Okurken keyif aldığım ve elimden bırakamadığım bir kitap oldu. Mizahi yönü ağır basan, entrikadan uzak, çok tatlı bir aşk kitabı okudum. Aşka inanmayan doktora öğrencisi Olive Smith ile duygusuz bir pislik olan biyoloji profesörü Adam Carlsen’ın sevgililik oyununu okurken çok eğlendim. Tam kafa dağıtmalık bir kitap. Umarım yazarın diğer kitapları da çevrilir.
Vaaauuv diyorum, başka diyecek kelime bulamıyorum. Yazarımız Meral Kır’ın böyle şaşırtan, ters köşe yapan ve okuyanı içine çeken kurguya ev sahipliği yapması mı desem, hayranlık uyandıracak şekilde stratejik bir zekaya sahip Sinan Öztürk mü desem bilemedim. Muhteşem bir kurgu, akıcı bir anlatım ve akılları zorlayan etkileyici bir karakter.. Elimden bırakamadığım bir kitap oldu. Arkasından dönen bir oyunla olayın içine çekilen MİT Başkanı Sinan Öztürk’ün, adım adım gerçeğe yaklaşmasını ve ummadığı anda karşısına çıkan kadını kaybetmemek için sonuna kadar tarafsız bir şekilde çabalamasını okuyoruz. Açıkçası resmen polisiye bir film izliyormuş gibi hop oturup hop kalktım. ------------ “Bizi kadrosuna almak için teklifte bulunursa, haberin olsun ben kabul edeceğim.” “Beni satacak mısın?” “Hem de hiç düşünmeden.” “Neyse ki bizi bu yüzden çağırmadı.” Merak duygusu Mert’i rahat bırakmayınca “Niye gidiyoruz o zaman?” diye sordu. “Adamlarından birisi ölmüş.” “Bizi çağırdığına göre de adam öldürülmüş olmalı.” “Zeka seviyen her defasında beni hayrete düşürüyor! Tek kurşunla enseden vurulmuş.” “Peki neden biz? Adam istihbaratçı, herhalde ondan daha iyi olduğumuzu düşünmüyordur. Çünkü imkanlarımız farklı ve zekam da bir yere kadar işe yarar.” ****** “Kırmızı giyin.” Neden kırmızı, Sinan’la boğa arasında, güçleri dışında başka bir benzerlik yoktu. Üstelik Elif, adamın ona saldırmasını değil sarılmasını istiyordu. “Onu kıskandırın.” Nasıl? Daha iyi nişan aldığı ve daha hızlı koşabildiği için değilse yapamazdı. Eğer mevzu başka bir erkekle ilgiliyse bir tanesiyle baş edemiyorken ikinciyle uğraşamazdı. Hem Sinan gibi adamların lügatinde kıskançlık diye bir kelime yoktu.
Genel olarak çok beğendim; ama başlarda çok kopukluk yaşadım. Serinin ikinci kitabı daha olaylı ve daha heyecanlı olacağa benziyor. Vahşi bir şekilde işlenen cadı cinayeti.. Alınması gereken intikam.. Cehennem Prensleri.. Karanlık Büyüler.. Bir fantastik kitaptan daha ne isterim ki.. İkizin öldürülmesiyle intikam peşine düşen Emilia’nın Cehennem Prenlerinden biri olan Öfke ile tanışmasıyla olaylar daha da ilginçleşmeye başlıyor. Kitabın finali, bende serinin ikinci kitabına dair büyük bir beklenti oluşturdu. ***** “O iblis kanlı, lanetli bir cadı. Aklından ne geçiyor?” Benden mi bahsediyorlardı? Ellerimi yumruk yapınca tırnaklarımın etime batarak hilal biçiminde izler çıkardığını hissettim. O da Cehennem’den çıkıp gelmiş, despot, kibirli, aşağılık iblisin tekiydi. Ama ben, onun hiç de cazip sayılamayacak olan özelliklerini dile getirip durmuyordum, öyle değil mi? Hayır tabii ki. Ben, katilin tekinin daha fazla cadıyı öldürmesini engellemek için beraber çalışmak uğruna bunları bir kenara atacak kadar olgundum.
