir araştırmacı olarak gördük Hidâyeti. Sâdık Hidâyetin Türkçede şimdilik son kitabı, adını Necatigilin yıllar önce Sahipsiz Köpek adıyla dilimize çevirdiği öyküden alan Aylak Köpek (Seg-i vilgerd, 1942). Üçlemesinin devamı sayılabilecek kitaplarından biri olan Aylak Köpek, Hidâyetin yaşam ve toplum görüşünün İkinci Dünya Savaşının getirdiği yıkımla çok olumsuz bir havaya büründüğü, inziva ve intiharın kaçış yolu olarak gösterildiği, mutluluğu bu dünyada bulmanın mümkün olmadığının ele alındığı yedi öyküden oluşuyor.Hidâyet bu öykülerinde geniş ölçüde Freuddan yararlanıyor. İnsanın doğal ihtiyaçları ile insani ve mantıki ihtiyaçlarının çeliştiğini gösteriyor. Bütün yazdıklarında yaptığı gibi, bir bakıma kendini anlatıyor. TADIMLIKZerrinkülah Gulbebûnun karısı olma umudunu besleyebilir miydi acaba? Oysa henüz kocaya varmamış iki ablası vardı. Üstelik annelerinin gözünde öbür ikisinden de bahtıkara değil miydi? Çünkü o dünyaya gelmeden babası ölmüştü. Annesi Sen yedin babanın başını! diye başına kakar durur, kademsizlikle suçlardı onu. Fakat aslında, annesi Zerrinkülahı doğurduktan sonra sıtmaya yakalanmış ve iki ay boyunca yatmıştı. Bu yüzden hoşlanmazdı annesi ondan. O gün gurub vakti bütün işçiler paydos edip engebeli arazi üstünde kahverengi sicimlerle örülmüş gibi duran asmalıkların arasından çıktılar; Siyahâb ırmağına doğru yönelip üzümleri her günkü gibi köyün aksaçlısı Mandegar Aliye teslim ettiler. Zerrinkülah, annesi ve Mihribanu yolda karşılaştıkları Gûgul ile beraber yüksek burçlu kerpiç kalelerine doğru yürümeye başladılar. Zerrinkülah yolda Gulbebûya olan aşkından söz etti Mihribanuya. Mihribanu da onu teselli etti ve elinden gelen yardımı esirgemeyeceğine söz verdi. Zerrinkülah için ne çetin bir gece geçmişti! Gece mehtaplıydı. Uykusu tutmuyordu; su içmeye kalktı. Sonra sundurmaya çıktı. Hayır, hiç uyumak gelmiyordu içinden. Hafiften bir esinti vardı. Göğsü açık olsa da soğuğu hissetmiyordu. Odada bir ejderha gibi uyuyan annesinin horultusunu işitiyordu. Her an uyanıp ona seslenebilirdi; ama ne önemi vardı? Çünkü tüm vücudunun coşup kaynadığını hissediyordu. Ayaklarının ucuna basa basa havuz başına gitti, nar ağacının altında durdu. Bu saatte ağaç, yer, gök, yıldızlar, mehtap, hepsi özel bir lisanla konuşuyorlardı sanki onunla. Şimdiye kadar hissetmediği hüzün ve zevk verici bir haldi bu. Ağaçların, suların, meltemin, hatta evin yüksek duvarlarının ve içine hapsolduğu kalenin, havuz yalağındaki yoğurt çömleğinin dilini pekala anlıyor ve yüreğinde hissediyordu. Yıldızlar havaya saçılmış çiy taneleri gibi titrek aydınlıklarıyla zayıf ve korkak korkak ışıldıyordu. Bütün bunlar ve sıradan, önemsiz her şey tuhaf, olağandışı ve gizemli gelmeye başladı ona. Uzak ve bilinmez anlamları vardı ve kavrayamıyordu. Gayri ihtiyari elini göğsünde, memelerinde ve kollarında gezdirdi. Gece meltemi saçlarını dağıtmıştı. Nihayet havuz başına oturdu. Boğazı düğümlenmişti. Başladı ağlamaya. Ilık gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Bu yumuşak ten, bu ince bel Gulbebûnun sarması için yaratılmıştı. Küçük memeleri, kolları, tüm vücudu toprağın altına girse ne iyi olurdu! Annesinin evinde küfürle, talihsizlikle kırış kırış olup, memelerinin sarkmasından, yaşamının boşu boşuna, amaçsız ve aşksız yitip gitmesindense toprağın altında çürümesi daha iyiydi. Bu öfkenin, boğazında düğümlenen şu bedbahtlığın şerrinden kurtulmak için toprakta sürünmek, üstünü başını paralamak istiyordu. