Felsefi yönü ağır basan, kısmen masalsı bir anlatıma da sahip olan bir kitap. Bir batılı için olağanüstü bir kitap olabilir ama bizler için değil. Kitabın odak noktasını teşkil eden "Hazine" olgusu İslam yazınında defalarca işlenmiş bir konu zaten. Mevlana'nın Mesnevisinden alınmış bir ilham kırıntısı üzerine kurgulanmış bir eser. Kitabın odak noktasını içeren olgular Mesnevi'de var. Bu kitabı bir müslüman yazsaydı ve içine de Kur'an'dan birkaç ayet ve çeşitli dini menkıbeler yerleştirseydi yazar dinci yaftası yer ve kitap evrensel olmamakla suçlanırdı. Ama kitabı bir batılı yazınca ve içine de İncilden bolca ayetler yerleştirince -müslümanlar için- mükemmel bir kitap oluverip çıkıyor işte! Sonuç olarak, bu roman bir klasik oldu artık. Okumadığınızda bir şey kaybetmeyeceğiniz, okuduğunuzda ise bir şeyler kazanabileceğiniz bir kitap. ""Kule değil, Minare; Şarkı değil, Ezan""
Bazı kitaplar vardır, ilk bakışta farklı algılanırlar. İşte öyle kitaplardan biri. Kimse bu kitabın adına bakıp da aldanmasın. Bir kültürü, bir dönemi, (genellikle yanlış anlaşılan) bir mesleği çok iyi ve anlaşılır şekilde anlatıyor bu kitap. Japonya ve Japon kültürü hakkında da bilgiler edinebiliyorsunuz. Aynı zamanda çok dramatik bir kitap ve akıcı bir anlatımı var. Kitabın o kadar güzel bir anlatım tarzı var ki, tasvirler o kadar iyi ve estetik bir tarzla yapılmış ki, olaylar o kadar güzel anlatılmış ki, insanda olayları yaşıyor hissi uyandırıyor. İnsana iğrenç gelen bazı olguları bile o kadar güzel, o kadar ince bir tarz kullanarak anlatmış ki yazar. Sayfalar adeta su gibi akıp gidiyor. Yazarın sanat tarihi okumuş biri olduğu o kadar belli oluyor ki bu kitabı okuduğunuzda. Şimdiye kadar okuduğum en iyi -kurgusal- biyografilerden biri olduğunu söyleyebilirim. Romanın tek olumsuz yanı gereksiz ayrıntılar içermesi idi.
Kitabın etkileyici bir konusu var, ama konunun işleniş tarzı etkileyiciliği düşürmüş. Kısmen etkileyici ama sürükleyici bir kitap değil. Asıl öykü çok yüzeysel anlatılıyor. Küçük Arı'nın konuşmadığı bölümler sıkıcılığı artırıyor. Ancak, okuması oldukça kolay, dili sade. Bu roman aslında gerçeklerden yola çıkılarak hazırlanmış. Konunun doğru seçilmiş olmasına rağmen kitabın can alıcı noktalarında daha etkili yaklaşımlarla olaylar daha içten anlatılabilirdi. Kitap Küçük Arı'yı anlatıyor, ama Küçük Arı kitabın sadece üçte birinde (doğrudan) yer alabilmiş. Sonuç olarak, kitabı biraz sıkılarak okudum, şahsen çok sevemedim bu romanı.
Kitabın ilginç bir -argo- anlatım tarzı var. Eminim ki kitabın özgün dili çevirisinden daha etkili bir anlatım tarzına sahiptir. Bu kitabı özgün dilinden okumak -ya da okuyamamak-, çeviri ne kadar başarılı olsa da bir şeyleri kaçırıyor, anlayamıyor veya eksik kalma hissi uyanıyor insanda. Öykü, insanı dehşet içinde bırakan, tüyleri diken diken eden olaylar silsilesi başlayıp devam ediyor. İşin ilginç tarafı kitabın başlangıcı ile sonu arasındaki dehşet veren gerçeklik olgusu farklı gibi gözüküyor. Oysa öykünün başlangıcı ile bitişi arasında bu anlamda bir fark yok aslında. Soruna odaklanacağına, soruna neden olana odaklanmak gerekir aslında... Yazar vermek istediği mesajı olduğundan çok sert bir tarzda vermek istemiş. Ancak, bu, bazı okuyucularda gereğinden fazla iticiliğe neden olabilir.
