En bilinen ütopyalardan biri. Campanella, özel mülkiyetin olmadığı bir devlet düzeni tasarlar. Gelgelelim özel mülkiyetin neden olmaması gerektiğini öyle garip şekilde açıklar ki özel mülkiyete olan sempatiniz artar neredeyse. Bir de burada da din adamları olmazsa olmazdır ve kadın erkek arasında eşitlikten tam olarak söz etmek mümkün değildir. Ama en büyük eleştirim bireylerin tamamen devlet düzeni için var olmasıdır. Campenalla' ya göre doğru işleyen bir devlet düzeninde bireyler de zaten mutludur ki bunu söylerken bireylerin tüm duygularını yok saymakta daha doğrusu bu duyguları da devlet eliyle kontrol etmekte, daha da doğrusu iyi bir düzen içinde zaten bireylerin başka türlü şeyler hissetmeyeceğini savunmaktadır. Ben buna kesinlikle katılmıyorum. Benim çok sevdiğim, çok tuttuğum bir ütopya değildir lakin yazıldığı dönem ve yazarının yaşadıkları göz önüne alındığında son derece önemli bir eserdir.
Çok farklı bir şey denemiş yazar. Ortada harika bir kitap yok belki ama bu zamana kadar görmediğim orjinal bir fikir var. Zamanında büyük tartışmalara neden olmuş bir kitaptı isminden dolayı. Ben hatırlamasam da sözlüklerde filan gördüğüm kadarıyla sabah programlarında bile tartışılmış, bu da kitap için büyük bir reklam olmuş haliyle. Tartışmaların sebebi; yazarın boşandığı ya da boşanmak üzere olduğu eşinin, kitapta bahsedilen olayların, özel hayatıyla ilgili olduğunu iddia etmesiymiş. İşin magazinsel yönünü bir kenara koyup kitaba dönersek başta da dediğim gibi mükemmel bir kitap yok belki karşınızda ama çok değişik bir kitap fikri var. Tabii insan, keşke böyle orjinal bir fikrin sonucunda ortaya daha güçlü bir eser çıksaydı diyor ister istemez. Peki ne bu orjinal fikir? Söylersem spoiler olur ama sadece şu kadarından bahsedeyim: Kitabın adı; Gülden Kale Düştü Kitapta hem gülden yapılmış bir kale figürü var hem de kitabın ana karakterlerinden birinin ismi Gülden soyadı Kale. Peki Gülden Kale ya da gülden kale düştü mü? yoksa düş müydü?
Bu kitaba inceleme yazacağım da nasıl yazacağım? En iyisi Hasan Ali Toptaş' ı karşıma alıp konuşmak sanırım; Orhan Pamuk' tan sonra bir türk yazar daha Nobel alırsa bu sen olacaksın yüksek ihtimalle abi. Sana bazı sorularım var yalnız: Ya sen nasıl bir adamsın? Derdin ne? Amacın ne? O nasıl bir kurgu, o nasıl bir kitap birader? Bir insan öyle bir kurgu yapıp, öyle karakterler yaratıp; sisteme, düzene alttan üsten kombine yumruklarla ama aynı zamanda hiç de hissettirmeden dalıp tüm bunların üzerine her cümleyi biçip tartıp böyle bir kitabı nasıl yazar? Sen nasıl bir zekasın, nasıl bir manyaksın ey sayın Toptaş? Bak Heba kitabın rafta ama daha cesaret edip de kapağını açamadım. Hayır her şey bir yana; böyle ağır bir kitap yazıyorsun, o kitabı yazarken o deli-dahi kurgunun altına giriyorsun, bir de bunun üzerine her cümlede beni orada oraya nasıl atıyorsun? Bir insan bir tane dahi olsa koca kitapta öylesine bir cümle yazmaz mı yahu? Ben bir şeyler yazarım, bundan sonra da yazacağım ama öyle içimi dökeyim diye yazmam. Ukalayımdır da sonuna kadar; ben klavyenin başına geçtim mi yazmaya başlarım, ilham filan hikaye. Beğenirler beğenmezler umrumda değil ama ben yazdığım şeylerin, iyi yazdığı iddia edilen pek çok kişinin yazdığı şeylere kıyasla çok daha iyi olduğunu biliyorum. İnsanların beğenmesinden önce kendi istediğim tarzda