Tarikattan kurtulmayı başaran Calder ile Eden’in hikayesi farklı bir sonu hakediyordu; o sebeple de bu kitabı daha çok sevdim. Tarikat hakkında, Hector hakkında bilinmeyenlere, Eden ve Calder’in nasıl Hector’un eline düştüğü ile ilgili tüm bilinmeyenlere cevap niteliğinde bir kitaptı. Eden ile Calder’in birbirlerini özgürce sevmesini, yaralarını sarmasını ve aynı zamanda da gerçek dünyaya adapte olmaya çalışmalarını okuyoruz. ****** Duvarlarda asılı duran tabloların her birine tekrar tekrar baktım. Akarsu kaynağımız, gündüzsefaları ve ben… Her yerdeydiler. Benim arkadan görüntüm, bazen de hafifçe profilden duruşum… Ama hepsi bendim işte. Heyecan, korku, adrenalin ve müthiş bir anksiyete içimde kaynamaya başlamıştı. Ama çoğunlukla huşu içindeydim. Kalbim göğsümün dışında atıyormuş gibi hissederken etrafa delirmiş gibi bakıyordum. Peki ya o nerede? O nerede?
Kitap ile ilgili ne hissetmem gerektiğine hala karar vermiş değilim. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, kitap benim için iki bölümden oluşuyor: sıkıcı ve akıcı olan kısım diye ikiye ayırdım. Başlarda biraz sıkıldım, olayın gidişatını başta fark edemedim; sayfalar ilerledikçe ama işin nereye gittiğini anlıyorsunuz. Skye Sedgewick, doğum gününde kaçırılıp, psikolojik şiddete ve işkenceye maruz kalıyor. Bu sırada Skye’a zaman zaman hatırladığı geçmişi güç vermektedir. Zaman geçtikçe kaçıran kişinin gerçek kimliğini öğrenen Skye’ın yaşadığı bocalamayı okuyoruz. Açıkçası Skye’ın gördüğü işkenceleri hatırladıkça bunları çok çabuk sineye çekebilmesine kabul edemiyorum.. Gerçekçi gelmedi, kitapta işlenen duygular yansımadı, bir de giriş-gelişme-sonuç bir anda oldubittiye geldi. Açıkçası kurgu güzel olsa da olayların işlenişi bana sıradan ve üstünkörü geldi. *********** Eninde sonunda hepimiz, elimizden gelenin en iyisini yaparız ve yolumuza devam ederken hikayeler üretiriz. Onları yazar, yönetir ve hayatımıza yansıtırız. Bazen diğer insanların hayatına girer, bazen de giremeyiz ama her hikayenin ardında mutlaka bir hikaye, ancak küçük bir parçasını görebileceğimiz bir bağlantı vardır. Çünkü doğduğumuzda oradadır ve biz öldükten sonra da olmaya devam edecektir. Bütün bunları tek bir yaşama kim sığdırabilir ki?
Yazarın ismi bile yetiyor kitabı okumadan mutlu olmama. Yeni yılın ilk kitabına keyif alacağımdan emin olduğum bir kitapla başlamak istedim. Greycourt serisinin ikinci kitabı, Windemere Dükü’nün verdiği en pis görevleri sorgulamadan yerine Gideon’un özgür kalması için yapması gereken bu sefer zorlu bir görevdir ve karşılığında da Dük, yeğeni Messalina Greycourt’u vermeyi teklif ediyor. Evlenmek aklının ucundan bile geçmeyen Messalina, amcasının tuzağına düşerek kendini bir anda Gideon’la evli buluyor. İkisinin birbiriyle inatlaşması aynı zamanda da birbirlerini tanımaya başlaması, yanlış bilinen gerçeklerin ortaya çıkması derken bir bakmışım kitap bitmiş. Çok ama çok keyif aldığım bir kitap oldu. Kitap çok akıcıydı, historical ve Elizabeth Hoyt demek zaten benim için yeter de artar bile..
2022 yılına saatler kala geride bıraktığımız yılı, yorumlarıyla dilden dile dolaşan merakımı fazlasıyla cezbeden bu kitapla kapatmak istedim. Kitabın arka kapağın şöyle bir söz var : “Duygular bizim en iyi pusulamızdır.” Kitap tamamen bu sözü yansıtmış. Duygularını zirvede yaşayan kızımız Ellen, geçmişte yaşadığı trajik kazada verdiği kayıp yüzünden duygularına gem vuran oğlumuz Flint ve Flint’in aradaki dengeyi koruyan duygulardan ve onları dışarı yansıtmaktan bir haber ama sahiplenmeyi bilen otizmli oğlu Harrison.. Bu üçlü birbirlerinin yaralarını sararak çok güzel aile oldu. Kitap yeri geldi güldürdü yeri geldi duygulandırdı. 2021 yılını böyle güzel bir kitapla kapattığım için mutluyum.