gül ekmen, 165 adet değerlendirme yapmış.  (7/24)
Leylim Leylim (Ahmed Arif'ten Leylâ Erbil'e Mektuplar)
Leylim Leylim (Ahmed Arif'ten Leylâ Erbil'e Mektuplar)

6

Ahmed Arif’i Leylim Leylim Leyla Erbil’e mektuplar kitabıyla anmış olacağım ama kitaba geçmeden önce Ahmed Arif’in bendeki yerini anlatmam gerek. İçinde yaşadığım coğrafi bölge ve yetişme koşullarım her daim batıyı örnek almamda önemli rol oynamıştır. Sanatın, edebiyatın, müziğin, şiirin modernleşme çabasında batıda asil ve güzel durduğunu, doğunun ise buna ket vurduğunu düşündüğümden olsa gerek; gerek türkülerimize gerekse köy enstitüsü ya da Anadolu yazarlarına ve şairlerine uzak ve ön yargılı durmuşumdur. Sadece ülkemizde değil dünya edebiyatına bakış açımda böyleydi. Okumada hep batıdan gittim çok değil bir iki seneye kadar yettiğini düşündüm. Düşünemediğim şey kök ilişkisiydi. Bugün hala anlamamakta ve kabullenmemekte direttiğimiz doğu ve batı birleşmedikçe bütün olmayacağımız, eksik kalacağımız aslında toprak olgusunu bizi ileriye götürecek hafızanın temelinin Anadolu olduğunu okumalarımla beraber açılan algımdan öğrendim. Evet eksiktim. Yapmaya çalıştığım şey ön yargılarım yüzünden amacını aşıyordu. Nitelikli okumak bunun için önemli, bir yerden sonra amacın ne olduğunu anladım. Doğu yanım hala eksik olmasına rağmen o dönem bir dostum sayesinde eksik olan yanımı türkülerle ve şiirlerle tamamlamaya çalıştım. Ahmed Arif’i o zaman tanıdım. Şiirlerini kendi sesinden güzel okumayı başaran usta şairlerden biri… Ahmed Arif’in Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Orhan Veli ve Cahit Külebi başta olmak üzere birçok şaire hayran olduğu, onlardan beslendiği bilinir. Kendisi, şiirlerinin lisedeyken bir dergide Neyzen Tevfik’le aynı yerde ve değerde yayımlandığını, “maviye maviye çalar gözlerin yangın mavisine…” de olduğu gibi şiirlerini eksik kaldığı, tamamlanmadığı gerekçesiyle yirmi yıla yakın beklettiğini anlatıyor. Tarihe Muğlalı katliamı olarak geçen ve olaya istinaden yazdığı otuz üç kurşun ya da Adiloş bebe gibi yaşanmışlıkları, acılarla bezenmiş sarmalanmış ve birçok müzisyen tarafından bestelenip söylenmiş şiirleri olduğunu da biz biliyoruz. Şu an günümüzde halen düşünce suçu nedeniyle tutuklanan aydın-yazar-şair tayfasında o da nasibini alanlardan. Gençliğinin en güzel zamanları hapiste geçti ve çıktıktan sonrada kimsenin iş vermemesi nedeniyle de açlıkla sınandığı zamanlar geçirdi. Okumaya doyamadığı yazarlar Dostoyevski, Tolstoy, Emile Zola.. En sevdiği kitap ise Andre Malraux’un İnsanlığın hali. Müzik zevki ise ilginç Beethoven’ın 9. senfonisi ve Schubert’in dünyayı dolaşan şarkısı. Bunların yanında halk müziği ve Ruhi Su’ya olan hayranlığı da cabası.. Yılmaz Güney’i hapishanede ziyaret edecek kadar sever, Yılmaz Güney’de Ahmed Arif’i “Arkadaş” filminde şiirini okuyacak kadar benimser. Son elli yılın kitabını yazdı diyenlere de “Nazım Hikmet’in memleketinde böyle laflar edilir mi?” diyecek kadarda mütevazi., Kitaba gelecek olursak; malumunuz Ahmed Arif’in delice tutkun olduğu Leyla Erbil’e gönderdiği 1954-1959 dönemi ve en sonda 1977 yılı mektuplarını içeriyor. Mektuplardan Ahmed Arif’in sürgün günlerini, ülkenin içinde bulunduğu siyasi politikayı, içsel dünyasını en çok da aşkına onurun gururun hak getirdiği bitmek tükenmek bilmeyen saplantılı aşkına şahit oluyoruz. Yazarlığına şairliğine söyleyecek sözüm yok ama aşık Ahmed Arif ne çok yordu beni. Bu ne tutarsızlık bu ne zavallılık…Dün aşkından ölüyorum dediğin kadına bugün başkasıyla evlendiği için etrafında kıyısında köşesinde bulunmak adına kardeşim demeler, düğün hediyesi olarak “kaburgamın altın parçası ruhum mısra çekiyorum haberin olsun” sözlerini içeren suskun şiirini göndermeler falan…Annesinin kendisine kız bakmasına müsaade etmesi onlardan biriyle evlenmesi çocuk yapması vs. neresinden bakarsan bak ahmakça..Tüm bunlar yaşanırken kitapta şöyle bir bölüm var; Sevgide “vermek” vardır Leyla. Vermek. Ve bunu anlamak… Yoksa senin sorduğun gibi ne yalnızlık, ne merhamet, ne iki acısının itisi… Herhangi bir kadından şu veya bu yolla alabileceğim şeyler için senin ne merhametini ne de nefretini tahrik etmek eşekliğine yahut zavallılığına düşmem. Bana karşı alakan yalnız dostça bile olsa bu bir merhametten doğmasın. En nihayet iki arkadaş olalım ama bana acımanı istemiyorum” diye