Kişisel gelişim kitaplarında bahsedilen şeyler aslında bildiğimiz şeyler. Bu bildiğimiz şeyleri uygulamaya geçirmedeki en önemli etken; ihtiyacın olduğunu düşündüğün şeyi doğru zamanda okursan verim alabiliyorsun. Eğer o kitap için doğru zaman değilse okuduğunda uygulamaya geçmesen bile gün geldiğinde uygulamak üzere öğrenmiş oluyorsun. İşte benim için bu kitap doğru zamandı. Çünkü çok yoğun bir yıl geçirdim çok fazla insanla muhatap oldum ve açıkçası negatif insanların enerjimi emdiğini düşünüyordum. Kitap iyi geldi mi derseniz evet geldi an itibariyle bir sakinlik, bakış açımda bir olgunluk var diyebilirim:) Etkisi ne kadar sürer bilmiyorum ama direniyorum. Kitapta Toltek Yaşam Sanatı’ndan bahsediliyor. Toltekler her şeye cinsiyetsiz ve canlı gözüyle bakıyor. Tapınma onlar için bir anlam ifade etmiyor görmeye, öğrenmeye ve uygulamaya önem veriyorlar. Ve onlara göre insan dünyaya geldikten sonra kendisiyle, etrafındaki insanlarla, Tanrıyla, etkileşim halinde bulunduğu her şeyle anlaşma yapıyor. Bu anlaşmalarla; kim olduğumuzu, ne hissettiğimizi, neye inandığımızı ve nasıl davranacağımızı belirliyoruz ve sonuca “kişiliğim” diyoruz. Bu anlaşmaların çoğunu toplumsal etkileşimlerle farkında olmadan yapıyoruz. İşte bu kitap; farkında olmadan yaptığımız ve hayatımızı olumsuz etkileyen anlaşmaları aşağıdaki 4 anlaşmayla daha pozitif hale getirebiliriz. 1.Anlaşma; Kullandığınız sözcükleri özenle seçin. Don Miguel şöyle diyor “ Söz, sadece bir ses ya da yazı sembolü değildir. Söz, bir güçtür; kendinizi ifade etme ve iletişim kurma gücüdür. Sözle düşünürsünüz. Düşünmekte kullandığınız sözlerle yaşamınızdaki olayları yaratırsınız.” Olumsuz olarak kullandığımız sözcüklerle hem etrafımıza hem de geri dönüşü kendimize olan bir zehir saçıyoruz. İşte eski anlaşmayı bozup şahsen ben öyle yapacağım olumlu, yargılama içermeyen, dedikodu yapmayacağım bir anlaşma yapıp iyi şeylerden konuşacağım. 2.Anlaşma; Hiçbir şeyi kişisel algılamayın. Kişisel algılamayı çok önemli bir hale getirirseniz bu sizin canınızı yakabilir. Çünkü insanlar genelde negatif konuşurlar ve çeşitli nedenlerden dolayı en basiti mutsuzluktan beslenen insanlar mutsuz olmanız için uğraşırlar çok ciddiye alırsanız incinirsiniz. Miguel bu durumla ilgili “ Sizi inciten söylenenler değildir. Söylenenler yaralarınıza dokunduğu için incinirsiniz. Sizi inciten sizsiniz .”diyor. Başkaları o an canınızı sıkabilecek şeyler söylese bile kişisel algılamayın. İyi söylese de algılamayın. Bu sizinle ilgili değil karşı tarafın ruh haliyle ilgilidir. Siz kim olduğunuzu bildikten sonra gerisinin önemi yok. Hem kişisel algılamaya alıştığınız zaman hep onaylanmak, sevilmek, iyi şeyler duymak istersiniz ki bu da pek mümkün değil. 3.Anlaşma; Varsayımda bulunmayın. İnsanlar kendilerini dünyanın merkezinde bulunduklarını zannettikleri zaman, herkesin evrende olup biten her şeyi kendileri gibi algıladığını düşünerek kendi zihninde olan şeyleri insanlara yükleyerek varsayımda bulunurlar. Bu da iletişim faciasına yol açar. O yüzden etkili bir iletişim için “Zannetme-Farzetme-Varsayma SOR”..Kafana takılan her şeyi sor! Neyi, nasıl, ne şekilde soracağını bilmekte bir meziyettir çünkü. 4.Anlaşma; Daima yapabildiğinin en iyisini yap. Don Miguel şöyle diyor ; “Her koşulda, daima en iyisini yapın, ne daha fazla ne daha az. Ama şunu daima hatırlamanızda yarar var: An, her an değiştiği için asla “ en iyiniz” olmayacaktır. Dört anlaşmayı yaşamınızda uyguladıkça “en iyiniz “ de gittikçe “en iyi “ hale gelecektir. Bu bölümde en etkileyici şey; belki yapmak zorunda olduklarınız sizi en iyiyi yapmaktan alıkoyuyor. Çünkü en iyiyi yapmak için önce sevmek gerekir.Sevmediğiniz bir şeyi yinede yapmak zorundaysanız onu eğlenceli hale getirin mesela işiniz olabilir:)