yazmayı, yazabilmeyi önemsiyorum. Bunu tam olarak yaptığım söylenemez. Ben okuyucuyu esir alıp ama aynı zamanda da zerre umursamayıp bir şeyler yazmak istiyorum. Ona tanrıyı oynamayayım, hangi cümlede ne düşüneceğine o karar versin ama içten içe de onunla alay edeyim ne kadar özgür bırakırsam bırakayım yine de benim tutsağım olsun istiyorum; dahası özgür olduğuna da sonuna kadar inansın istiyorum çünkü bir insanı tutsak etmenin en iyi yolunun onun kendisini özgür sanması olduğuna inanıyorum. Yalnız abi, ben bir sayfalık metinde, üstelik tek amacım buyken dahi bu amacı gerçekleştirmekte zorlanırken ve çoğu zaman da başarısız olurken; sen, koca bir kitapta bunu nasıl yapıyorsun? Üstelik bunu yaparken böyle manyak bir kurgunun altına nasıl giriyorsun? Bir an bile beni kendi halime bırakmıyor ama elimi tutmayı da reddedip istediğini düşün, istediğin gibi yorumla demeyi nasıl beceriyorsun? Son bir şey daha; ''KAR NEDEN YAĞAR KAR!!?'' Ekşisözlükte şöyle bir entry var mesela; iç ses gibi ama değil, dış ses gibi ama değil... Peki ama ''KAR NEDEN YAĞAR KAR!!?''
Okurken bir ara 'ya şu kız şu adama bir kez baksın artık ne olur' dediğim muhteşem kitap ama ağır bir eser aynı zamanda. Mesela Cezmi Ersöz' ün Şizofren Aşka Mektup kitabına bayılır pek çok kişi(ben sevmem) ama bu kitabı okusalar sevmezler kanımca, ağır gelir. Oysaki benim gözümde Cezmi Ersöz' ün o kitabına kıyasla kat be kat kuvvetli bir eserdir bu.
Kitapla aynı adı taşıyan filmi de var. Kitap, hiç değiştirilmeden olduğu gibi -elbette bazı yerleri kesilerek- filme uyarlanmış. Matt Dillon harika bir Bukowski performansı sergiliyor. Bukowski' nin kendisi de bu kadar olurdu yani en fazla. Benim asıl ilgimi çeken ise Lili Taylor oldu. Kitabı okurken kafamda tasarladığım Jan' in aynısını gördüm ekranda. filmin değerlendirmesine filan girmeye gerek yok. öyle çok övülecek bir film yok elbette ortada ama Bukowski' yi sevenler mutlaka izlemeli diyebilirim. Kitap Bukowski kitabı işte. Yiyor, içiyor, işlerden kovuluyor. Yiyor derken sadece yemek değil ama hatun da yiyor bol miktarda. Hatta Bukowski' nin en çok hatun götürdüğü kitap bu olabilir. Yine de en sevdiğim Bukowski kitabı diyemem. Bir kere gereksiz uzun, ama tabii Bukowski' nin o özgün üslubu ve Avi Pardo' nun muazzam çevirisiyle bir şekilde okutuyor kendisini kitap. Avi Pardo demişken; bir kitabı orjinal dilinden okuduysanız bile yine de varsa Ahmet Cemal çevirisini de okuyun gibi bir şey okumuştum bir yerlerde. Şimdi ben Avi Pardo için diyorum bunu. Bukowski' yi orjinal dilinden okusanız dahi yine de bir de Avi Pardo' dan okuyun. Okuduğum ilk Bukowski kitabı olsa da en sevdiğim Bukowski kitapları arasında ilk 3' e giremez. Gel gelelim bu kitabın kötü olduğu anlamına gelmiyor. Ne beklediğinizle alakalı bir durum bu. Tek karakter üzerinden ilerleyen, o karakterin içtiği kahveleri, biraları, şarapları, puroları ve yediği hatunları anlatan kitapları hep sevmişimdir. Ama diğer Bukowski kitaplarını okuduktan sonra gördüm ki bu adamın nasıl bir yazar olduğunu anlamak için ve bu adamın kitaplarından keyif almak için bu kitap gerekmediği kadar uzun. Öykülerinden oluşan kitapları ya da Kaptan Yemeğe Çıktı Ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi isimli veda busesi kafi gelir kendisini okumanın keyfine varmak için. Son olarak; güzel içiyor lan adam.