yazmış fakat durum içler acısı acınası… Mektuplar sevgilim-dostum-kardeşim çıkmazında ruhumu kanırttı. Belki de aşk böyle bir şeydi onur, gurur dinlemezdi, çekip gitmesine izin vermezdi, zaten tutarlı olmaya hiç gelmezdi. Belki de aşk Ümit Besen gibi “nikahına beni çağır sevgilim” diyebilmekti. Eğer bunun adı aşksa, bana rağmen sevdiğim adamın başka kadınlara dokunduğunu düşüneceğim ve bunu da kabulleneceğim kadar aşık olmadım diyebilirim. O yüzden Ahmed Arif’i dolayısıyla mektupları anlayamıyorum. Esasen bu mektuplardan oluşan kitapları okuma işini Kafka’nın Milena’ya mektuplarında bırakmalıydım. O zamanda belirtmiştim başkasının aşkını ya da rutinini okumak ona değer verenler için önemlidir. Değer verdim okudum lakin kafamdaki Ahmed Arif duruşu değişti. Buna mektupların karşılıklı yazışmalar halinde olmayışı da etken olabilir. Leyla Erbil’in mektupları yok mesela. Belki Ahmed Arif’i böyle tutarsız davranmaya iten Leyla Erbil’di. Dost tavrından taviz vermeyen bir kadın olarak lanse edilmiş olsa da ben olayın iç yüzünün bu kadar masum olduğunu düşünmüyorum. Böylesi mektuplara dost gözüyle bakan bir kadın tepki göstermeli kesip atmalıydı ya da aşkına karşılık vermeliydi diye düşünüyorum. O ikisini de yapmamış çünkü Leyla Erbil’i yazmaya yüreklendiren ve dergilerde yazılarının yayınlanması için mücadele eden Ahmed Arif’ti. Zaten Ahmed Arfi’in beş mektubuna karşılık bir zahmet bir mektupla geri dönüş yapmasını ateşi sürekli körüklemesini sönmesine izin vermemesini çıkar ilişkisine bağlıyorum ve kendisini Ahmet Arif’in deyimiyle zalim Leyla olarak tanımlıyorum. Ya her şey bir yana muhafazakar ilerici, sadece batıya ve onun dayattığı yaşam tarzına göre fikirlerini şekillendirip yazılarında toplum için kaygılanıyormuş gibi görünürken esasen bireysel kaygılar taşıyan Leyla Erbil’in, Ahmed Arif gibi Anadolu aşığı ve köyü kente tercih eden, sosyalist, yaşam kaygısı değil varoluş kaygısı taşıyan birey değil toplum için düşünen biriyle aşk dışında bir araya gelmesi mümkün değildi. Aşk yoktuysa ikisini bir arada tutan neden neydi öyleyse? Sonuç olarak mektupların bize yansıtıldığı şekli değil, kaleme alındığı anın gerçekliği ve iki kişi arasında yaşanan şeyin gizemi çıkıyor ortaya. On yıl kadar önce tanıdığım birisi “iki kişi arasında ne yaşandığını yalnızca o iki kişi bilebilir” demişti. Gerçekten de öyleydi. Kitabın dili ve üslubu doğal olarak Ahmed Arif’in üslubu. Biraz hatta fazlasıyla ağzı bozuk bir anlatım. Sevmedim. Can Yücel’de de bu ağzı bozukluk vardır fakat yakıştırıyorum ben Can babaya. Çünkü otobüs duraklarında, düğünlerde patlayan bombaları, beş yaşında tecavüzden ölen çocukları, kadın cinayetlerini dahası toplumsal olayları onunda deyimiyle bu kadar orospu çocuğunu küfürsüz nasıl anlatabilirsin! Orası kabul. Ya Ahmed Arif.. Belki de aşk mektuplarında küfür içeren kelimeler romantizmin doğasına ters geliyor ondan sevmedim. Yani mektubun bir yerinde “ben cehennem çarklarından kurtuldum üşüyorum kapama gözlerini” diyeceksin diğer yerinde “seni bana getirmeyen Ahmed Arif’in geçmişini ….” diyeceksin. Belki benim küfür ve argo anlayışıma ters bilemiyorum. Ama genel olarak Ahmed Arif’i şiirlerinde saatlerce anlatamayacağınız bir duyguyu tek kelime ile ifade edebilmeyi başaran, dizelerindeki sadelikle içtenliği bir arada yansıtarak kendisine hayran bıraktıran şair olarak tanımlarım. Bu topraklardan bir Ahmed Arif geçti. Kendisinin de deyimiyle “bir daha hiç bir ana doğurmaz seni. Bir daha hiçbir cihan bulamaz seni”… Sessiz bir gecede gökyüzüne bakarken Le Trio Joubran- Masar fon müziğinde kendi sesinden “hani kurşun sıksan geçmez geceden” şiirini dinlemenizi tavsiye ederim. Kendinizi birden “acı geçiyor, acı geçiyor elbette de acı çekmiş olmak geçmiyor” diye tekrarlarken buluyorsunuz. Kitaptan Altını Çizdiklerim: -Şunu da bir iyi belle: Benim için çok mühim olan, sana aşık olmak veya aşık olmadığımı bağırıp yırtınmak değildir. Aslonan, seni kırmamak, üzmemek, kaybetmemektir. Anladın mı canım? -Benim her şiirimde varsın ve olacaksın. Ama dünyanın en dehşet şiiri bile “sen” olamaz. Bunu yaşamak gerek. En asıl gerçek bu işte. -Nereye, ne yana dönsem karşımda mutluluğun o harikulade baş dönmesini bulurum. -Öpüyorum ama doyamıyorum. Mutluluk ya da cehennem bu galiba. Sana doymak, korkunç ahmaklık olur. Hadi gel …