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu; gerek ismi gerekse hastane, hastalık içeren konusu nedeniyle uzun bir zaman okuma isteğimi ötelememe neden olmuştur. Pekiyi, bir kitap; benim ötelediğim ama başkasının kendisini bulduğu hatta başucu yaptığı bir eser haline nasıl gelir? Cevabı kitabın içinde altını çizdiği şu cümlelerde gizli.” Hasta olmayanlar bizi ne kadar az anlayacaklar” ve ” İki hasta kadar birbirine yakın hiç kimse yoktur.” Safa ; ''ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm'' diye başlayan kitabında 7 yaşından beri dizinde çektiği acının kemik vereminden ileri geldiğini ve kesilmesi gerektiğini öğrenmiş 15 yaşındaki bir çocuğun amansız hastalıkla ve imkânsız aşkıyla olan hikâyesindeki ruh hallerini ve hastanedeki psikolojisini anlatmıştır. Peki hastalıkla uğraşmayanlar bir hastayı nasıl anlayacaklar diyen yazar bu psikolojiyi nasıl anlatmış derseniz orası ise yürek burkucu bir hikaye :( Çünkü aslında hayatları aynıdır! Şöyle ki; Peyami Safa 9 yaşlarında yakalandığı kemik hastalığı nedeniyle 17 yaşına kadar hikayesindeki kahramanı gibi hastalık ve acı içinde yaşamıştır. Doktorlar bacağının kesilmesinde karar kılmış, fakat Safa bunu kabul etmemiştir. Babasının erken ölümüyle ve yaşadığı sağlık sorunları nedeniylede eğitim hayatını tamamlayamamış iş hayatına erken atılmıştır. Matbaa postane gibi yerlerde çalışmış gazetelerde yazı yazmıştır. Edebiyatla ve siyasetle hep iç içe olmuştur. 1961 yılında yedek subaylık yapan oğlunun ölümüyle sarsılmış üç ay sonra da beyin kanamasından vefat etmiştir. Anlayacağınız kahramanımız; yazarın kendisinden başka biri değildir. Kitapta kahramanına bir isim vermemesinin nedeni de budur. Bu otobiyografik romanının ilk basımını “kara sevdayla” diye imzalayıp Nazım Hikmet’e vermiştir. Görünüşte iyi bir şey olduğunu düşündüğüm bu olayın iç yüzünü araştırdığımda Peyami Safa’nın bu jest gibi görünen hareketinin aslında Nazım Hikmet’i yermek olduğunu anladım. Peyami Safa “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” isimli eseriyle Nazım Hikmet’in 1928 yılında yazdığı akıl almaz bir aşkı anlattığı “Jokond ile Si-Ya-U”suna meydan okumuştur. Nazım hikmet'in bu meydan okumaya karşılık "bütün bir fakir çocuklar hastanesinin romanı" demiştir. Peyami Safa’yla Nazım Hikmet dostluğu ikinci dünya savaşı ortamında sosyalist ve komünist düşüncelerin artmasıyla bozumuş, Peyami Safa’nın yazdığı gazetede “Nazım, fikirleri için değil, kendi istediği için takip edilmiştir.", "Nazım'ın yakalanması, polis müdürlüğünü, kitaplarının ilanat acentesi olarak kullanmak istemesindendir. Çünkü Nazım, su katılmamış burjuvadır. ve en sahte tarafı, komünist tarafıdır."gibi kavgada söylenmeyecek diyeceğim ama söylenmiş bu sözlerle edebiyat tarihinin en şiddetli kavgası olarak tarihi geçmiştir. Peyami Safa; kitabında öz Türkçeyi fazlaca kullanmış ve ben gibi günümüz Türkçesiyle konuşan kitaptaki bazı kelimeleri anlamakta güçlük çeken insanlar için kitabın arkasında sözlük kısmı bulunmaktadır. Sizde benim gibi “bu ne demek