Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna sistematik bir baskı uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum...
Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır. Uqueer as as clockwork orange. Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezya'da canlı anlamına gelen orang sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikâyeye çok iyi oturduğunu düşündüm.
Anthony Burgess
Karabasan gibi bir gelecek atmosferi... Geceleyin sokaklara dehşet saçan, yaşamları şiddet üzerine kurulu gençler... Sosyal kehanet? Kara mizah? Özgür iradenin irdelenişi?.. Otomatik Portakal bunların hepsidir. Aynı zamanda hayranlık verici bir dilsel deneydir, çünkü Burgess anti-kahramanı için yeni bir dil yaratır: Yakın geleceğin argosu nadsatV... ve Stanley Kubrick'in muhteşem film uyarlaması, yirminci yüzyılın kült eserlerinden biri olan bu romanın şöhretini pekiştirmiştir.
Anthony Burgess (1917-1993) İngiliz romancı, besteci, eleştirmen. 1959 yılında Burgess'a ameliyat edilemez bir beyin tümörü tanısı ve bir yıldan az ömür biçildi. İlk karısı Lynnei'n geçimini sağlamaya kararlı olan Burgess öfkeyle masaya oturup 12 ay içinde beş buçuk roman yazdıktan sonra teşhisin yanlış olduğu anlaşıldı. Bu arada artık tanınan bir yazar olmuştu. 50'den fazla roman ve kitap yazdı.
Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna sistematik bir baskı uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum...
Cockney dili... tümünü göster
Jérômela Sylvie, özgürlüklerinden hiç ödün vermeden her şeye sahip olmayı düşlerler. Oysa öğrencilikten çıkıp daracık odalardan, bir pantolon, bir kazaktan, kötü yemekhane yemeklerinden kurtulmanın ve düşledikleri yaşama ulaşmanın bir bedeli vardır. Nesnelerle örülü yaşam giderek daha da ulaşılmaz bir imgeye dönüşür.Perec, Şeylerde, 60lı yılların, Jérômela Sylvie ve arkadaşlarının bu hikâyesiyle Fransız toplumunun keskin bir tanımını veriyor. Dahası her şey ne kadar tanıdık...
Jérômela Sylvie, özgürlüklerinden hiç ödün vermeden her şeye sahip olmayı düşlerler. Oysa öğrencilikten çıkıp daracık odalardan, bir pantolon, bir kazaktan, kötü yemekhane yemeklerinden kurtulmanın ve düşledikleri yaşama ulaşmanın bir bedeli vardır. ... tümünü göster
Murphy, bir Beckett anti-kahramanı. Belli bir eğitimden geçmiş. İrlandalı. Yalnız, edilgen ve tekbenci. Bir işte çalışmıyor. Tek mutluluğu sallanan bir koltuğa kendini çırılçıplak bağlamak, iç dünyasına çekilip orada yolculuklara çıkmak...Celia, Murphyye âşık. Fahişe. Bedensel bir aşkla sevilen ve dış dünyaya ait olduğu için Murphynin reddetmek istediği bir kadın...Murphy, peşini bırakmayan dış dünyadan kaçarken, sığındığı akıl hastaları tarafından da dışlanır... Kitabın traji-komik öyküsü bu merkezi çelişki etrafında gelişir.Descartesın ruh-beden ikiliğinden etkilenen Beckett, bu ilk romanında, ruhla bedenin, iç dünyasyla fiziksel dünyanın kaynaşma zorunluluğundan uzakta, bir arada yaşayabileceğini göstermek ister. Doğu mistizminden hareketle, bedenin, ait olduğu fiziksel dünyada asla tam özgür olamayacağı, gerçek özgürlüğün düşüncelerde yaşayabileceği fikrini ana izlek haline getirir. Bu anlamda Murphy, Beckettin daha sonraki romanlarında sadece düşünerek ve konuşarak, sözcük üreterek, dili kullanarak var olabilen anti-kahramanlarının ilk örneğidir...Murphy, karamsarlıktan alaya, komikten traji-komiğe, hayatın ruhsal ve fiziksel alanlarını insanlığını seslendirerek eğlenen bir roman.Düşünmek veya düşünmemek isteyenlere... insanlara...