Benim Hüzünlü Orospularım
Benim Hüzünlü Orospularım

6

Dünle bugünün, gerçekte yaşanılanla masalların iç içe geçtiği ama okurken doğal bir yalınlıkla kurgulanan hikâyelerini ya da cümlelerini yadırgamadığımız Marguez; bana hep kadınları ve aşkı birçok hemcinsinden daha güzel ifade edebilme yeteneğine sahip olması nedeniyle çapkın ya da belki flörtöz gibi gelmiştir. Hani dikkat edilmesi gereken erkek tiplerinen :) Adam sanki düşler dünyasında kelimelerle oynaşan bir metafor üstadı. İşin esprisi bir tarafa Marquez’in kadınları güçlü ama hala eski dönemler Avrupa’sında ya da hala bizde olduğu gibi ataerkil bir bakış açısında erkeklerin gölgesinde kalmış karakterlerden oluşuyor. Hukuk fakültesindeki eğitimini yazarlık için bırakan bu zeki Kolombiyalı, 1982 yılında Nobel ödülü almaya hak kazanmıştır. Fakat yazarla ilgili ilginç bilgilerden birisi ölümünün ardından, Kolombiya Cumhurbaşkanı tarafından “bugüne kadar yaşamış en büyük Kolombiyalı" olarak lanse edilirken diğer yandan 2015 yılında The Washington Post'un bulduğu arşivlere göre, Marquez'in Küba'lı haber ajansı Prens Latina'nın kuruluşuna yardımcı olduğu gerekçesiyle 24 yıl FBI tarafından takip edilmiş olması. İkinci ilginç bilgi ise okuduğum kitapla ilgili. “Benim hüzünlü orospularım” yazarın okurlarının uzun bir aradan sonra heyecanla beklediği kitaplardan birisi. O dönem kitap daha matbaadayken korsan kitapçıların eline geçmiş ve onlar tarafından piyasaya sürülmüş. Tabi korsanda olsa okurlar tarafından büyük ilgi gören kitabın basımı durdurulmuş ve kitap yayıncının isteğiyle Marquez tarafından tekrar son bölümünü değiştirilerek yeniden yazılmış. Şimdi soru işareti acaba asıl kitap hangisi? Benim okuduğum mu yoksa korsancıların elinde olan mı? Marquez'in bir yazar olarak hayalden kurduğu ve şekillendirdiği kitabın ilk hali asıl sayılmaz mı? Sonradan düzeltilen kitap ilk hali gibi olur mu? Bence biraz zorlama olmuştur. Marquez ise bu konuda şöyle demiş; "kitabı yaratan benim onu da değiştirme hakkım ve kudretim vardı. Gerçek olan son anda değiştirerek yayımladığım kitaptır. Diğeri artık hükmünü yitirmiştir.” O böyle demiş olsa da ben hikâyenin ilk yani bence asıl olan halini merak ediyorum. Korsan kitaba karşıyım ama bu sefer bulsam alıp heyecanla okuyacağım ilk korsan kitap olurdu :) Kolera günlerinde aşk, kırmızı pazartesi ve benim hüzünlü orospularım olmak üzere yazarın üç kitabını okudum. Nobel ödüllü Marquez için; toplumsal gerçekliğin yansımasını mesaj verme kaygısı gütmeden yazıyor diyebilirim. Yani o sadece bir olay anlatıyor, sonra siz; alt tarafı 100-150 sayfalık bir kitap sonrasında buzdağının görünmeyen yüzüyle yüzleşiyor, düşünüyor ve sorguluyorsunuz. Kolera günlerinde aşk’ta; adam aşık olduğu kıza kavuşmayı tam 51 yıl, 9 ay, 4 gün obsesif bir şekilde beklemişti. Okurken; aşktaki tutkuyu hissedecek kadar aşık olmadığımı, beklemek, acı çekmek, özlemek fedakarlık yapmak gibi hissiyatlar bir tarafa, sadece beni seven adamları severek ilişkilerimi güvenli bir şekilde devam ettirmeyi seçmiş, aşktan anladığım şeyin sadece bu olduğunu düşünmüştüm. Yani hiç “aşk için ölmeli işte aşk o zaman aşk” sözü hiç bana uymuyor. Kırmızı pazartesi’nde namus davası yüzünden bir adam öldürülüyordu. Önyargılarımızdan, kıskançlıklarımızdan, duyarsızlıklarımızdan göz göre göre insanları, insanlığı nasıl yok ettiğimizi düşünmüştüm. Benim hüzünlü orospularım ise; yaşlılık, ölüm ve aşk üzerine yazılmış bir roman. 90 yaşındaki bir adam genelevden bakire olarak doğum günü hediyesi olarak sunulan 14 yaşındaki bir kız. Tabi kahramanımız bu kıza aşık oluyor ve bakire kızla hiç sevişmiyor. Kitapta sorguladığım ilk konu; bu durumda orospuluk neydi? Bir meslek miydi yoksa karakter biçimi miydi? Sorguladığım ikinci konu ise; 90 yaşındaki bir adamla 14 yaşındaki bir kızı yan yana düşünmek neresinden bakarsanız bakın durum çok itici.Ama aşk.. Aşk yaş, zaman mekân dinler mi? Dinlerse aşk olur mu? Normalde bir kadın ve bir erkeğin duygularından söz etmek doğal geliyor ama işin içine yaş durumu girince itici geliyor. Doğa tarafından kabul görünen şey toplum tarafından reddediliyor. Kolombiyalı yazar Marquez’in okuduğum kitaplarında dikkatimi çeken iki nokta var. Birisi kitaplarında Türklere ya da Türkiye’ye dair bir şeyin geçiyor olması örneğin; ;Kolera günlerinde aşk’ta Türk halıları, Kırmızı pazartesi’nde Arap kahramanının isminin Türk olması ve bu kitapta da Ankara kedisinin olması. Marquez’in Türk takıntısı tesadüf mü yoksa bende ki algıda seçicilikten midir bilemedim ama bu durum benim için gizemini koruyan bir konu. İleriki kitaplarda belki çözerim. İkincisi ise aşk. Bazen bir lütuf bazense bir ceza olarak gelip bizi bulan aşk; mutlu ya da mutsuz sonla, yaşanmış ya da yaşanmamış olsun ölürken gözümüzün önünden geçen film şeridinde kalbimize dokunan ve belleğimizde canlanan bir his olarak yerini alacaktır. "Gitme zamanı gelmişse 'dur' demenin; zaman geçmişse 'dön' demenin ve aşk bitmişse 'yeniden' demenin; hiçbir anlamı yoktur." Kendisine yol gösterici olarak benim okumayı beceremediğim üç yazardan biri olan William Faulkner’ı örnek almış Marquez’in bu sözü ile de aşka ve kadınlara gerçek hayatında da, edebiyatta da önem vermiş olduğunu söyleyerek Marquez dosyasını burada noktalayayım. Kitaptan Altını Çizdiklerim: -Seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir. -Bir erkek babasına benzemeye başladığı an yaşlandığını anlar.