acaba?”diye arada kalırsanız kitabın arkasına bakabilirsiniz. Kitaptan Altını Çizdiklerim: - Felaketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir,fakat annelerle değil,annelerle değil.Annelere anlatılan kederler taksim değil,zarbedilmiş olur: Çocuklarının felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler,bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür. - Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler. - Görülecek, işitilecek, tadılacak, okunacak, yazılacak, yapılacak o kadar çok şey birikiyor ki, bundan sonra hayatımın bütün bunlara yetişmeyeceğinden korkuyorum. - Istırabın derinlerine indikçe sevincimizi kaybetmek korkusu kalmadığı için, yeni bir sevinç başlıyor: ıstırabın ilacı ıstıraptır. İkisinin toptan sonucu: Sevinç.
Lübnan asıllı Amin Maalouf 1975’te çıkan iç savaş nedeniyle Fransa’ya gitmiş ve hâlâ orada yaşamaktadır. Eserlerini Fransızca yazan yazar, Orta Doğu'yu ve Batı'yı iyi tanıyan ve bu iki kültürü eserlerinde çok iyi harmanlayarak yazar. Kitapları kırktan fazla dile çevrilen yazarın Doğunun Limanları adlı kitabı Semerkant'tan sonra okuduğum ikinci kitabı. Bu kitapta içinde bulunduğumuz, kimimizin sağır dilsiz olup gözünü kapadığı, kimimizin uzaktan izlediği, kimimizin de bizzat yaşayarak canının yandığı hayatları, tarihi olayları, savaşın insanlar üzerindeki etkilerini, yazarın konuyu ele alış biçiminden ve hikayenin oryantalist pembe dizi kıvamında yazılmış olmasından yola çıkarak bizzat yaşamış gibi hissediyorsunuz. Anlatım öyle etkileyici ki gözümü kapattığımda Orta Doğudayım. İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir” diye çok sevdiğim bir sözü vardır. Evet, Orta Doğu’nun kaderi savaş demek, kan demek, sevdiklerinden ayrı düşmek demek… Stefan Zweig Satranç kitabında savaşın etkilerinden bahsederken, Orta Doğudaki savaşın sonuçlarının nereye gideceğini kestiremediğim bir noktaya temas ediyor. Diyor ki, “20. yüzyıl savaşlarında tahribat ağır olsa da insanlık üstesinden gelmeyi başarmıştır. Biraz daha uzun sürseydi insanlık kaybedecekti." Doğunun Limanları'nın hikayesi kahramanımız İsyan’ın babaannesi İffet Hanım'ın Osmanlı padişahlarından birinin kızı olması nedeniyle İstanbul’da başlıyor. Kitap bir kurgu fakat kurguda esinlenen olayların tarihin sayfalarından alındığını görüyoruz. Örneğin; tahttan indirildiği için bunalıma girdiği söylenen ve bilekleri kesilmiş olarak odasında bulunan ve artık cinayet mi yoksa intihar mı olduğu noktasında tarihçilerin de üzerinde durmadığı padişahın Sultan Abdülaziz, İffet Hanım'ın da Sultan Abdülaziz’in kızı Nazime Sultan olduğu söyleniyor. İstanbul’dan başlayan hikaye de olay örgüsü Adana-Beyrut-Fransa’ya kadar uzanıyor. Kitabında; Türk, Ermeni, Yahudi ve Arapları bir araya getiren Maalouf “İnsanlar; acaba dil, din, ırk, mezhep ayırımı gözetmeksizin, sadece “insan” olarak coğrafyanın tüm renkleriyle bir arada yaşayamaz mıydı? ” sorusunu düşündürüyor. Kitabın finali etkileyici ve gizemli olmasına rağmen bir bakıma sonunun okuyucuya bırakılmış olduğunu düşünüyorum. Maalof’un anlatımındaki samimiyet yine Orta Doğu'yu anlatan Hosseini’nin “Uçurtma Avcısı” kitabındaki gibi okuyucuyu derinden yakalıyor. Her iki kitaptaki edebi nitelik tartışılır olmasa da duygu bazında acıyan, kanayan yaralarımıza temas niteliği taşıdığından hikayeyi duygusal boyutta unutulmaz kılıyor. Ve son olarak Yapı Kredi Yayınları'ndan aldığım bu