Kırık bir adamın yazdığı kitap. Kitabı değil adamı inceleyeceğiz de inceleyeceğiz derken öyle uzun uzun anlatamam girin wikipediadan, ekşiden filan okuyun. Tabii ben oradan okumadım, benimkisi genel kültür de sizde yoktur, siz girin okuyun. Okuyunca vereceğiniz tepki; adam tam bir pislik çıktı Rıza Baba! Şimdi zor bir çocukluk geçiriyor bu meymenetsiz adam. E kırık bir adam oluyor haliyle. Orgon diye bir enerji bulduğunu iddia ediyor, bunun her derde deva olduğunu söylüyor ve bunu parayla filan satmaya kalkıyor. Haliyle Amerika' dan kovuyorlar bunu, hatta her yerden kovuyorlar. Vay efendim siz minisiz kovan diyerekten siz beni anlamadınız, ben bütün insanlığı kurtaracaktım, ben mesihtim ulan babında bu kitabı yazıyor. İçini döküyor kısaca bu kitapla. Önce yayınlamıyor ama arkadaşları çok iyi kitap oğlum bu, yayınla bunu filan diye ısrar edince fikri değişiyor da yayımlıyor. Bu adam sevişmeli, öpüşmeli, cinsellikli filan bir adam, siz bunu okumayın, boşverin. Dinle küçük adam derken, oradaki küçük adam hepinizsiniz. Sensin, senin sevgilin, baban, bindiğin dolmuşun şoförü filan. Size diyor yani, yoksa bana bir şey dediği yok adamın. Devleti siz var ediyorsunuz, sonrasında sanki varlığınızı ona borçluymuşsunuz gibi davranıyorsunuz diyor özetle. Ama bunu benim gibi kibarca söylemiyor. Malsın lan sen diyor. Az kalıbının adamı ol diyor, küçük, ezik bir şeysin diyor. Bana değil tabii, size. Ya aslında orgon olayına girmeseymiş baya sempati duyulacak bir adammış kendisi. Sevişmeli, öpüşmeli düşünce tarzı tam benlik. Siz okumayın bu kitabı adam size mal diyor sonuçta ki mal en naif tabiri gerisini sen düşün. Çevirisi çok güzel olmuş, sanki kötü olsa anlayacaksınız da ama olsun yine de güzel olmuş diye yazın siz her kitabın altına, getirisi var bu kalıbın, entel bir hava yaratıp hatun düşürmenize yardımcı olur. Aslında psikanalizmin babası sayılabilecek Freud' u bile etkilemiş, onun devrim niteliğindeki görüşlerini dahi bir adım öteye taşımış bir adam Reich. Tam bir tabu savaşçısı, o kesin de işte delilik ile dahilik arasındaki ince çizgide gidip gelen bir adam belli ki. Bu kitap, bu deli-dahi adamın insanlık ile ilgili tüm sitemlerinin bir özeti niteliğinde, lan aynı ben dedirten yerleri var gerçekten.Eminim aynı seni de anlatıyordur :) Neyse bak şimdi adam ne diyor; Sanki ''kişisel özgürlük'' ve ''kişisel büyüklük'' sana hiçbir şey demiyor ve ''ulusal özgürlük'' ve ''devlet çıkarları'', kemik gördüğüne sevinen bir köpek gibi senin ağzının sularını akıtıyor. Yalnız Riech! İnsanı aşağılamak için bir daha hayvanları kullanırsan külahları değişiriz ona göre! Hayvanı kullanmadığı bir alıntı daha ekleyeyim; Duvarları tezekle yoğurulmuş, kireç badanalı evinde yaşayıp duruyorsun. Ama öte yandan, ''kültür sarayı'' na bakıp övünüyorsun. Bir alıntı daha: Senin masken düştü. Senin kaygını biliyoruz: ''ahlak ve kamu düzeni'' Aslında sen otellerde hizmet eden kadınların bacaklarına çimdik atmak için can atıyorsun. Ama dediğim gibi okumayın, sonuçta sevişmeli bir adam ve size mal diyor.