Metal Yorgunluğu - Seçme Öyküler
Metal Yorgunluğu - Seçme Öyküler

8

Tomris Uyar’ı biraz magazinsel olacak ama öykülerinden, çevirilerinden önce; şiire ilgi duymaya başladığım zamanlarda aşkı anlatımına hayran kaldığım, bütünleştiğim, hayalimdeki romantik adam tanımına uyan, şiiri sevmeme neden olan Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever gibi sevdiğim şairlerin hayatını araştırırken sürekli karşıma çıkmasıyla fark ettiğim kadın olarak anımsarım. Ama beni asıl kendisine bağlayan yanı aşkları değil elbette. Öncelikle bilge, esprili, acımasız ve çok zeki bir kadın olduğunu düşünüyorum. Adını koyamadığım bir nedenden belki de eyvallahı olmayan cool tavrı yüzünden bir diğer sevdiğim kadın Virginia Wolf’le özdeşleştiriyorum. Sonrasında ise; kendisiyle benim de savunduğum bir düşüncede ortak paydada birleşiyor olmamız. Bizi birleştiren ortak paydada Tomris şöyle diyor:“İlişkilerimde hep kendime bir dokunulmazlık alanı oluşturmuşumdur. Başkasına verdiğim yaratma, tek başına düşünme ve yalnız kalma özgürlüğünün bana da verilmesini isterim.” Bunların haricinde yazarlığına birazdan değineceğim ama bir kadın düşünün; Ülkü Tamer şiirinde tanrılaştırılan, Edip Cansever tarafından ölene dek beklenen, Turgut Uyar tarafından ömür verilen ve Cemal Süreya tarafından terk edilen… Hayatı anlamlandıran şiirlerin sahibi şairler, kalbine girmiş kadını bakın nasıl anlatmışlar. Turgut Uyar; elinden her an kaçırabilecekmiş gibi bir endişeyle sevdiği Tomris için “bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur” der. Edip Cansever; her doğum gününde kendisine bir şiir yazdığı Tomris için; “seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki” der. Cemal Süreya; ayrılık kararı aldığı Tomris’ten sonrasında pişman olur ve onun için “daha nen olayım isterdin, onursuzunum senin” der. Özetle her kadın biraz Tomris olmak ister Gelelim edebi yönüne; Altını çizerek söylüyorum günümüzde okuduğum kadın yazarların; edebi anlamda vizyon sahibi olmadıkları, sığ kaldıkları, tıpkı günlük hayatta olduğu gibi fazla laf kalabalığıyla ilgiyi olması gereken yerden alıp başka yerlere dağıtıp kafa yordukları gibi güçlü bir önyargıya sahibim. Hâlbuki temel algıda kadınlar daha ince düşünür, daha hassas yapıdadır, fazlasıyla irdelerler ve derinlik sahibidirler. Yazmaya başlamasındaki asıl etken; iç hesaplaşmalarından sonra haykıramadıkları çığlıkları dışa vurum olmalıdır. Yani günümüzün kadın yazarları olması gerekenin tam tersi gibi davranıyorlar edebiyatta. Kahraman Tazeoğlu tayfasını saymazsak erkek yazarlar, günümüzde ve tartışmasız en başından beri tüm zamanlarda okuru, okuduktan sonra eskisi gibi olmayacak şekilde değişim içine sokuyorlar. En azından benim açımdan durum böyle. İşte bu erkek yazarların dişi versiyonları okuduklarım arasında; Leyla Erbil’dir, Tezer Özlü’dür, Sevgi Soysal’dır, Tomris Uyar’dır. Belki zamanla bu listeye başka isimler de ekleyebilirim. Sanırım Tomris’de bu konuda benim gibi düşündüğünden olsa gerek Tahin Pekmez Günleri öyküsünde “kadınlık hallerine” dokundurmalar, acımasız eleştiriler yapar. Tomris Uyar; öyküyü “dünyayı anlatma ve algılama da görme biçimine en uygun dal” olarak tanımlarken “öykünün uzun vadede okurda yaşam kültürü, ahlak anlayışı gibi konularda sorgulama, düşünme ve iç hesaplaşma uyandırarak sonraki