kitabın çeviri problemini dile getirmek istiyorum. Benim kitabım, Esin Talu Çelikkan çevirisiyle “Doğunun Limanları” ismiyle çıkmış. Bu kitabı okuyan Kaan Maraba ile altını çizdiğimiz yerleri karşılaştırırken aynı yayınevinin Can Yayınevi'nden transfer ettiği Saadet Özen’in çevirdiği "Doğu'nun Limanları" nı daha başarılı olduğunu belirtmek istiyorum. Ayrıca kitabı önerdiği ve yorumlama konusundaki fikir, eleştiri ve dilbilgisi düzenlemesi için kendisine teşekkür ederim. Kitaptan altını Çizdiklerim: - Aşk, el değmemiş olarak kalabilir, heyecan da öyle. Aylar da geçse, yıllar da geçse! Hayat bıkılacak kadar uzun değil! -Sana en değerli kitaplarımı verebilirdim; her şeye sahip birine bile eski bir kitap hediye edilebilir. - Yolda durmuş merakla, şefkatle onları seyredenler var. Ben böyle bakamam onlara. Ben, yoldan geçen biri değilim. -Gelecek, geçmişin duvarlarının ardında değildir. -Geleceği kuran, geçmişe dönük özlemlerimiz değil de nedir? -İnsan özlemini çektiği sevinçlere ulaşamadığı zaman sıkılır. -Bazen aşklarında sonbaharı vardır. - Gelmemenin bir vakti yoktur. İnsan coşkuyla beklerken ne kadar zaman geçerse, o büyük günün yaklaştığına o kadar inanır.
"Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. Hepimiz aynı derinliklerden çıkıp geliriz ama bir taslak olarak, derinliklerden çıkıp gelen bir yaratık olarak her birimiz kendi öz amacımıza varmak için uğraşıp didiniriz. Birbirimizi anlayabilir, ama kendimizi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz." diyen 1946 Nobel Edebiyat Ödüllü Hermann Hesse; insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden olan iki dünya savaşı görmüş, eğitim sistemindeki kısıtlamalar ve misyoner babasının dinsel baskılarının kendisini rahatsız etmesiyle bunalıma girip intihar girişiminde bulunmuştur. Sinir hastalıkları hastanesinde psikolojik tedavi gördükten sonra bir dönem makinist çıraklığı yapıp, kitapçıda çalışmaya başlamıştır. Kitapçıda çalıştığı dönemde, Goethe, Lessing, Schiller gibi yazarlarla ilgilenip bir yandan da Yunan mitolojisi üzerinde araştırmalar yaparken bugün hala Delpi’de Apollo tapınağının girişinde yazılı bulunan “kendini bil” sözü üzerine Schopenhauer’un da etkisiyle birlikte Hindistan’a dolayısıyla Budizm’e ilgi duymaya başlamış ve kendini bulmak üzere yolcuğa çıkmaya karar vermiştir. Çıktığı seyahatler onun zaten psikolojik sorunlar yaşayan eşiyle arasını açmış, 13 yaşındaki oğlunun menenjit olması da buna eklenince ailevi açıdan zor günler geçirmiştir. "Sevginin nefretten, anlayışın öfkeden daha yüce, barışın savaştan daha soylu nitelik taşıdığını, bu mutsuz dünya savaşının şimdiye kadar duyumsadığımızdan daha güçlü bir şekilde beyinlerimizin içine kazınması gerekir." düşüncesini savunan savaş karşıtı duruşuyla Avrupa’daki bazı yazar ve entelektüel aydınlardan tepki görmüştür. İsviçre’ ye yerleşmiştir. Hitler Almanyası’nda kendisi gibi zorluklar yaşayan Thomas Mann, Kafka, Polgar ve Zweig gibi yazarları savunmasıyla bilinen Hesse; yazdığı birçok kitap dışında, hayatı boyunca bilgi aktarma, teşvik ve yapıcı eleştiri alanlarında 60 farklı gazete ve dergi için yazdığı yaklaşık 3000 kitap eleştirisi hazırlamıştır. Uzun zamandır kan kanseri olduğunu bilmeyen Hesse 85 yaşındayken beyin sektesinin sebep olduğu bir nedenden uykusundayken ölmüştür. Dante’nin “İlahi Komedya” isimli eserindeki “sen yolundan şaşma bırak ne derlerse desinler!” sözü Hesse’nin hayattaki duruşunu en iyi şekilde açıklar. Anısına ‘Calw Hermann Hesse Ödülü’ ve ‘Karlsruhe Hermann Hesse Edebiyat ödülü.’ verilmektedir. Evinin kapısında Çince’den Almanca’ya tercüme edilmiş şu şiir yazılıdır. "bir insan yaşlanıp, misyonunu tamamlayınca, ölüm düşüncesini huzur içinde,karşılama hakkına sahiptir. Diğer insanlara ihtiyacı yoktur; insanları tanır, onlar hakkında yeterince bilir. Artık ihtiyacı olan huzurdur. Bir insanı ziyaret etmek veya onunla konuşmak, sıradanlıkla onu huzursuz etmek iyi değildir. Evinin kapısından, içinde kimse yaşamıyor gibi uzak durmak gerekir." Çoğu otobiyografik olan Siddhartha, Bozkırkurdu, Çarklar Arasında, Knulp, Boncuk Oyunu, Demian gibi kitaplarında kendisi gibi arayış içinde olan kahramanları ele alır. Demian kitabında da kahramanımız Emil Sinclair, kitabın özünde anlatıldığı gibi “insanoğlu hep arayıştadır ve hep aramaktan bulma fırsatını yakalayamayacaktır” felsefesinden yola çıkarak kendini bulmak adına arkadaşı Demian ile birlikte içsel bir yolculuğa çıkıyor. Ve bu yolculuğun; hayattan koparak değil, tam tersine her yönüyle hayatın içinde olarak yaşanması gerektiği anlatılıyor. Demian; akıcı dili, öğretici ve merak uyandıran hikâyesiyle kolay ilerleyen bir eser. Kitapta, Habil ve Kabil olayında Kabil’e başka açıdan bakmamızı sağlayan konuşmalarla birlikte, yeryüzü ve gökler arasında haber taşıyan, bünyesinde iyiliği ve kötülüğü barındıran, yöneten mitolojik bir tanrı olan Abraxas’tan söz ediliyor. Abraxas bize “içimizde bir şeytan olup olmadığını” sorgulatıyor. Sahi Sabahattin Ali ‘İçimizdeki Şeytan’ da bunu anlatmamış mıydı? Anlatmıştı evet hem de pek güzel anlatmıştı. Bize onca kötülüğü, yanlışı yaptıran içimizde olan şeytan değil, içimizde olmayan vicdandı! Kitapta altını çizdiğim, üzerine konuşulması gereken çok fazla düşünce var. Bunlardan biri; sadece kıyımızdan köşemizden değil, dünyanın dört bir yanından bir araya gelip oluşturduğumuz beraberliklerin çoğu zaman gerçek anlamda sevgi oluşturmadığı düşüncesi. Beraberlik düşüncesi adı altında bir sürü oluşturuyoruz yalnızca. İşte “içinde gerçek sevginin olmadığı bir sürüyü neden oluştururuz?” bunun cevabını bu kitapta bulabilirsiniz.. Hayattaki varoluş amacımızı sorgulamaya yönlendiren değerli bir kitap olduğunu düşündüğüm Demian’ı, İranlı yönetmen Nacer Khemir tarafından çekilen Bab-ı Aziz filmiyle birlikte izleyerek okursanız anlamada bütünlük sağlayacağınızı düşünüyorum. Kitaptan altını çizdiklerim: - Biz bir insandan nefret ettiğimizde, kendi içimizde yuvalanıp bu insanın görüntüsüyle karşımıza çıkan birinden nefret ederiz. Bizim kendi içimizde olmayan şey, bizi kızdırmaz. - İçimizde her şeyi bilen, her şeyi isteyen, her şeyi bizim kendimizden daha iyi yapan birinin bulunduğunu bilmek ne iyi! - Bir kimse bir şeye mutlaka gereksinim duyuyor ve o şeyi ele geçiriyorsa, bunu ona sağlayan rastlantı değildir; kendisi, kendi içindeki istek ve zorunluluk onu çekip ilgili nesneye götürmüştür. - Kendisinde görmeye alışmadığım bir ciddiyetle, "çok konuşuyoruz" dedi. "Bu zekice konuşmaların hiç ama hiçbir değeri yok. İnsanı kendi kendisinden uzaklaştırır, o kadar. Kendi kendinden uzaklaşmak da günahtır. Yapılması gereken, insanın tıpkı bir kaplumbağa gibi kendi içine girip yerleşebilmesidir. Kitabın Künyesi: * Demian Emil Sinclair’ın Gençliğinin Öyküsü * Yazar: Herman Hesse * Türü: Roman * Basım Tarihi: 2015 * Sayfa Sayısı: 199 Sayfa * Yayınevi: Can Yayınları
