Havuz Başı diye bir öykü kitabı var Sait Faik' in. İşte o kitapla beraber aynı kitapta yer alıyordu bu kitap. Tekerleme gibi oldu farkındayım da yani iki kitabın birleşmesinden oluşan kitabı okudum. Havuz Başı için 4 hikaye hariç çok sıradan, vasat bir kitap demişim, bu kitap için de benzer şeyleri söylerim ne var ki bu kitabın hikayeleri ve dili biraz daha sardı beni. İki kitap arasında sadece 1 sene var gerçi, Son Kuşlar 1952, Havuz Başı ise 1951' de yayınlanmış. Bu yayım tarihlerine 1 dakika kadar önce wikiden baktım. İsteseydim buradaki bazı kullanıcıların yaptığı gibi 5 dakika önce wikiden okuduğum bir şeyi gelip yazar sonra bir de utanmadan bir yerlerde okumuştum zamanında ya oradan aklımda kalmış derdim. Tabii bunu yapacak olsam en azından wikideki cümleleri aynen olduğu gibi almazdım ki bari yediğim halt hemen anlaşılmasın. Böylelerini Bermuda Şeytan Üçgenine atmak lazım. Sözlükten çalınan entrymi gördüm de wikiden yazdığımı çalacak insanlar olabileceğini düşünmemiştim. Her neyse ne diyordum; kitap. Çok sevdiğim bir abimin söylediğine göre bu yazarın ilk öyküleri güzelmiş. Sarnıç, Semaver filan. Yine de bu iki vasat kitaptan sonra bir Sait Faik daha okuyacağımı hiç sanmıyorum, ama Havuz Başı için dediğim gibi kitapları dönemin şartlarına göre değerlendirmek gerekir. Kanımca bu kitaplar bugün yazılsa basmaya bile değmez bana göre, ama o dönem yokmuş işte böyle hikayeler. Yine o çok sevgili abiciğimin tanımına göre ''o zamana kadar yazılan hikayeler hep padişahım çok yaşa türünde. Bu adam ise ateş yakamayan bir adamın hikayesini yazmış mesela'' Bu bağlamda düşünüldüğünde elbette çığır açan bir yazar denebilir Sait Faik' e. Yeni bir öykü akımı başlatmış. Abi söyleyene kadar fark edemediğim ama ondan duyduktan sonra rahatlıkla fark ettiğim bir de detay var; Sait Faik' in eşcinsel eğilimleri olduğu hatta bazı kaynaklara göre de direkt gay olduğu bilinirmiş. Metinlerinin altında da bu eğilimi fark edilebilirmiş. Bu açıklamadan sonra kitabın devamını okurken adaleli erkek kollarından filan bahsettiği bölümleri başka gözle okudum haliyle. Oğlum kızlar çok güzel lan, niye gay oluyorsunuz ki ya :(
Michael Connelly' nin Harry Bosch serisindeki manevi yönü en ön planda olan kitabı belki de. Gerçi hepsini okumadım tabii ama yanlış anımsamıyorsam 3 ya da 4 Harry Bosch kitabı okudum hepsinde Harry başkalarının sorunlarını çözmeye uğraşırken kendisini de sorunun bir parçası haline getirirdi. Bu kitapta ise Harry kendisi için bir şeyler yapıyor, gerçeği arıyor. Serinin başka bir kitabını yorumlarken yazmıştım, Harry benim çok sevdiğim bir karakter, bir derinliği var. Jazz sevmesi, kaliteli biralar içmesi, saksafon sesini dünyanın en güzel sesi olarak nitelendirmesi, sisteme karşı tavrı... Tam bir tutunamayan Harry. Yine de hiç şikayetçi değil bundan; aksine kendi isteğiyle oluşan bir durum bu. Dolayısıyla benim gözümde sisteme uyup 'kazanan' diye nitelendirilen biri olmak yerine topluam göre 'kaybeden' olmayı tercih eden ama benim gözümde -muhtemelen kendisi için de öyledir- gerçek bir kazanan kendisi. Harry Bosch serisinin daha iyi kitapları var, dahası dünyada Michael Connelly' e kıyasla bu tarz kitapları yazmakta daha usta yazarlar da var; ne var ki ben hiçbirinin karakterini Harry Bosch kadar sevmedim. Ben bu serinin kitapları okurken bir polisiyeden ziyade Harry Bosch' un biyografisini okuyormuşum gibi düşünüyorum ve bundan çok keyif alıyorum.