Bu kitabı tanımlayabilecek en özgün cümle: "Bu kadar açık ve net bir anlatımla bu kadar karmaşık (belki de saçma) ve derin bir başka öykü yazılmamıştır herhalde" Bazı kitaplar vardır, -yüzeysel bir okuma yapıldığında- insana çok sıkıcı gelir. İçerdiği öykü öyle saçma, öyle anlamsız gelir ki insana, "bu ne saçma roman" der ve benim yaptığım gibi kitabı kaldırıp bir kenara atar. İşte öyle bir kitap bu... Belirli bir zaman sonra kitabı dingin bir kafayla, farklı bir okuma yaparak, yavaş yavaş, düşünerek ve özümseyerek tekrar okudum. Kitabı bitirdikten sonra gözlerimi belirli bir noktaya sabitleyerek, düşüncelere daldım. Belirli bir süre sonra "Bu öykü beni anlatıyor" diye mırıldandım. Kendimi bildim bileli iletişim kurduğum her insanın beyni bilinçaltıma "-insan olarak kalmak ve böcek olmak istemiyorsan- büyü, oku ve adam ol, daha sonra da topluma yararı (menfaati) olan birey ol" diye fısıldadı. Evde, okulda, işte, yolda, her mekanda, her durumda hiçbir şeyi "sorgulamadan" kurallara, düzene ayak uydur (yoksa böcek olursun) diye fısıldandı. Nerden bilebilirdim ki, bunları yapmanın "insan" olarak kalmaya yeterli olamayacağını. Ta ki Dönüşüm'ü okuyup anlayana kadar. İnsan olduğumu sanırdım, meğerse köleymişim... Bu kapitalist düzen iki seçenek sunar: Ya Böceksindir, ya da Köle. Kafka'yı anlamak zordur. Yaşadığında böcek muamelesi görür, öldükten sonra ise köle. Öldükten sonra maddi ve manevi olarak sömürülür... Kafka, Dönüşüm'ü yayınlayacak yayınevine, kitabın kapağına böcek resmi değil, insan resmi çizilmesini söyler. Kitabın kapağına böcek resmi çizilmesinin, öykünün anlaşılmasını zorlaştıracağını söyler. Kitabın kapağına böcek resmi basan yayınevlerinin anlayamadığı Kafka'yı benim anlamamam doğal.
Açlık Oyunları serisinin bu son kitabı serinin diğer kitaplarıyla genel bir uyumluluk içeriyor. Kitabın bazı yerleri gereksiz uzatılmış. Serinin birinci kitabı genel olarak iyiydi. Alaycı Kuş ikinci kitaba göre nispeten daha iyiydi. Serinin son kitabında, ilk kitaptaki gibi bir heyecan yok bence. Bu kitabın duygusal ve psikolojik yönünün daha ağırlıklı olduğu görülüyor. Yazar, ilk iki kitapta vermek istediği mesajı bu kitaba saklamış. Kitapta yer yer mantık hataları da yok değil. Bazen olayların akışında o kadar keskin geçişler oluyor ki anlam kargaşaları meydana geliyor... Kitabın en beğendiğim yönü baskı kalitesi oldu; kitap kapağı, sayfa dizaynı, punto boyutu... Hey, genç kız! Ne diye oyunda oynaştasın. Katniss'in Panem'i (pardon, düşündüğün kişiyi) fethettiği yaştasın...
Dan Brown'un diğer romanlarına aşina olanlar için farklı bir eser değil. Yazar gerilim konusunda ustalaşmış olduğundan, farklı bir beklenti içinde olmadığınızdan şaşırmıyorsunuz. Ancak kitabın içeriğindeki olgular diğer Dan Brown kitaplarına göre basit geldi bana. Olaylar daha çok bir polisiye şeklinde ilerliyor. Önceki kitaplarındaki tarihsellik ve karmaşık semboller, gizemli mekanlar bu kitapta yer almıyor. Gerilimin temposu olayların sıralanışına göre yer yer yükselip alçalan bir grafikte seyrediyor. Çok girift ilişkiler, çok şaşırtıcı ve olağanüstü olaylar silsilesi yok romanda. Biraz dikkatli okuyucunca sonucu az çok tahmin edebiliyorsunuz. Dan Brown çok iyi yazar olmayabilir, ancak çok iyi araştırmacı olduğu kesin. Brown'un Diğer kitaplarını okuyanlar bunu fark etmişlerdir. Bu roman da böyle bir araştırmanın ürünü. Hatta bazen öyle ayrıntılı bilimsel bilgiler veriyor ki, bu bilgileri ancak işin uzmanları anlayabilir. Bazen teknoloji ve bilimsel tanımlamaları o kadar uzun tutuyor ki, algılamada zorlanıyorsunuz. Bu durum, kafaların kaşımasına neden oluyor ve sıkıcılığı artırıyor... Konu üç temel mekanda kurgulanmış. Kutuplarda, ABD başkentinde ve denizde. Özellikle denizdeki olayları kurgularken, gerilimi çok iyi hissettirmiş yazar… ABD başkanının da konunun merkezinde olmasına rağmen Brown onu roman boyunca hep olayların dışında -pasif konumda- tutmuş. Ancak reel ABD gerçeğini göz önüne alırsak, bu durum çok mantıksız olmuş. Ayrıca, yazar öyle bir teknoloji üstünlük betimlemeleri yapmış ki, adeta “ABD tüm ülkelerin Tanrısıdır” demeye getirmiş. Bu durum "Karidesus Çirkinus Cehennemus Kadarus"a benzemiş!