Cengiz Aytmatov; Kırgız kökenlidir ve yazarlığının yanı sıra onu Avrupa Birliği, Nato, Unesco ve Benelüks ülkelerinin Kırgız delegeliğini üstlenmiş siyasi yaşantısıyla da tanırız. Kırgız Türklerinin içinde bulunduğu coğrafyayı, tarihi kültürel yapısıyla birlikte halkın acılarını, destansı mücadelelerini tüm dünyaya anlatmak, hafızalarda milletine dair bir bilinç oluşturmak ve yaşatmak adına 161 dile çevrilen eserlerinde epey bir uğraş verdiğini görüyoruz. Cemile; bir Kırgız köyünde geçiyor. Başkahraman Cemile’nin öyküsü kocası Sadık’ın kardeşi 13 yaşındaki Seyyit tarafından anlatılıyor. Hikayeye kısaca değinecek olursak; Cemile köyün en alımlı ve güzel kadınıdır savaş zamanı yaşı gelen tüm erkeklerle birlikte Cemile’nin kocasını da askere alırlar, köyde işleri yapacak erkek kalmadığından Cemile’nin çuvalları taşıması istenir, kaynanası ilk başta karşı çıksa da kaynı ile birlikte çalışmasına izin verilir o sırada askerden bir ayağı sakat dönen Daniyar’da onlara yardım etmektedir. İş güç arasında türküler söylenir falan gel zaman git zaman bu türküler Cemile ile Daniyar’ı birbirine yakınlaştırır ve köyü terk ettirecek kadar güçlü bir aşk başlar. Seyyit olanları görür ama bu aşkın karşında hiç bir şey yapmaz çünkü oda Cemile’ye aşıktır. Cemile’nin mutlu olmasını ister. Askerden dönen Sadık ve köy halkı onları arasa da bulamaz ama Seyyit resim yapma yeteneğiyle onların kaçtığı geceyi resmetmiştir bile. Aytmatov’un filmi çekilen eserlerinden birisidir Cemile. Filmi izlemediğimden ve kitabın filme dönüştürülmesini doğru bulmamak gibi bir önyargıya sahip olduğumdan kitaptaki bana geçen duygu izleyiciye nasıl geçti bilemiyorum. “Zaman sensin” diyerek sevdiği kadını kendine kilitlemiş, Nazım döneminde yaşamış Elsa’ya aşkıyla unutulmaz şiirlerin şairi Louis Aragon; Cemile kitabı için “dünyanın en güzel aşk hikayesi” demiş. Benim de bu iddialı söz dikkatimi çekti. Hangi durum hangi tutum bir aşkı dünyanın en güzel aşk hikayesi yapar ki? Sanırım aşk için en yalın haliyle söyleyebileceğimiz kelimelerden biri “ aşk için ölmeli aşk o zaman aşk” cümlesidir. Bu hikâyedeki gibi aşk için, evinden, yurdundan, eşinden dahası her şeyden vazgeçmektir aşk, kendi adına yaptığın en büyük cesarettir bir devrimdir aşk. Yoksa bizim yaşadığımız gibi “pastam dursun ama karnım doysun” durumunda aşk, aşk olmuyor işte. Aşk demek fedakârlık demek. Tüm dünyayı karşına almak demek. Aşk; öyle yüce bir duygu ki tüm çirkinlikleri, etik dışı hareketleri temize çekiyor. Bunu Milena’ya mektuplarda da gördük. Milena evli bir kadın Kafka’yla aşk yaşıyor, burada da Cemile evli bir kadın ve Daniyar’la kaçıyor öte yandan Seyyit’in yengesine aşık olması gibi ensest bir durumda söz konusu. Yaşantımda ya da çevremde bu tarz olayları gördüğümde önce nedeninin ne olduğuna bakıyorum. İçinde çıkar durumu sezinlediğimde olay çirkinleşirken sadece aşk olduğunu bildiğimde kutsallaştırıyorum. Peki aynı olay üzerinde çirkinlik ve kutsallığa neden olan olgu nedir? Sadece masumiyet. İnsana bahşedilen duygulardan biri olan masumiyet; ruhun derinliklerinde bulunur ve korumamız için bize verilmiştir. Aşk; ruhun derinliklerindeki bu masumiyeti ortaya çıkarır. Yaşımız kaç olursa olsun, ne kadar kirlenmiş olursak olalım aşık olduğumuzda en saf, en masum halimize döneriz. Bu yanılışlar, sanmalar, çekilen acılar da o masumiyettendir. Bu hikayede