Melissa Panarello, bu kitaptan sonra da yazmaya devam etseydi, daha doğrusu doğru düzgün bir şeyler yazabilseydi o zaman bu kitap benim için hayli anlamlı ve değerli olurdu. Ne var ki kendisi sonraki işleriyle(!) bırakın yazar olmayı, yazan bile olduğundan şüphe duymama neden oldu. Yine de Grinin Elli Tonu' na Kıyasla daha elle tutulur bir şey var ortada.
En sevdiğim kitaplardan biri. Benim gözümde Martı' dan çok daha ilham verici, en az Küçük Prens kadar da dolu ve üzerine konuşmaya değer bir kitaptır. Pek çoğu kişi kitabın sabır yönüne vurgu yapsa da benim umurumda olan kısım kitabın sonudur. Gerisi spoiler: Kitabın sonunda yaşlı kahramanımız büyük balığı kıyıya getiremez ama yine de mutludur. Çünkü yaptığı eylemleri başkası için yapmaz, kendisi için yapar. Özetle başkası için yaşamaz yaşlı adam ve bu kitap bize bunu anlatır sabırdan ziyade; kendimiz için yaşamamız gerektiğini anlatır. Dahası bunu ders verir gibi yapmaz, o sadece yaşlı bir adamın hayata bakışını özetler size, gerisi sizin özgür iradenize, karakterinize kalmıştır.
Hangimiz okumadık ki? O dönem sevmiştik, 15-18 yaş arası için ideal bir kitaptı belki bundan 10 sene önce, ama şu an yaş sınırı biraz daha düştü gibi. İnternet sayesinde gençler çok daha çabuk tüketiyorlar bir şeyleri -ki genelin aksine bu bir eleştiri değil, ben memnunum bu durumdan- bu kitap çerezlik bile sayılmaz artık bir lise öğrencisi için. 8. sınıf öğrencilerinin seviyesinde bir kitap bana göre. Aklıma gelmişken şimdi Can Dündar yazsaydı bunu: ''Hormonlu gıdalarla büyütürken bedenlerimizi ruhlarımızı küçültmüşüz farkına varmadan'' benzeri ağlak bir cümle kurardı. :) Aklıma gelmişken yazayım dedim :)
Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine okumuştum bu kitabı. Başka bir yorumumda belirttiğim üzere kitap konusunda fazlasıyla ukala biriyimdir ve bir iki kişi hariç tavsiyeleri önemsemem, güler geçerim. Bu kitabı tavsiye eden arkadaşım ise edebiyat mezunu ve dahası yüksek lisansını da yapmış biri. Dolayısıyla öyle ukalalık yapıp ben okumam diyebileceğim biri değildi. Her şeyden önce bu bir ilk roman ve yazar bu ilk romanıyla Orhan Kemal Roman Armağanı' nı kazandı. İşlenen hikaye fazlasıyla ilgi çekici ve dahası işleniş tarzı çok hoşuma gitti. Son bölümlere kadar iyi bir kitap okuduğunuzu düşünüyorsunuz, son bölümde ise çok ama çok iyi bir kitap okuduğunuzu fark ediyorsunuz. Yazardan bahsedeyim biraz; Tıpkı Hasan Ali Toptaş gibi o da Denizli doğumlu. Havasından mıdır suyundan mıdır bilmiyorum ama iki yazar da hep zor kurguların altına giriyorlar ve kanımca başarıyla da çıkıyorlar. Ahmet Karcılılar tam olarak neden olduğunu tanımlayamasam da okuyucuyu kitabın içine hapsedebilen bir yazar. Elinizden bırakamıyorsunuz kitabı. Üslubu sade, akıcı ama biraz fazla detaycı. Zaman zaman bu detaycılık canınızı sıksa da kurgudaki sağlamlık ve yazarın dili sayesinde yine de kitabı okumaktan vazgeçemiyorsunuz.