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Yaşamı boyunca karşılaştığı tüm acı olaylar gözünde canlandı. İşittiği küfürler, yediği dayaklar. Henüz küçük bir çocukken annesi kafasına bir yumruk indirir, eline bir parça ekmek verir, kapının önüne oturturdu. O da kel, gözü illetli çocuklarla oynardı. Bir güleryüz, en küçük bir şefkat dahi görmemişti annesinden. Bütün bu talihsizlikler on kat daha büyümüş, korkunçlaşmıştı gözünde. Yine de Mihribanu ile annesi onu teselli ediyor ve ne zaman annesinden dayak yese, onların evine sığınıyordu. Zerrinkülah gözyaşlarını giysisinin yeniyle sildi ve birazcık yatıştığını hissetti. Izdırabı ve içindeki isyan ateşi sönünce rahatladı. Bilinmez bir sakinlik kapladı ansızın tüm vücudunu. Gözlerini kapayıp ılık havayı kokladı. Ama Gulbebûnun yüzü gitmiyordu gözünün önünden. On on iki batmanlık denkleri saman çöpü gibi kaldırıp eşeğin sırtına koyan güçlü kolları, kumral dik saçları, kızıl kalın ensesi, bitişik gür kaşları, gür ve dolaşık sakalı. Artık anlamıştı tasarladığı sınırlı dünyanın ötesinde bir başka dünya olduğunu.
Yazdıklarında yarattığı Kafkaesk dünyayla modern İran edebiyatının kurucularından sayılan Sâdık Hidâyetten Türkçede ilk çeviri Varlık dergisinin 1 Aralık 1957 tarihli sayısında çevirmen adı belirtilmeden yayımlanan Üç Damla Kan öyküsüydü (1957). Yirm... tümünü göster
Ampirizm ve Öznellik Deleuzeün ilk kitabı. Kitabın altbaşlığı da şöyle verilmiş: Hume Açısından İnsan Doğası Üzerine Bir Deneme. Deleuzee göre Hume bir psikologdan önce bir sosyolog, bir ahlakçıdır; temelde insanın bilimini yapmayı amaçlar. Şu kritik soru Hume felsefesinin hep merkezindedir: Zihin doğa değildir, zihnin doğası yoktur. Peki nasıl olur da zihin bir insan doğası haline gelir?Bütün iyi yazarlar en azından zihin psikolojisinin imkânsızlığı üzerinde anlaşırlar. Bilincin bilgiyle özdeşleştirilmesini bu kadar titizlikle eleştirmeleri işte bu yüzdendir. Bunlar bir tek, zihne bir doğa kazandıran etmenlerin belirlenimi konusunda farklılık gösterirler. Bu etmenler kimi zaman bedendir, yani madde: Bu durumda psikoloji yerini fizyolojiye bırakmalıdır. Kimi zaman tikel ilkelerdir, yani maddenin psişik bir dengi, ki psikoloji bunda hem tek mümkün nesnesini hem de bilimsel koşulunu bulmaktadır. Çağrışım ilkeleriyle Hume, daha zor ya da daha cüretkâr olan bu ikinci yolu seçmiş olur. Materyalizme olan sempatisi ve aynı zamanda bunun karşısındaki tereddüdü de bundan kaynaklanır.Zihin verilidir. Hiçbir şey imgelem tarafından yapılmaz, her şey imgelemin içinde yapılır.
Ampirizm ve Öznellik Deleuzeün ilk kitabı. Kitabın altbaşlığı da şöyle verilmiş: Hume Açısından İnsan Doğası Üzerine Bir Deneme. Deleuzee göre Hume bir psikologdan önce bir sosyolog, bir ahlakçıdır; temelde insanın bilimini yapmayı amaçlar. Şu kritik... tümünü göster