de Cemile’yi evli bir kadın gibi değil genç kız gibi görmemiz, Daniyar’la kaçışını içten içe “aman kimse görmeden yakalanmadan kaçsınlar” diye okumamızı işte bu anlatımdaki masumiyetten yaparız. Diğer kitaplarını okumadım ama Aytmatov’un herkesin bildiği “Selvi Boylum Al Yazmalım” kitabında “Sevgi nedir? Sevgi emektir?" diyerek esas kızın sevdiği adama gitmemesi burada ki işlenen aşka uymuyor. Zannımca güçlü bir aşk; emek, vicdan, iyilik dinlemez sevdiceğinin peşinden götürür gibi geliyor. Doğru mudur değildir nankörlüktür elbet ama işte bu “ama”lar bir bir çok alanda tartışılır. Mesela; aklı başkasında kendisi mutlu olmayan biri, bir başkasını nasıl mutlu edebilir ki? Kitaptan Altını Çizdiklerim: - …… hiç konuşmadık. Konuşmak şart değil ya. Hem duyup düşündüklerini insan her zaman ifade edemez ki. Zaten kelimelerde her şeyi ifade edemez
Hikaye birbirini çok seven iki arkadaşın bir diğer arkadaşlarının kız kardeşine aşık olmalarını konu alıyor. Kafamda oluşan resimde bu durum itici görünüyor ama Barış Bıçakçı bunu anlatırken bu iki arkadaşın ilişkilerini öyle kuvvetli öyle masumane anlatmış ki Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar kitabındaki George ve Lennie’nin ilişkilerine benzettim . O yüzden hikayeyi aşk değil de dostluk hikayesi olarak okudum. Hani hep ilişkilerimize bir isim koyması çabası içinde oluruz ya Ender ile Çetin arasındaki ilişki öylesine güzel ki kitapta geçen şu satır ; - “Seni aramıştım Çetin, çünkü sen ilktin. Biz ilktik”, “Sınır var mı? İlişkiler için gerçekten bir sınır var mı?… İnsan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını değil, kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi sınırlarına değer. Benim bildiğim tek sınır bu”, “…Evli olduğumu söylediğimde aklıma hanginizin geldiğini gerçekten bilmiyordum… Seninle mi evliydim, yoksa Nihal’le mi?” İşte dostluk dediğinde olması gerek bu dedirtti.. Kitapta aşk, dostluk, aynı ve yalnız bir kıza aşık olmanın ulaşamamazlığının vermiş olduğu melankoli var ama en önemlisi büyümekle çocuk kalmak arasında bir sıkışmışlık onun verdiği bir hüzün var. -“Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu”. Bir kitabın filmini izlememeyi eğer kitaptan haberim olmadan filmini izlediysem de kitabını okumamayı prensip edindim kendime. Çünkü okuduğum kitaplarla bir bağ kuruyorum aramda. Ve gerek hikâyeyi gerekse karakterleri hayal dünyamdan bir şeyler katarak zapt ediyorum belleğime. İşte o zaman o kitap benim için özel oluyor ve zaten genellikle de sinemaya aktarıldığında aslını yansıtmıyor. Bu kitabında filmi varmış izlemedim tabi.. Filmi güzel oldu mu bilmem ama kitapta anlatılan hikaye bilindik ama duygu yüklüydü diyebilirim. Kitaptan Altını Çizdiklerim: - Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir? -Benden okumak için kitap önermemi isteyenlerin kalbimi de istediklerini sanıyordum; hâlâ öyle!" -Birlikte geçirdiğimiz o güzel günlere ne olmuştu? Benim aklım hep o günlerdeydi. ne olmuştu o günlere? Yaşanan şeyler ne olur çetin, nerede durur? Hatırlamaya ve belleğe ilişkin eğretilemeler beni kesmiyor. Tozlu tavan arasına girmek, eski bir sandığı açmak, sararmış bir defterin sayfalarını çevirmek filan diyorum, beni kesmiyor. Geçmişimizle bağlantı kurmanın tek yolu hatırlamak mıdır? Başka bir eylem yok mu, olamaz mı?"