En baştan söyleyeyim; bir kere iyi bir savunma olsa zaten öldürmezlerdi, demek ki kötü savunma. Şimdi Sokrates bir kafir. Toplumun çoğunluğunun inandığı değerlere inanmıyor dahası bunları yüksek sesle sık sık dile getiriyor. Aslında yaptığı da hakaret filan değil hani; demokrasinin olmazsa olmazı olan eleştiri ve sorgulama. O sırada bir de geçiş dönemi yaşıyor Atina, yönetim değişiyor, demokrasiye geçiliyor filan. Düşün şimdi; böyle bir süreçte bir adam her haltı sorguluyor, tehlikenin farkında mısın? İnsanları bilinçlendiriyor lan! E bir de bunu tam geçiş süreci içerisinde yapıyor. Yani yerleşik düzende yapmış olsa sistem bir şekilde onu afaroz eder de daha hiçbir şey tam oturmamışken kurulmakta olan sistemi kökten değiştirebilecek haltlar karıştırıyor kafir. Atina' da ileri demokrasi olmasa da yine de demokrasi var o sırada. Düğün dernek kuruluyor gel diyorlar baba sen suçlusun. Socrates geliyor haliyle, başlıyor savunmaya. Savunma dediğimde klasik soru cevap işte, basit sorular, basit cevaplar. Sıkıcı diyaloglardı cidden. Diyorlar ki insanlara kötülük yapıyorsun, bizimki de diyor ki e bundan sana ne? gelsin kötülük yaptıklarım şikayetçi olsun. Ama tabii fayda etmiyor. Niye? Çünkü devletin toplumu korumak gibi bir görevi var! Vatanını milletini çok seven bu yönetici tayfası devleti oluşturan bireylerin aptal oldukları için kendilerine zarar verenleri fark edemeyeceklerine, dolayısıyla onlar adına bu işi kendilerinin yapmaları gerektiğine inanıyorlar; ama asıl mesele bu değil aslında. Bu zurnalar gerçek bir bilgenin varlığını kabul edemiyorlar özünde ve dahası asıl amaç da Socrates' i öldürmek değil. Onun yalvarmasınıi af dilemesini sağlamak. Zaten mahkemenin bir yerinde hakim bozuntusu diyor neden ailen gelip yalvarmıyor diye. Adalat anlayışına bak! Lan lavuk, ailesinin tavrına göre mi cezada indirime gideceksin yoksa işlenen ya da işlenmeyen suça göre mi? Kravat takıp gelse iyi hal indirimi verecek demek ki? Ulan ben onu bir tek geri kalmış dünya ülkelerinde olur sanıyordum. Hani kıza tecavüz edersin de mahkemede sessiz durursun diye iyi hal indirimi alırsın ya da 14 yaşındaki kızın rızası vardır diye cezada indirim veririsn filan. Bunlar taş devrinde belki olmuştur, bir daha da olmaz zaten diyorum ki Sokrates' e de aynı muamele yapılmış. Zaten bence tecavüzde kaızın göğüslerine de bakılmalı. ben göğüsleri güzel kıza tecavüz ederim çünkü, hakkımdır. Dekoltesi de varsa üzerine kıza ceza isterim, ben böyleyim. Ne diyorduk ha Sokrat! Şimdi bakıyorlar ki bu adamın af dileyeceği filan yok dahası mahkemede tek tek üstelik de herkesin anlayabileceği kadar basit cümlelerle yedi cihana suçsuz olduğunu kabul ettiriyor bu adam. Şimdi günümüz yasalarına göre düşünme, ''kanunlara doğru oldukları için uyulmaz kanun oldukları için uyulur'' diye güzel bir söz vardır hukukta. Atina kanunlarına göre Sokrates' in eylemleri, ölüm cezasını gerektiren şeylerse Sokrat öldürülür, çok net. Ama adam 30 oy farkıyla ölüme gönderiliyor. Gönderilirken de lan sadece %20 oranda lehine karar alabilmiş adamın bile cezasını para cezasına çevirdiniz minvalinde bir şeyler diyor . Sokrates' i ise %40 lehine oya rağmen ölüme gönderiyor lavuklar. Sadece bu bile zaten adil bir yargılama olmadığının kanıtıdır. İşin ilginç yanı, bu adamların dertlerinden biri de Sokraters' in geleneklere, teamüllere karşı çıkması. Ulan siz adamı öldürmek için kendi teamüllerinizi kendiniz yıktınız be! Tanrılara karşı geliyor denen Sokrates ise tek tanrı inancına inanıyordu. Benim anladığım kadarıyla Cumalara gitse en önde saf tutacak kadar da inançlı bir adam kendisi. Tabii işin enteresanı şu; cemaat yayınevlerinden okursanız Sokrates' i n ALLAH ALLAH nidaları attığını görebilirsiniz. Utanmasalar infazdan önce iki rekat namaz kıldı yazacak adamlar. Neyse bir incelememizin daha sonuna gelirken Sokrates' in kısa boylu, şişman bir adam olduğunu ve karıyla kızla işi olamayacağından mecburen kendini felsefeye vurduğunu da belirtmek isterim.
