Salt katil peşinde koşan polisiye romanları bir türlü sevemediğimden olsa gerek Ahmet Ümit'in diğer romanlarında olduğu gibi, Patasana'yı da heyecanla okudum. Hititler döneminin saray başyazmanı Patasa'nın bıraktığı tabletler ile günümüz arkeologlarının çıkarılan tabletlerden yola çıkarak, başlarından geçen olayları polisiye kurgu ile anlattığı etkileyici bir romandı. Patasana'nın bıraktığı tabletler o kadar etkileyiciydi ki gerçekliğini sorgularken buldum kendimi. Tabletlerin birinde, "Aşk, ulaşamayacağın birini abartarak, onun kafandaki ideal kişi olduğunu sanarak tutkuyla bağlanmaktır." diyor, Patasana; bir diğerinde, "...Beni bağışla. Soylu bir aileden gelmekle, becerikli öğretmenlerden ders almakla övünen bu sonradan görmeyi bağışla. İyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, sevgili ile düşmanı ayırt edemeyen bu cahili bağışla. Sensiz yaşamının çorak bir çöle döndüğünü fark edemeyen bu aymazı bağışla. Bağışlanmayacak kadar açgözlü, hırslı, vefasız olan bu kaba adamı bağışla." Eğitimi, okula gitmek, öğrenimi de ezberlemekten bilgi deposuna dönüşmek olaran gören bugün de hâlâ geçerliliğini korumuyor mu bu cümleler...
Jack London, ilkel insanlık dönemini bir çocuğun düşlerinden yola çıkarak güzel bir öykü ile anlatıyor...
Gorki'yi okurken edebiyatın insanlığı kurtaracağı gerçeğine olan inancım daha da artıyor. İnsan inandığı değerleri okuduğu için mi bu kadar etkilenir... Bilmem... 10 yaşında bir çocuğun çalışma hayatı, yaşadığı zorluklar, öğrendikleri ve okuyucuya, bana, öğrettikleri harikaydı. ..."Sözcükler, genç dostum, bir ağacın yaprakları gibidir. Yaprakların neden başka türlü değil de böyle olduklarını anlayabilmek için agacın nasıl büyüdüğünü bilmek lazım! Kitap, dostum, hem gözü okşayan hem de sana büyük faydası dokunan güzel bir bahçeye benzer." ... "...insanların geceleri de gündüzleri konuşmaktan hoşlandıkları aynı şeylerden konuştuklarını öğrendim: Tanrı'dan, hakikatten, mutluluktan, zenginlerin açgözlülüğünden, kadınların aptal ve kurnaz, hayatın karmaşık ve anlamsız oluşundan söz ediyorlardı. ... Büyük bir hevesle birçok şeyden konuşurlar, sürekli birilerini eleştrirler, bir şeyler için pişman olurlar, övünürler ya da ufak tefek şeyler yüzünden fena şekilde kavga ederek birbirlerini üzerlerdi. Öldükten sonra başlarına ne geleceği üzerine kafa yorarlardı." ... ..."Kitaplardan, şiirlerden konuşuyorduk. Hepsinden daha fazla okumuştum ama onlar sık sık lise hayatından konuşur, öğretmenlerinden dert yanarlardı. Onların anlattıklarını dinlerken, kendimi arkadaşlarımdan daha özgür hissediyor, bu kadar sabırlı olmalarına hayret ediyordum ama yine de okula gittikleri için onları kıskanırdım. Arkadaşlarım benden daha büyüktü ama ben kendimi onlardan daha yaşlı, daha