2010 yılında “Taş Bina ve Diğerleri” isimli eseriyle Doğan Hızlan, Murat Gülsoy, Jale Parla, Metin Celal, Hilmi Yavuz ve Nursel Duruel‘in jüri üyeliğini yaptığı Sait Faik ödülüne layık görülen benim de bunu öğrenmemle dikkatimi çeken Aslı Erdoğan, bilgisayar mühendisliğinden mezun olup, fizik doktorasını yarıda bırakarak “kendi sesini duymak için” yazmayı seçti. Edebiyat anlamında Türkiye’de önemli bir isim olarak görülmese de uluslar arası basında yeri hayli sağlam. “Tahta Kuşlar” öyküsü 9 dile çevrilmiş olup birincilik ödülü aldı, "Mucizevi Mandarin" Fransa'da önemli yayınevlerinden Actes Sud tarafından basıldı. "Kırmızı Pelerinli Kent" romanı Norveç Gyldendal Yayınları'nın Marg -omurilik- Serisi'ne seçildi. Bunların yayında Lire Dergisince "geleceğin 50 yazarı" arasında gösterildi. Ancak tüm bu başarılara rağmen karşımızda sürekli hüzünlü ve pesimist bir kadın var. Varoluşçuluk, sorgulama yaşananlar ya da haksızlıklar karşısında isyan bunu gerektirir nasıl gülelim evet ama gerek röportajlarında gerek yazılarında hep kadın olmanın zorluklarından bahsediyor. Ve ben ne zaman bir kadın yazar okusam “kadın yazarların; edebi anlamda sığ kaldıkları, tıpkı günlük hayatta olduğu gibi fazla laf kalabalığıyla ilgiyi olması gereken yerden alıp başka yerlere dağıtıp kafa yordukları gibi güçlü bir önyargıya sahibim. Hâlbuki temel algıda kadınlar daha ince düşünür, daha hassas yapıdadır, fazlasıyla irdelerler ve derinlik sahibidirler. Yazmaya başlamasındaki asıl etken; iç hesaplaşmalarından sonra haykıramadıkları çığlıkları dışa vurum olmalıdır. Yani günümüzün kadın yazarları olması gerekenin tam tersi gibi davranıyorlar edebiyatta.” demek zorunda kalıyorum. Aslı Erdoğan’da da durum değişmiyor. Karşımda; kendine bir benlik kazandırmak için sorgulayan bir beyin var ama o yine kadın olmanın zorlukları konusu onu o kadar meşgul ediyor ki edebiyatının önüne geçiyor. İşte bu yüzden erkek yazarları okumak öncelikli tercihim oluyor. Erkek yazarlar toplumsal olayları anlatırken evet toplumsal olayları anlatır, kadın yazarlar (istisnalar hariç) toplumsal olayları anlatırken toplumsal olaylar üzerinden yine kendilerini anlatır. Mesela dünyada asıl amacını aşan, olayı iyice dramatik hale getiren 8 Mart diye bir gün kutlanıyor. 8 Mart bana göre bir direniş, bir hak arayışı değil bir kabulleniş olmuştur. Yıl olmuş 2016 Türkiye’de kadın olmanın zorluklarından yakınılıyor. Orayı geçelim efendim artık Türkiye’de “insan!” olmanın zorlukları söz konusu. Mesela Aslı Erdoğan’ın eski sevgilisi sözde yazar Hasan Öztoprak İmkansız Aşk isimli kitabında Aslı Erdoğan'la yaşadığı ilişkiyi anlatıyor. Yaşanmış bitmiş bir ilişkiyi adı duyulmuş bir kadın üzerinden reklam yapmak amacıyla en mahrem yerlerinden kendi pencerenden anlatmak… şimdi bu kadın olmanın zorlukları mı, insan olmanın zorlukları mı? Bir delinin güncesi; gazete ve çeşitli dergilerde çıkan öykü ve denemelerden oluşan bir kitap. İçindekiler, yakın tarihe ait toplumsal ve sosyolojik olayları anlatıyor. İsmi neden “bir delinin güncesi” bilemiyorum ama sanırım ülkemizde yaşanan olaylar aklın sınırlarını zorladığı için olabilir. Altını çizdiğim kelimeler de üzerinde düşündüğüm taraflar oldu. Örneğin “aşk, sahip olmadığın bir şeyi var olmayan birine vermektir.” Belki Aslı Erdoğan’ın edebi yerini anlatmak için otobiyografik eseri “kabuk adam”ı ya da “kırmızı pelerinli kent”i okumalıyım. Bu kitabındaki okuduklarım onu edebiyatçı yapmaya yetmiyor. Benim için sadece gazetede köşe yazarı yapıyor.