yıllara dair algı hazırladığı kısacası okuru değiştiren bir sanat olduğunu savunur. Öyküde hep erkek yazarları okudum fakat onları okurken farkına varamadığım bir olguyu Tomris sayesinde fark ettim. Şiir gibi öykü okumakta öğrenilmesi gereken bir kavrammış. Bunun için öykü nedir, nasıl yazılmalıdır, nitelikleri, öykücülüğün dünya üzerindeki tarihi ve Türk edebiyatında öykücülük üzerine akademik yazıları inceledim. Öykücülüğün olay hikayesi ve durum hikayesi olmak üzere ikiye ayrıldığını öğrendim. Durum hikayesinin öncülerinden edebiyatımızdan Sait Faik ve durum tarzına bir nev-i adı verilen Çehov’dan etkilendiğini düşündüğüm Tomris’in dili az kelime ile çok anlatıma, içtenlik ve sahicilik içeren imgelerin vurucu gücüne ve yoğunluk üzerinedir. Öykülerinde bir yanıyla geleneksel, diğer yanıyla çağdaş bir anlatı vardır. Toplumsal ve bireysel konuları; eleştrisel ve umutlu gözlerle bakarak bazen şiirsel, bazen mizahi, bazen ironik, bazen düşsel anlatımı sayesinde kendini tekrar etmekten kurtarmıştır. Röportajlarında kendini uyumsuz olarak tanımlayan Tomris öykülerinde tıpkı Çehov’un doktorları-öğretmenleri, Gogol’un memurları, Turgenev’in köylüleri, Maupassant’ın fahişeleri gibi derinliği olan uyumsuz kahramanları anlatır. Hikaye yazarda başlar, okuyucunun kendi dünyasında devam eder. Bu anlamda Tomris’in öyküleri; anlaşılmayı hedefleyen amacıyla kolay okunan, okuyucuyu bilişsel yetilerini en üst seviyeye çıkarmasını ve entelektüel birikime sahip olmasını zorlayan öykülerdir. Tomris’in öykü kitapları yabancı dillere çevrilmiş, iki kez Sait Faik Hikaye ödülüne layık görülmüş, içlerinde Edgar All Poe, Nabokov, Berger gibi çevirisi zor yazarların bulunduğu elli dolayındaki çeviri ile takdir toplamış, eşi Turgut Uyar’la birlikte Lucretius’tan çevirdikleri “Evrenin Yapısı” ile Türk Dil Kurumu’nun 1975 yılı çeviri ödülünü almaya hak kazanmıştır. Çeviri demişken Antonie de Saint Exupery’nin Küçük Prens isimli kitabı Tomris çevirisi ile en başarılı çevirilerdendir. Öykücülükte metin-içi gerçeklik tartışmalarında Borges ve Duras çevirileriyde Tomris’in adı geçmektedir. Metal Yorgunluğu kitabına gelince; Umberto Eco “ironi, belirtisini tanıyabilen bir toplumda dil zafer haline gelebilir” demiştir. İşte Tomris, tüm kitaplarından birer öykü alınarak yayınlanan metal yorgunluğunda bunu net görürüz. Her birinde gülümsemeye ramak kala, trajediye dönüşen olayları öykülemiştir. On öyküden oluşan kitapta beni en çok etkileyen öyküler “Dön Geri Bak” ve “Metal Yorgunluğu”dur. Tomris’in öykülerini okurken şunu fark ettim. Öykülerde genellikle kahramana ne oldu diye merak ettiğimiz olgudan başka yani “ne oldu” değil “neden oldu” merakı içinde olmak. Keyifle okunan kitabın sonuna geldiğinizde “her hikaye bir hayattır” dedirtir. Kitabı; gece sakinliğinde, Cemal Süreya’nın “ay ışığında oturduk bileğinden öptüm seni” dizelerinin yer aldığı sayım şiirini seslendiren Sezen Aksu’nun öptüm şarkısı eşliğinde okumanızı tavsiye ederim. Kitaptan Altını Çizdiklerim: -Hayatın dalaşı, gürültüsü, küfürleri, şarkıları güçlükleriyle bilenmiş, elleri kaba işlere girip çıkmış , sevmeyi yaşamaktan öğrenmiş, yaşayarak öğrenmiş bildik Mustafa'yı gerçekten sevdiğini düşündü en son. -İnsan hayatın gerçekleriyle karşılaşınca, çocukluk hevesleri de geçip gidiyordu kendiliğinden.