Albert Camus' un okuduğum ilk ve tek kitabıdır. Bir kez orta sonda bir kez de lise sonda okudum bu eseri. Kitapta Meursault diye bir karakter var ki kendisine duyduğum hayranlığı bir Catalina Otalvaro' ya duyuyorumdur, o da belki yani. Bizim ara sıra yaptığımız gibi cool görünmek amacıyla umursamaz bir tavır takınmıyor Meursault; düşünmediği hissetmediği için de bu kadar vurdumduymaz olmuyor. Aksine fazlasıyla düşünüyor karakterimiz ve her şeyin boş olduğu, ölümün olduğu yerde her şeyin anlamsız olduğu fikrine düşünerek varıyor ve baştan kabulleniyor her şeyi. Sırf şu kitapla ilgili görüşlerim genel görüşlere uymuyor diye bile ayrıca hayran olabilirim Camus' a ve Meursault' a. Camus o kadar muhteşem bir kitap yazmış ki kitabın ana karakteri Meursault' un kitap boyunca toplum tarafından maruz kaldığı dışlanmanın aynısı, kitap bittikten sonra da reel hayatta okuyucuların yorumlarıyla devam etmekte. Sırf bunun için bile duvara Meursault yazar, önüne geçer 1 dakika saygı duruşunda bulunurum lan. Bulantı, Yabancı' nın yanında nasıl görkemli duruyorsa; Yabancı' nın kahramanı Meursault da Bulantı' nın kahramanı Roquentin' in yanında öyle görkemli durmaktadır. Roquentin' in giderken Meursault dönüyormuş denebilir sanırım. Şimdi Roquentin etrafına bir bakıyordu 'ne lan bu saçmalık, niye varız ki lan biz, var olmamız için tek bir nedenimiz bile yok, her şey aynı, amaçsız yere varız'' diye bir şeyler geveliyordu ya hani işte Meursault o evreyi çoktan geçmiş. Varız ama olmasak da hiçbir şey değişmez zaten diyerek anasının ölümüne bile duyarsız kalabiliyor. Şimdi buradan iki farklı şey çıkarabiliriz; 1- Bunlar varlar ama olmasalar da bir şey olmaz çünkü zaten varlıklarının farkında olmadıklarından, neden var olduklarını merak etmediklerinden aslında yoklar diyerek etrafa bir yabancılaşma söz konusu olabilir. 2- Ben dahil kimsenin var olması için bir neden yok dolayısıyla yok olmamız bir şeyi değiştirmez diyerek kendine karşı bir yabancılaşma olabilir. (-ki Camus mantığını düşündüğümde bu daha uygun) Tabii sen yine de bunu çok ciddiye alma zira Sartre varoluşçuluk konusunda benim fikrime göre Camus' u ezer geçer. Dolayısıyla benim Roqu' yu sevmememden dolayı kıyaslamada Meursault öndedir muhtemelen. Allah muhafaza bir kapışsalar, varlık üzerine bir konuşsalar Roqu Abbas, Meursault Şakir durumuna geçer. Roqu 'Kabahat sen de değil seni sevende. Nabeerrrrrrrr!!' diye bitirebilir tartışmayı son olarak. Her neyse bunlar iyi güzel de Camus' ya sorarlar be adam hepsi tamam da hayatın anlamsızlığını bu kadar içselleştirmiş ve bunun sonucu olarak 'bulantı' evresini de geçip hayata tamamen 'yabancı'laşmış bir adam nasıl oluyor da lavuğun birine ateş edebiliyor? Çünkü cinayetin, ''bu lavuk olsa da olur olmasa da olur'' diyerek işlenmesi için Meursault' un bir şeyleri hala sorgulayan bir adam olması lazım ki bu sorguyu da yapsın kafasında. Ayrıca Camus mantığına göre evet hayat anlamsızdır ama yine de uğruna yaşamaya değer. Bu şartlar altında karakterine nasıl cinayet işletir, hadi işletti diyelim nasıl pişmanlık duymasını sağlamaz Camus? Özetle hepsi tamam, Meursault' un umursamazca ölüme gitmesi de tamam ama bir başkasının hayatına bu derece rahat son verebilmesi benim kafamı karıştıran yer işte. Ayrıca işlenen en güzel cinayetlerden biridir bu cinayet okuduklarım arasında. Yüreğine bileğine sağlık Meursault. Dip not: Ben her ne kadar Sartre ve Bulantı ile kıyaslama yapmış olsam da Camus bunu şiddetle reddeden ve Sartre ile aynı şeyi savunmadıklarını söyleyen bir adam. Yine de benziyor işte iki kitap Camus ya da benim kafam bu kadarına basıyor artık bilmiyorum.