Murphy, bir Beckett anti-kahramanı. Belli bir eğitimden geçmiş. İrlandalı. Yalnız, edilgen ve tekbenci. Bir işte çalışmıyor. Tek mutluluğu sallanan bir koltuğa kendini çırılçıplak bağlamak, iç dünyasına çekilip orada yolculuklara çıkmak...Celia, Murp... tümünü göster
Metis Seçkilerinin ikinci kitabı Bu Tufandan Sonrayı Ahmet Cemal hazırladı ve çevirdi. Seçkide şiirden denemeye farklı türden Bachmann ürünlerinin yanı sıra yazarla yapılmış bir dizi söyleşiye de yer veriliyor.Hepimizin isteği, görebilen kişiler olabilmektir. Ve bizi ancak o sözünü ettiğim gizli acı, deneyimlerin karşısında, özellikle de gerçeğin karşısında duyarlı kılar. Bu konuma girdiğimizde, acının üretkenliğe dönüştüğü o uyanıklık konumuna geldiğimizde, çok yalın ve doğru olarak şöyle deriz: Gözlerim açıldı. Bunu bir şeyi veya olayı dışa dönük yönüyle algıladığımızdan değil, fakat göremeyeceğimiz şeyi kavradığımız için söyleriz. İşte sanat bunu, yani bu anlamda gözlerimizin açılmasını sağlayabilmelidir.Üstünde yaşadığımız bu kararmakta, dilsizleşmekte ve çılgınlığın önünde geriye çekilmekte olan yıldızda, yüreklerdeki ülkeler boşaltılırken, onca düşünce ve duyguya veda edilirken, insanoğlunun sesi bir kez daha yankılandığında, bizler için yankılandığında, bunun insanoğlunun sesi olduğunun bilincine varamayacak biri düşünülebilir mi?
Metis Seçkilerinin ikinci kitabı Bu Tufandan Sonrayı Ahmet Cemal hazırladı ve çevirdi. Seçkide şiirden denemeye farklı türden Bachmann ürünlerinin yanı sıra yazarla yapılmış bir dizi söyleşiye de yer veriliyor.Hepimizin isteği, görebilen kişiler olab... tümünü göster
Ingeborg Bachmann, toplu şiirlerinden sonra şimdi de bütün öyküleriyle Türkçede. Yazarın gençlik döneminden olgunluk çağına dek tük öykülerini bir araya getiren 0tuzuncu Yaş Bütün Öyküler kitap, Bachmannın eski ve yeni okurları için kaçırılmayacak bir kitap. TADIMLIKKayıkYaz mevsiminin civcivli zamanlarında binbir sesli bir ezgi gibidir ırmak, yukarılardan bayır aşağı akıp gelir ezgi, dört bir yanı çağıltıyla doldurur. Ama kıyıya yakın daha bir durgundur ırmak, daha bir mırıltılı ve adeta kendi içine gömülmüş. Geniştir öte yandan, çevresindeki topraklar arasında sergilediği gücün anlamı ayrılıktır. Kuzeye doğru kararır vadi ve pek geçit vermez. Yakın bir uzaklıkta tepeler yan yana dizilir, gökyüzüne doğru bir kümbet oluşturan ormanlar yukarılardan sarkar aşağı ve uzaklarda daha sarp tepeler yer alır, havanın açık olduğu sevimli günlerde vadiden içeri doğru yumuşak bir kavis oluşturur. Irmağın üstünde dar bir alana sıkışmış ormanın ilk karanlığında malikâne bulunmaktadır. Kayıkçı Josip Poje ne zaman ırmaktan karşıya yolcu ve yük taşısa, her seferinde görür onu. Malikâne hep karşısında durur. Yanıp tutuşan beyaz bir rengi vardır ve Josipin gözleri önünde ışıl ışıl belirir ansızın.Josipin gözleri gençtir, iyi görür. Uzaktaki çalılıklarda dalların eğilip bükülüşlerini fark eder, ister değnek kesmek için ırmağın karşı kıyısına giden sepet örücüler olsun, ister eşraftan kişiler, Josip hemen kokusunu alır müşterilerinin. Zaman zaman bir yabancının ya da gülen erkekler ve renk renk giysilerle şen kadın topluluklarının çıkıp gelerek karşıya geçmek istedikleri olur.Sıcak bir ikindi vaktidir. Josip tek başınadır. Kıyıdaki yumuşak kumlar üzerinde ırmağın hayli içerisine uzanan küçük köprüde dikilmiş durur. İskele, çalılık arazinin yalnızlığı içinde bir yere kurulmuştur. Kumlu ve taşlıktır burası, yavaş yavaş genişleyerek çayırlara ve tarlalara dönüşür. Kıyıyı topluca görebilmek olanaksızdır, tüm bakışlar çalılıklarda boğulup gider. Biraz yumuşak bir zemin üzerinde aralarda kalan yollar yeni oluşmuş yara izlerine benzer. Bu kararsız günde tek değişiklik bulutların oyunudur. Onun dışında yorucu bir dinginlik duyurur sesini ve suskun bir sıcak tüm nesnelere damgasını vurur.Bir ara başını çevirir Josip, karşıdaki malikâneye bakar. Arada su vardır, ama yine de pencerelerin birinde malikânenin sahibini, beyi görür. O, Josip, pek çok saat ayakta dikilebilir ya da uzanıp yatabilir yere, her Allahın günü