Mem Makinesi
Mem Makinesi

7

Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” kitabının okuyucuyu iç sorgulamaya iten konusuyla yine bir diğer eseri Kürk Mantolu Madonna’ya göre daha fazla okunması gerektiğini düşünüyorum. Fakat yıllardır en çok satanlar listesinde liste başı olan, Sabahattin Ali denince aklımıza ilk gelen kitabının Kürk Mantolu Madonna olmasının nedenini merak ettim. Öyle ya neden bir “Kuyucaklı Yusuf” ya da bir ”İçimizdeki Şeytan” değil de Kürk Mantolu Madonna? İşte bunun nedeni memler olabilir mi diye düşündüm. Sorunun cevabı için arkadaşımın önerisiyle de bu kitabı okudum. Mem kavramı ilk kez evrim , yaratılışçılık ve din konularındaki çalışmalarıyla tanıdığımız biyolog ve yazar Richard Dawkins tarafından ortaya atılmıştır. Yunanca taklit anlamına gelen “mimeme” kelimesini gen gibi tek heceli olmasını istediği için mem olarak kısaltan ve bu konuda çalışmalar yapan Darwkins’e göre; başkasını taklit ederek öğrendiğimiz kişiden kişiye geçerek çoğalan her şey memdir, zihinde depolanır ve yine taklit yoluyla aktarılır. Kalıtımsal özellikler nasıl ki genler yoluyla nesilden nesile aktarılıyorsa, bazı kültürel özelliklerde memler yoluyla nesilden nesile aktarılır. Kısacası biyolojik genlerin sosyolojik karşılığı memlerdir. İnsan zihninde üretilen duygular, kavramlar, değerler, inançlar, tutumlar ve davranışlar birer mem topluluğudur. Bilimsel anlamda mem konusuyla ilgili çalışmalar yapan bir diğer akademisyen de Mem makinası kitabının yazarı Susan Blackmore’dur. Blackmore’a göre insanı diğer canlılardan farklı kılan en önemli özellik insanın taklit edebilme ve tekrarlama yeteneğinin olmasıdır. İşte beynimizin sürekli düşünmeden edememesinin sebebi de, memler tarafından sürekli düşünmeye, konuşmaya ve onları yaymaya zorlanmamızdır. Bu nedenle insan bir mem makinesidir diyebiliriz. Fakat en önemli detay gen iletimde ya hep ya hiç niteliğindeyken memin sürekli değişim ve etkileşim halinde olması. Bu da aklımı en çok karıştıran sanatın mem makinesine dahil olup olmadığı sorusuna bir nebze açıklık getiriyor. Kitaptan çıkardığım sonuca göre sanat; ruh dünyası ile yani somut olan dünyadan çok, bireyin soyut dünyası ile daha çok ilişkilidir. Her ne kadar başkasının sanat üzerine bir çalışması, herhangi bir bireye bunu yapabilme düşüncesi yaşatıyorsa da birebir bunu yapması mümkün değildir. Eğer zaten söz konusu bireyin yeteneği varsa, örneğin bir sanat tablosu ancak bu onun hayal dünyasının genişlemesine vesile olabilir. Onu taklit etme yolu ile öğrenmesi ya da bir kültür haline getirmesi bana göre mümkün değildir. Bu nedenle sanatı, kişisel yetenek gerektirdiği için yetenek de başkalarının yeteneği üzerine taklit yolu ile öğrenilemeyeceğine göre mem makinesine dahil edebileceğimizi sanmıyorum. Bilimsel konularda yeterli bilgim olmadığı için olan okuyucuların bu konudaki fikirlerini öğrenmek isterim. Kitaptan Altını Çizdiklerim: - İnsan olmanın problemlerinden birisi de insanlara ön yargısız bakmanın oldukça güç olmasıdır.