Merhabalar sevgili okurlar ve kendini okur gibi hissedenler; 3 alıntıyla başlıyoruz: 1-) Geçen gün, kırlarda dolaşırken ayağım bir konserve kutusuna çarpmıştı. Durup bakmıştım. Bu kutu Amerika' dan gelmiş bir kutu idi ve üzerinde İngilizce bir şeyin adı yazılı idi. Bu kutuyu buraya hangi yolcular bıraktı? Kim bilir ne zamandan beri kaldı, bilmiyorum. Fakat tuhaf bir ilgiyle eğildim, elime aldım, baktım adeta eski bir aşinayı görür gibi oldum. Ben, bu topraklarda, işte bu teneke kutunun eşiyim. 2-)Bir gün de, yolun kenarında eski bir heybe gibi bırakılmış bir ihtiyar kadın buldum. Kupkuru, kapkara bir kocakarı... (Hepsini yazmıyorum çok yorucu, ninenin tasviri işte) -Nine, nine hasta mısın? -Hasta mı? Ne hastası? Bana yiyecek vermediler. Bana içecek vermediler. Beni yedi gün, yedi gece yürüttüler. O kızım olacak karıya, ''beni biraz sırtına al'' dedim. Kabahatim işte o. Beni şuracığa atıp gidiverdiler. ''Sen şuracıkta biraz bekle. Biz seni gelir alırız,'' dediler. Yalan, yalan, yalan... Ben yalan olduğunu bilirdim ama ne ideceksin, bey! (Tasvir paragrafı) -Gel, seni bizim köye götüreyim -Olmaz, olmaz. Belki döner gelirler. Kim bilir, belki döner gelirler de, beni bıraktıkları yerde bulamazlar 3-)(Düşman uçakları seyrettikleri sırada bir köylü diyor ki)Sen öyle diyon emme, bunların bize faydası oldu. Görmüyon mu, hiçbir yanda kargalardan iz kalmadı. Harman yerinde, tahılı hep yirlerdi. Kitap, sol kolunu savaşta kaybetmiş eski bir subayın terhis olduktan sonra askerlerinden birinin Anadolu' daki köyüne gitmesiyle başlıyor. Kitap, sözde bu subayın yazdığı bir defterden oluşuyor ama sakın buna kanmayın, Yakup Kadri yazmış kitabı, internetten araştırdım kesin bilgi, yayabilirsiniz. Şimdi ilk alıntı zaten kahramanımızın köyde ne durumda olduğunu mükemmel şekilde özetliyor. Üçüncü alıntı, köylünün ne durumda olduğunu, memleket meselelerinden nasıl bihaber olduğunu mükemmel şekilde özetliyor. Zaten kitap da baştan sona bu iki alıntıda özetlenen durumun anlatılmasından ibaret. Tabii bunu muhteşem şekilde yapıyor gerçekten. 2. alıntıya gelince; onu, savaşın acımasızlığını çok güzel özetleyen bir pasaj olduğunu düşündüğüm için buraya koydum. Gerçekten harika bir kitap yanlışım yoksa da Yakup Kadri' nin en önemli eseri zaten. Kitabın daha ilk birkaç sayfasından itibaren aklıma takılan bir şey var; neden bir subayın gözünden direkt anlatılmıyor olay da onun defterinin okuyucuya sunulmasından ibaret kitap? Kendimce nedenlerimi sıralıyorum şimdi; 1- Yakup Kadri şekil yapmış. 2- Sözde defterde yazanların okuyucuya sunulmaya başlamasından önceki son cümle için bunu yapmış olabilir; ''Dee, sizin gibi yabanın biriydi.'' Yani hala olan biten hiçbir şeyin farkına varamadı diyor köylüye. Eğer bunu yaptıysa muazzam bir hareket yapmış olur yalnız. O kadar laf edip hatayı üzerine alıp(alıntılar bölümünde de göreceğiniz üzere köylünün bu cahilliğinden Türk aydınını sorumlu tutuyor yazar) sonra böyle incede vurulu mu lan? 3-Bir karakterle aslında Türk aydınını anlatıyor yazar ki bu benim keşfim değil her yerde bu yazıyor zaten ama kitaba bir gerçekçilik, tutarlılık katıyor bu hareket. Neden? Kendimce cevaplayayım sorumu; eğer sözde defterde yazanı okuyucuya sunmak yerine, kahramanın gözünden anlatsaydı olan biteni ''kalktım, elimi yüzümü yıkadım'' modunda bir iki şey zırvalaması lazım gelirdi ki yazarın derdi burada karakteri anlatmak değil, Türk aydını ile Anadolu arasındaki uçurumu anlatmak olduğundan ve bunu bir roman kurgusuna yedirmesi gerektiğinden