Kitap o dönem yaşananları merak edenler için sadece bir giriş kitabı niteliğinde. Bu kitabı okuyup sağda solda solculuk oynamayın Allah muhafaza bilen birine denk gelirsiniz de sonra kırmızının tonlarından renk beğenirsiniz yüzünüz için. Ben geldim oradan biliyorum. Kitaptaki bilgiler çok yüzeysel. Açıkçası okumadan öne bir Deniz Gezmiş biyografisi bekliyordum ama alakası yok. Yine de kitabı eleştirecek halim yok elbette bilgiler yüzeysel diye. Sonuçta adam da size 68 kuşağının gelmişini, geçmişini bu kitapta bulabilirsiniz demiyor zaten. Demesine demiyor da sen kitabın kapağına kocaman DENİZ yazarsan kitabı alan insanlar da o kitaptan, Superman' in Kripton' dan nasıl geldiğini anlatmasını beklerler haklı olarak. Üstelik Türkiye' de olan bitenden daha çok Fransa' da olan biteni okuyoruz. Aslında bu da mantıklı, sonuçta türkiyedeki olayların fitilini ateşleyen(şu deyimi kullanacağım hiç aklıma gelmezdi, fitil deince hep başka şey geliyor aklıma, çocukluk travması lan :( ) unsurların neler olduğunu anlatmaya çalışıyor yazar ne var ki 3-4 cümle önceki eleştiri yinelenmek durumunda kalıyor burada. Kitabın adında DENİZ niye var o halde? ''Ticari kaygılarla var çünkü'' cevabı kaçınılmaz oluyor işte bu durumda. Bu kitabın kapağında DENİZ yazmasa daha az kişiye ulaşırdı kitap muhtemelen. Bu eleştiri mi derseniz aslında değil, sadece tespit. Doğu Perinçek' in bir teorisi olabilir emin değilim ama Deniz' in aslında sağcılar tarafından abartılan bir adam olduğunu söyler teori. Çünkü Deniz bir kaybedendir aslında. Henüz 20' li yaşlarının başında idam edilmiştir, hayalindeki hiçbir şeyi gerçekleştirememiştir. Bugün ondan ilham alıp devrimcilik oynayan ya da gerçekten devrimci olan 10 öğrenci varsa, devrimcilik oynamaması ya da devrimci olmaması için oğullarını, kızlarını uyaran 100 aile vardır. Özcan Deniz' in Kubrick' e selam çaktığı gibi selam çakıyorum şimdi Yılmaz Erdoğan ve rahmetli Nejat Uygur' a: ''Olaylara garışma, garışma olaylara'' Kitabı okuyunca 20' li yaşlarının başında öldürülen adamlar için üzülüyorsunuz elbette ama kitap onların öldürülmesinin haklı nedenlere dayanıp dayanmadığı konusunda size pek de bir şey vermiyor. Dediğim gibi sanki 68 olayları ve bunların türkiyeye yansımaları konusuna bir giriş niteliğinde kitap.