Gregor, Evdeki Gergedan
Gregor, Evdeki Gergedan

7

Asıl mesleği heykeltıraşlık olan Devrim Altıkulaç’ın 6.45 yayın evinden çıkan kitabı Gregor evdeki gergedan; adından da anlaşılacağı gibi evde yaşayan bir gergedanın öyküsü. Ama öyle nereden geldiği belli olmayan, ev sahibinin sevişmelerini dinleyen, sevişmelerine notlar veren, sadece “tek tüy” adında bir kargayla arkadaş olan, onun dışında homurdanan kısacası yazarın evine çöreklenmiş bir gergedan..Kitap bittiğinde tuhaf başlayan ve biten anlatımıyla tam bir kaybedenler kulübü etkisi yaratıyor. Ama bu etki hiç şaşırtmıyor neden mi? Çünkü kitap 6.45 yayın evinden çıkmış. 6,45 yayın evinin sahiplerinden biri 90’larda Kaybedenler kulübü olarak hemen hemen herkesin bildiği radyo programının sunucularından Kaan Çaydamlı’ya ait. Radyo programı dinleyicileri ya da Nejat İşler ve Yiğit Özşener'in de oynadıkları “kaybedenler kulübü” filminin izleyicileri Kadıköy’deki o evi anımsayacaklardır. O evde bir gergedan beslenmesi sanırım hiç tuhaf gelmeyecektir. Üstelikte giden tüm kadınlara inat gitmeyen, yalnız, mutsuz, ölümden korkan ve korkuyla ölümü beklerken sürekli kovadan rakı içen bir gergedan. Kitabın içinde yazarın kendisine ait illüstrasyon çizimler yer alıyor. İtiraf etmeliyim kimi çizimler çok ürkütücü. Kitabın künyesi ise oldukça komik. Kitabı korsan basmaya kalkarsanız başınıza neler geleceğini espriyle anlatılmış. Kitaptan altını çizdiklerim: - Gregor’un çizdiği sınırları zorlamadığınız sürece sorun yoktu. Üstüne gitmemeniz, yoklamaya çalışmamanız yeterliydi

Jonathan Livingston Seagull
Jonathan Livingston Seagull

9

Richard Bach’ın bu kitabını okurken daha önce Amin Maalof’un Doğunun Limanları kitabında altını çizdiğim “bir insanın hayatının doğumuyla başladığına emin misiniz?” cümlesi kadar çarpıcı, insanı düşüncelere gark eden başka bir düşünceyle “Bir kuşu özgür olduğuna ikna edebilmenin zor olduğu” düşüncesiyle karşılaştım. Çünkü Martı Jonathan Livingston uçabiliyordu. Öyle ya bize göre uçmak özgürlüktü. Ama Jonathan sadece uçmanın özgürlük olduğunu düşünmeyen, doğası gereği zaten uçabilmeyi bir fiil olarak yaptığını ama gerçek doğasının yani uçmanın aslında içinde bulunduğu zamanın ve mekânın ötesine geçebilmekle, alışılmışın dışına çıkmakla mümkün olabileceğini savunur. Birbirini tekrar eden günler, zihinler, düşünceler kendimizi aşma konusunda bizi aşağı çekmeye başladığı zaman sürüden ayrılma vakti gelmiş demektir. Kitap verdiği mesaj açısından hepimizin bildiği ama bilmenin yetersiz kaldığı, bilmek kadar önemli olan uygulamaya geçmenin gerektiğidir. Kitap; özgüven yetersizliği, toplum baskısı, ertelemeler gibi nedenlerden dolayı bir türlü yapamadığımız özgürleşmeyi gerçekleştirmek için hangi yollardan geçeceğimizi ve sonunda kendimizi nasıl hissedeceğimizi gösterir. Martı Jonathan’ın ve dava arkadaşı Küçük kara balığında yaptığı gibi dışlanmayı göze alarak sürekli gidişatı sorgulayıp, bizi durdurmaya çalışanlara kulak asmadan; bize bahşedilmiş olan zekamızı ve yeteneklerimizi kullanarak gidebildiğimiz yere kadar gitmeli, yeni şeyler keşfetmeli, kendimizi geliştirmeli, öğrendiklerimizi başkalarına öğretmeli yaşamanın sadece nefes almadan ibaret olmadığını göstermeliyiz. Tam anlamıyla mutluluk da bilinen tüm rakamları aştığımız zaman aldığımız bu haz değimlidir zaten. Martı Jonathanlardan insan Jonathanlara… Jonathan gibi bunu yapabilmiş, başarmış insanları üstün görürüz. Aslında onların bizden hiçbir üstünlüğü yoktur. Bunun bizim içimizdeki potansiyeli kullanamamamızla ilgisi vardır. O insanlar sadece kendilerini dinlemiş gerçekte ne olmak istediklerine karar vermiş azimli, çalışkan ve pes etmeyen insanlardır. "Bizim kim olduğumuzu, ne olmakta olduğumuzu saptayan şey, karşımızdaki zorluk değil, onu karşılayış biçimimiz, ona karşı davranış biçimimiz. Enkaza bir yanar kibrit mi fırlatacağız, yoksa üzerinde çalışıp adım adım özgürlüğe mi yaklaşacağız. " diyen Martının yazarı Richard Bach; Amerikalı, asıl mesleği pilotluk olan ve birçok eserlerinin kurgusunda uçmaktan bahseden hayal gücü geniş bir yazarımızdır. Kitap; 10.000 sözcükten daha az olmasına rağmen kurgu dışı kitaplar listesinde en çok satan kitaplarda yer aldı. Sözcüklerin, kelimelerin anlatılmak isteneni anlatmaya yeterli olmadığı yerlerde resimler devreye girer. Kitapta bu işi hayal gücünü direkt harekete geçiren çizimlere bırakmışlar. Kitabı; arka fonda Yaşar Kurt’un bu hikâyeden çıkan Martı isimli parçasını dinleyerek, ara sıra gözlerinizi kapatıp Jonathan gibi uçtuğunuzu ve önünüze çıkan engelleri birer birer aştığınızı hayal ederek okursanız kendinizi çizimlerdeki martının kanadındaymış gibi hissetmekten kendinizi alamayacaksınız.