kendisini, asıl anlatmak istediği şeyleri anlatmaktan uzaklaştıracak her türlü zırvanın önüne geçiyor bence bu hareketiyle. Bir de bu kolsuz subayın aşık olduğu bir hatun var kitapta. Yok lan hatun çok ağır oldu, kız var diyelim. İşte ikisi arasındaki ilişkinin durumu, benim aşk teorimin -ki bana göre çoktan kanun o neyse- geçerliliğini ispatlayan bir örnektir. Ne der M. Samsa' nın aşk teorisi: Aşk, karşılıklı bir faydacılık durumudur. Kızın kaşı gözü, gönlü, kalçası, beyni, sesi, düşüncesi vs. için istersin onu. Kız da senin kaşın, gözün, paran, araban, cümlelerin vs vs. için ister seni. Şimdi Ulu Odin' in bile varlığından bihaber olan köyde adam eldeki imkanlar dahilinde en güzel kıza vuruluyor. Sonuçta büyük şehir görmüş bir adam, vizyon sahibi, sevişmişliği var boru değil yani. Kız ise adamı istemiyor zira adam kolsuz en başta. Hem köyde takdir gören popüler bir adam değil, aksine dışlanan bir yaban. Fakat düşman askerleri bu köyü talan edince kız kendisini o ortamdan kurtarabilecek tek kişiye, bizim kolsuz subaya yakınlaşıyor bir anda. Ve ruh eşlerini buluyorlar. Oysaki şehirde olsalar bulamayacaklar. Girmişken bitireceğim konudan saptım devamını okumayın bence; Önceden kimle sevgili olurduk abi, internetten önce? Arkadaşın sevgilisinin arkadaşlarıyla. Neden? E portföy o kadardı. Şimdi internet filan derken dünyanın her yerinden ilik gibi hatunlarla konuşabiliyoruz. Kes interneti; komşu kızı, otobüsteki esmer, okuldaki sarışın ya da o lokasyondan biri hayatının aşkı olur. Ver interneti; gelsin facebook, gitsin twitter, ahan da check in yaptım, Rus sitelerinde daldım derken ruh eşin Ukrayna' dan çıktı. Aşk işte. Kitaptaki muazzam noktalama işareti kullanımını övmek gerek aslında ama İletişim Yayınları söz konusu olunca bu övgü çok basit kalır onlar için.
İlişkilere bakış açınızı değiştirebilecek, en azından kalıplaşmış düşüncelerinizi sorgulamanıza neden olacak kadar enteresan bir aşkı konu alan , bunun dışında Kundera' nın insan ilişkilerini çözümleyişiyle hayranlık uyandıran bir kitap. Ufak bir de anımı aktarayım izninizle ki izin vermeyenler devamını okumasın :) Yazar olduğum bir sözlükte, hanım yazarlarımızdan biri en naif tabirle vasat bir kitap çıkartmış. Reklam amacıyla sözlük yazarlarına bildirim olarak haber verilmişti bu durum. Bir bakayım kitaba dedim, arka kapaktaki tanıtım yazısını okuyunca verdiğim tepki ''off yine mi bunlardan'' oldu. Süslü püslü, derin anlam içerdiği sanılan ama benzerleri defalarca yazılan bomboş cümleler. Bir ergenin ders sırasında defterine karaladığı ve karalarken dünyanın en güzel metnini yazdığını sandığı metinlerden hallice... Neyse işte ben bu yorumların benzerinin aynısını nick altı olarak yazdım ablaya. Çok saygılı, çok naif bir yazar olarak teşekkür mesajı attı, tabii eksisini de verdi. :) Ben de kimmiş, neyin nesiymiş diyerek entrylerini okumaya başladım. ''Aldatmak'' başlığının altına tanım olarak ''basitliktir'' yazdığını görünce de tüm iletişimimi sonsuza dek kopardım. Sen kendince aşktan, ilişkilerden, karşı cinsten bahsettiğin bir kitap yaz; ama bilinen her coğrafyada, bilinen her zamanda, her dinde, her ülkede, her cinste, her yaşta, her ilişki türünde var olan bir olayı, üstelik de ahlaki olarak bakıldığında yanlış olduğu neredeyse genelgeçer kabul edilebilecek olduğu halde yine de her zaman varlığını koruyan bir olayı basitlik olarak tanımla; asıl basitliktir bu tanımı yapmaktır. İşte bu kitap, aldatmayı basitlik olarak tanımlamamak için okunması gereken bir kitaptır.