olgun ve tecrübe sahibi olarak görüyordum. Bu durum beni rahatsız ediyordu çünkü onlara daha yakın olmak istiyordum. ... Onlar sık sık kızlardan söz eder, bir o kıza, bir başka kıza aşık olurlar, şiir yazmayı denerler, bu konuda benden yardım isterlerdi." ... ..."Günahlar; nefsimizin, vücudumuzun, şeytanın eseridir. Günahlar dış organlarından birinin iltihaplanması gibidir, daha fazla bir şey değil. İnsan, günahı ne kadar çok düşünürse, o kadar çok günah işler. Günahı aklına getirmezsen, günah işlemezsin. Günah düşüncesini insana, vücudumuzun sahibi olan şeytan aşılar." ... ..."Votka içmiyor, kızlarla dolaşmıyordum. Ruhu mest eden bu iki uğraşın yerini kitaplar almıştı. Ne var ki okudukça insanların yaşadığını düşündüğüm boş ve faydasız hayat bana daha katlanılmaz görünüyordu. On beş yaşımı yeni doldurmuştum, ama bazen kendimi yaşlı bir insan gibi hissediyordum. Başımdan geçenler, okuduklarım, zihnimi kurcalayan şeyler yüzünden üzerime bir ağırlık çökmüştü sanki. ... Bildiklerim bana ağır geliyordu, bunları yönetmede beceriksizdim; hayattan öğrendiklerim beni bir masanın üzerinde eğri duran kabin, içindeki suyu sarstığı gibi sarsıyordu. ... İçimde yaşayan iki kişi vardı: Bir sürü tiksindirici ve alçakça şeyle karşılaştığı için ürkmüş, günlük hayatın korku veren bilgileri karşısında aciz kalan birinci kişi; hayata, insanlara şüpheyle bakmaya, herkese, hatta kendisine bile güçsüz bir merhamet duymaya başlayan biriydi. Bu kişi, kitaplarla baş başa, sessiz, insanlardan uzak bir hayatı, manastırı, orman bekçi kulubesini, İran'ı, şehrin kenar mahallelerinden birinden gece bekçiliğini düşlüyordu, insanın az olduğu, herkesten uzak bir hayatı..." ... ..."Beni en çok deliye döndüren şey, insanların kadınlara karşı davranışıydı. Çok roman okuduğum için kadınları hayattaki en önemli varlıklar olarak görüyordum. ... Turgenyev'in kitapları kadınlara ithaf edilen birer övgü şarkısıdır. Kadınlar hakkında bildiğim bütün güzel şeyleri, benim için unutulmaz olan Kraliçe Margot'nun hayaliyle süslüyorum. Özellikle Turgenyev ve Heine, bana çok şey kazandırmıştı. ... Ama düşündüğüm başka şeyler de vardı. Yeryüzünün ne kadar engin olduğunu, kitaplardan öğrendiğim şehirleri, insanların başka türlü yaşadığı yabancı ülkeleri düşünüyordum... Yabancı yazarların kitaplarında hayat daha saf, daha güzeldi. Çevremdeki yavaşca ve tek düze devam eden hayat kadar zor değildi oradaki. Bu tedirginliğimi az da olsa dindiriyor, farklı bir hayatın olabileceğine dair inatçı hayaller kurmama sebep oluyordu. Hep, beni geniş, aydınlık bir yola çıkaracak akıllı bir insanla karşılaşacağımı umuyordum.
Biyografi olsa da müthiş bir dille yazılmış. Joseph Fouche'nin hayatı günümüz politikacılarının okuyup ders çıkarmaları en büyük dileğim...