aynı suyun sesini dinleyebilir, oysa bazen şato diye nitelenen beyaz evdeki bey bir tedirginliği ister istemez içinde taşır. Bazen bu, bazen öbür pencere önünde dikilmiş durur, bazen de ormandan inip gelir aşağı, Josip de beyin ırmaktan karşıya geçirilmek istediğini sanır. Ama bey, ırmağın gümbürtüsünden ne kadar işitebilirse artık, hayır diye seslenir Josipe, kıyı boyunca amaçsız yürüyüp gider, aynı yolu dönüp gelir yeniden. Josipin sık sık gördüğü şeydir bu. Bey çok güçlü biridir, yılgınlık ve çaresizlik yayar çevresine, ama iyi kalplidir, herkes de söyler bunu.Josip, daha fazla düşünmek istemez bu konu üzerine. Gözlerini araştıran bakışlarla yollarda gezdirir. Gelen kimse yoktur. Josip güler. Gönlünü eğlendirecek küçük eğlenceler bulmuştur kendine. Koca adam olmuştur, ama kumlar içinde yassı taşları arayıp bulmaktan hâlâ hoşlanır. Basıldıkça esneyen ıslak kumlar üzerinde dikkatle, ağır ağır yürür. Bulduğu taşı ellerinde tartıp yoklar, sonra biraz arkaya kaykılarak fırlatır taşı; ele avuca sığmayan taş dalgalar üstünden bir vınlamayla uçup gider. Batıp batıp çıkar suya, her seferinde yine yoluna devam eder, yeniden batar, yeniden çıkar. Ardı ardına üç kez. Ama aynı işi sık sık yapacak oldu mu, taşların bazen sekiz defa sıçradığı görülür dalgalar üstünde. Ancak kaba ve kalın taşlar bu iş için uygun değildir.Saatler göze görünmeden geçip gider bir bir. Josip çoktan düşlere dalmış, suskun, içine kapalı birine dönüşmüştür. Uzak dağlar üstündeki buluttan duvar yükselir giderek. Bakarsın çok sürmeden güneşin parıltısı çekip gitmeye davranacak, beyaz sislere bürünmüş sarayları altından eteklerle donatacaktır. Belki Maria da çıkıp gelecektir o zaman. Her zamanki gibi yine geç bir saatte. Sepetinde karşıdaki bey için taneli meyveler ya da bal ve ekmek bulunacaktır. Josip de Mariayı karşıya geçirecek, karşıda Maria beyaz eve doğru yürüyüp giderken arkasından bakacaktır. Her şeyi beyin evine Marianın taşıyıp götürmesine Josip bir anlam veremez bir türlü. Adamlarını gönderse ya.Geç ikindi saatleri serseme çevirir insanı. Kaygıları yorgunluk alıp götürür. Gizli saklı yollarda gezinir düşünceler. Karşıdaki bey artık genç sayılmaz. Genç Josip Poje gibi insana işte öylesine acı veren bir istek barındırmaz gönlünde. Ne diye Maria hep beyi düşünür sanki, oysa beyin kendisine dönüp baktığı yoktur. Kafasında hep büyük şeyler düşünür bey, tümü de Marianın akıl erdiremeyeceği karanlık şeylerdir. Beye ne kadar sık giderse gitsin, susup bir şey konuşmadıkça bey onu fark etmeyecek, Marianın gözlerindeki ifadeyi anlamayacaktır, susup konuşmayan Mariayı uzaklaştırmaya bakacaktır evden. Marianın üzüntüsünden, Marianın sevgisinden hiç haberi olmayacaktır. Ve yaz geçecek, Maria ister istemez yine Josiple gidecektir dansa.Güneş batar batmaz canlanan tatarcıklar ve sinekler şimdiden uçuşmaya başlıyor. Havada sürekli arayış peşinde, her türlü telaştan uzak çemberler çiziyor, bazen ansızın birbirlerine tosluyorlar. Derken yine ayrılıp boşluktan süzülmeye başlıyor, bir an gelip yeniden çarpıyorlar birbirlerine. Bir yerlerde hâlâ öten kuşlar var, ama sesleri pek işitilmiyor. Irmağın çağıltısı, başka sesleri kendi içinde boğup atan bir beklenti oluşturmakta. Korku ve telaş dolu, yüksek perdeden bir çağıltı. Derken bir serinlik çıkıyor, bozbulanık bir düşünceyi taşıyıp getiriyor yanında. İnsan kör bile olsa, yine de karşıda beyaz bir leke gibi duran duvarın orman içinden gelen parıltısını görebilir.Akşam iniyor. Josip kalkıp eve gitmeyi geçiriyor aklından, ama gitmiyor, bekliyor henüz. Bir karara varmak güç. Ansızın Marianın geldiğini işitiyor. Başını çevirip bakmıyor o tarafa ve hiç bakmayacak. Ama ayak sesleri konuşuyor yeterince. Marianın selamı ürkek ve çaresiz. Josip, Mariayı süzüyor.Geç oldu, diyor sesi sitem dolu.
Ingeborg Bachmann, toplu şiirlerinden sonra şimdi de bütün öyküleriyle Türkçede. Yazarın gençlik döneminden olgunluk çağına dek tük öykülerini bir araya getiren 0tuzuncu Yaş Bütün Öyküler kitap, Bachmannın eski ve yeni okurları için kaçırılmayacak ... tümünü göster