Benim okuduğum 13. baskısıydı ki eminim bundan sonra da basılmıştır. Öncelikle şunu belirteyim, Türkiye gibi bir ülkede Cezmi Ersöz gibi popüler kültüre hizmet etmeyi amaçlamadığına inandığım bir adamın 13. baskıya ulaşması mutluluk verici ve bir teşekkürü hak ediyor Cezmi Ersöz. Şimdi eleştiriye geçebilirim sanırım; Kitap konusunda oldukça ukala biriyimdir, bir iki özel insan hariç kimsenin kitap önerilerini ciddiye almam. Yine ciddiye almayacağım bir arkadaşım tarafından önerildi bu kitap ama şans eseri önerildikten bir gün sonra sürekli kitap aldığım kitapçıda gördüm ve aldım 2. el ama orjinal kitabı. Cezmi Ersöz' ün o melankolik, o karamsar üslubunu sevmeyen biri olmama rağmen başlarda sevdim kitabı. Bir iki cümlenin altını bile çizdim hatta ama sonra kitap kendini tekrar etmeye başladı. O sevmediğimi belirttiğim Cezmi Ersöz tarzı sıktı beni. gereksiz yere uzun gibi geldi kitap. Sanki 150 değil de 50 sayfa olsa çok daha fazla beğenebilirdim bu kitabı. Aşkı fazlaca yücelten bir kitap ki bir de bunu karamsar bir üslupla yapması iyice canımı sıktı benim. Dolayısıyla fazlaca overrated bir kitap benim görüşüme göre. Hitap ettiği kitle tartışmasız orta yaş kadınlar ve 17-20 yaş arası gençler. Tüm bunları kitabı küçümsemek için yazmıyorum. Elbetteki keşke herkes Dostoyevski (ama iyi çevirilerden) okusa ama Türkiye gibi kitap okuma oranının çok düşük olduğu, metroda cafede kitap okuyanlara entel gözükmek, hava atmak amaçlı bu eylemi yapıyor yorumlarıyla yaklaşıldığı bir ülkede bu kadar gence kitabını okutmayı başarmak ve üstelik bunu yaparken kendi tarzının dışına çıkmamak yani bir anlamda ticari kaygıdan arınmak bence takdire şayan bir iş.
Okuduğum en kötü kitaplardan biri. Bir daha asla Coelho okumam. Baştan sona Yahudi mistizmi. Tüm zamanların en büyük afyonu olan dinin modern zamanımızdaki bir yansımasıdır Coelho ve kitapları. Kaderini sev, şükret vs. vs. vs. gibi mutluluk vaatleri. Ve modern insanın en büyük hastalığı olan tatminsizlik ve mutsuzluk için biçilmiş kaftan Coelho. Bunu seven benim sevdiğim kitapları mümkünse sevmesin, tam tersi için de aynı temennim geçerli. Bunun bir alt seviyesi kişisel gelişim zırvaları işte. İnsanlığın daha materyalist şeylere ihtiyacı var. Her şey bir yana cidden o kadar mutsuz ki insanlar onlara mutluluk vaat eden her şey çok satıyor. İnsanlar, ne kadar mutlu olduklarını göstermek için sosyal paylaşım sitelerinde birbirleriyle yarışıyorlar. Çok zavallıca.
İyi kitap, sürükleyici ve zaten incecik olduğundan 1-2 saatte okunur; ama beklentim çok daha fazlaydı. Bir Dönüşüm, bir Yabancı, bir Kırmızı Pazartesi gibi ince olmasına rağmen içerik olarak çok yoğun bir kitap bekliyordum, pek öyle çıkmadı.
Cem Mumcu çok enteresan bir adam. Kendisine büyük bir hayranlığım yok ama kendisine büyük bir hayranlık duyulması için pek çok şeye sahip aslında. Yazar, çizer, fotoğrafçı, şair, pskolog vs. vs. ve OkuyanUs Yayınlarının da kurucusu. Üstelik onunla iletişim kuran insanların söylediklerine göre samimi, sempatik, yardımsever... ama bir şey eksik işte, tanımlayamasam da eksik benim için bir şey. Cem Mumcu' nun umurunda mı, elbette ki değildir ama benim için etiketlerinin adamı olamıyor bir türlü. Kitaba gelirsek Cem Mumcu' nın 1001 İnsan Masalı adını verdiği bir serisi/projesi var. Kimisi öykülerden, kimisi anılardan, kimisi ise romanlardan olacak ve insan hikayelerini anlatacak 1001 tane eser verecek Cem Mumcu bu seri/proje kapsamında. Bu kitapta da 40 küsür kısa hikaye olması lazım. İçlerinden bazılarına hayran kaldım. Kambur isimli bir hikaye var ki anlatmaya kelimeler yetmez. Yine bu kitapta mıydı yoksa bir barın masasında unuttuğum ve bulana haram ettiğim Muallakta, Araf’ta ve Düşlerde kitabında mıydı diye emin olamadığım ve başlığını da hatırlamadığım ama çok beğendiğim bir hikayesi daha vardı. Sevgilisinin evine giden bir gencin, sevgilisiyle yiyişirken -hatta seks de yapıyorlardı sanırım- o sırada diğer odada olan, sevgilisinin ev arkadaşını hayal etmesini anlatan bir hikayeydi. Aldatmak ya da sadakat olabilir hikayenin ismi. Sadece bu iki hikaye değil tabii ki, adamın o kadar çok etiketi olunca yazabileceği hikaye çeşitliliği ve değinebileceği konu sayısı da hayli fazla oluyor haliyle. Daha çok genci yiyiştirmesi dileğiyle...