"Sonu yok diyenlere güler geçer, sen daha fazla basarsın gaza. Zarar görürsün. Canın yanar. Ne kadar virajlı ve tehlikeli olsa da, yolun kendisidir aşık olduğun. Ancak kimse anlamaz. Sen de anlatamazsın zaten. Hatta kendine bile! Dedim. Sonra da anlatmaya karar verdim. Merhaba. Ben Ali." Tunç Kılınç bu cümlelerle başlıyor anlatmaya. Başarıyı, benim ve toplumun "başkalarının gözünde adam olmak" olarak anlayıp, harekete geçmeden, düşünmeden, üretmeden yaşamlarını sürdüren insanları, kendi deneyimleriyle çıkarıyor, kendini bulma yolculuğuna... ..."Neyin peşindeyim? Bilmiyorum! 'Her nerede değilsem, orada mutlu olacakmışım gibi geliyor' diyen Baudelaire gibi, sıkıştığım yerde bunaldım ve artık olmadığım yeri mi merak ediyorum?" Edebiyat düşe ortak olmaktır benim için. Ali'nin hikayesini okurken, kendimi sorgularken buluyorum. ..."Yatların boyu, katların sayısı, arabaların markası ve şirketlerdeki odalarının büyüklüğünü matah bir başarı zannedenlerin dolup taştığı dönemde, çoğu insan için ne kadar cılız kalıyordur senin bu miras. Kendi vicdanlarını vergiden düştükleri üç beş kuruşluk bağışlarla satın aldıkları için de, nasıl da rahattır içleri!" Yatlar, katlar, arabalar alacak kadar kazanamadım. Söylesi kolaydır, derler; derler de, hayalini kurmaya bile özenemedim böylesi bir hayatın. ..."Kendimizden çok hep başkalarının hayatını yaşıyoruz ya, ona kızgınım. Önce anne baba, sonra hocalar, patron, çocuklar... Hayatımız sanki başkalarını memnun etmek üzere kurgulanmış. Bize de ellerimizden kayıp giden bir ömür çizilmiş." Toplumun dayattığı baskıyı, eğitim sisteminin ne boyutlarda olduğunu anlatan acı cümlelerdi bu. Oysa samimiyet, toplum baskısına karşı durmak değil midir? ..."Kendimce çok sayıda insana düşüncelerimi aktarabilmek istiyorum. Bunu da en iyi bildiğim işe yoğunlaşarak yapıyorum. Bugün mesela, evet sadece bugün, otuz bin çocuk açlıktan ölecek. Yarın bir otuz bin daha. Bu ilginç gelmiyor insanlara ama futbol ilginç! Bugün dünyada elli milyon yetişkin insan çocuklarla seks yapmaya yeltenecek. Bu ilginç değil! Kirli hava, kirli su ve berbat edilmiş çevre de ilginç değil. Ancak saç bakımı ilginç, ayakkabı ilginç, üç bin dolarlık saat ilginç!" Uykudan önce masallarla, hikayelerle büyütülen ebeveynlerimin evladı olamasam da, yirmili yaşlarımda anladım hayatın eğlenceden, şatafattan ibaret olmadığını. ..."Gülme! Hangi gerçek özgüven, etraftan üç beş güzel cümleyle tavan yapıp, birkaç olumsuz cümleyle çökebilir ki? Gerçek özgüven kişinin ürettiklerine, zekasına, kendini geliştirmesine, yeteneklerine dayanırsa borsa gibi inip çıkmaz, sağlam olur. Yetmiş yaşına da gelse, eğer üretiyorsa kimse ona bir şey yapamaz. Ama iktidarını erkekliği üzerinden tanımlarsa, ki toplumun verdiği acımasız rol budur, ona güç veriyor gibi gözüken erkeklik aslında onu tutsak eder. O da farkında bile olmadan avantajlı ve özgür olduğunu zanneder, ne kadar tutsak olduğunu düşünmeden mutsuz bir şekilde yaşayıp gider." Dünyayı kadınların iyileştireceğine tüm kalbimle inansam da, aynı kadınlar değil mi evlatlarının, kardeşlerinin çapkınlıklarıyla övünen?... ..."Oscar Wilde 'Yaşamak, dünyada var olan en istisnai şey. İnsanların çoğu ise sadece varlar, hepsi bu!' derdi. Öyle gerçekten de. Benzer yaşta benzer iş yapan, benzer kafalardaki benzer kişilerden beni farklı kılan bir şey yoksa, o zaman ben de o sürüdeki sıradan bir koyun değil miydim? O yüzden meydan okumayı öğrettim kendime. Ona buna değil de kendi hayatıma! Yapabileceğim halde bugün hâlâ yapmadıklarıma, ertelediklerime." İkibin dokuz yılından bu ana sıradanlıktan kurtulmak istediysem de, korkuyla ördüğüm duvarları yıkamadım henüz ve bu her geçen gün vicdanımı sızlatıyor. Kitaptan aldığım o kadar çok not var ki, burada hepsini paylaşıp okurların düşlerine perde indirmek istemiyorum. Nazım Hikmet Maksim Gorki için şöyle der; "Gorki insanlar yaşadıkça yaşayacaktır. Çünkü yeryüzünün en büyük şairidir." Sıfır'dan sonra Tunç Kılınç da okurları yaşadıkça varolacaktır!