Küçük Kara Balık
Küçük Kara Balık

10

Küçük Kara Balık; yazarın otobiyografik eseri olduğunu düşündüğüm verdiği mesaj nedeniyle en önemli çocuk kitaplarından biri olmakla birlikte bizlere de büyüklere masallar kitabı niteliğindedir. Yine aynı tür de Bach’ın eseri olan martı Jonathan Livingston ‘un dava arkadaşı devrimci bir balıktır. Orwell’ın Hayvan çiftliğindeki gibi alegorik bir masal kitabıdır. Ama öyle uyumamız için anlatılan değil tam tersine uyanmamız, harekete geçmemiz için anlatılan bir masal. Görüneni değil, anlatılmak isteneni anlamayan her toplum gibi Küçük kara balık da;” sosyalist devrimci anlayışı yansıttığı için ülkemizde de bir çok örneklerinin başına gelen sonuçları yaşamıştır. Otobiyografik eser dememin nedeni de birazda bu yüzden. Samed Behrengi’nin yazdığı çocuk hikâyeleri ve halk masalları kimi çevrelerce adalet, eşitlik, doğmayı sorgulama, direnebilme gibi verdiği öğütler nedeniyle alkış alırken, ülke yönetimince şahlık düzenini eleştirdiği, her türlü baskı yönetimine karşı gelinmesi” mesajını verdiği için İran şahının hoşuna gitmemiş olacak ki Behrengi’nin bu eseri yayımlandığı dönem birçok tepkiler almış olup yasaklanmış ve hala yasaklı kitaplar listesinde yerini almıştır. 29 yaşında Aras nehrinde yüzerken boğularak öldüğü söylenen Behrengi’nin şahın gizli polis örgütü Savak’ın komplosu sonucu öldürüldüğü de söylentiler arasındadır. Ülkemizde hükümet tarafından suikaste uğrayan gazeteci, aydın yazar kesimi oldukça fazla olduğundan olsa gerek bana söylentiden ziyade olabilitesi yüksek bir durum gibi geliyor. Bakınız aynı eser 12 Eylül döneminde ülkemizde de yasaklanmıştır. Aslında küçük kara balık gibi yaşadığı yerden fazlasını görme, özgürleşme isteğini kendi aklını, zekasını kullanarak aydınlanmacı bir tutumla ve cesaretle yola çıkmadan bilemeyeceğini düşünen zihinleri; rejime bir tehdit olarak algılamamış olsak vermek istediği mesajı ciddiye alıp uygulasak sanırım içinde bulunduğumuz orta çağ karanlığından kurtulmuş olurduk. Kişisel fikrim içinde bulunduğumuz ülke anlayışında halk olarak bu tarz hikayelere baktığımda amacına ulaşabiliyor mu şüpheliyim doğrusu. Şöyle ki; çocuklar okuduğunda bir şey anlamaz, biz büyükler okuduğumuzda sadece “yazar çok haklı” der geçeriz ki zaten birkaç güne de unuturuz! Pardon bir de hiçbir şeyi sorgulamayan insan kitlesi var ki onlar bu tarz kitapları okumaz bile. Çünkü biz; 80 sonrası din sömürüsü, futbol, dizi vs gibi beyni sorgulamaktan alıkoyan eğlencelerle uyutulmuş bir kitleyiz. Hafızası olmayan koyun sürüsüyüz. Malum hükümetin zihniyetine bakılacak olursa sürüden ayrılmaya çalışan, soran-sorgulayan her çocuk ya terörist ya anarşist! Küçük kara balık; bizim ülkemizde yasaklanmış ama başka üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmuş, Slovakya ve Bologna Dünya Çocuk Kitapları Fuarlarında ödüller almış. Kitabı okurken küçük kara balığın amacına ulaşma yolunda karşısına çıkan engelleri aşmak için kendince silahlandığı, buradan başka dünya yok diyerek yolundan etmeye çalışan kurbağayı cahil ve zavallı diye küçümsediği, kendisini kandırmaya çalışan yengeci “sen doğru dürüst yürümeyi bile bilmiyorsun dünyada başka nereler var nerden bileceksin” diyerek aşağıladığı gözlerden kaçmıyor. Tıpkı medenileşme yolundaki batının insanları aydınlatmak, öğretmek için; dünyanın geri kalanına yaptığı aşağılayıcı oryantalist tutum gibi bakınız tıpkı Amerika… Ancak bu etrafında onu aşağı çekmeye çalışan küçümseyici tutum bilgin kertenkeleye karşı yerini saygıya bırakıyor. Kitabın tüm bu aşağılama içeren tutumuna istinaden haliyle 19 kere ölüm-öldürme gibi kelimeler kullanılmış. Bazı otoriteler tarafından bir çocuk kitabında bu kadar ölüm-öldürme kelimesi geçmesi kitabın olumsuz yanlarından biri olarak değerlendirilmiş. Yapılan pek hümanist bir tavır olmada da; biz bu fikre alışık kapitalist bir rejimle “büyük balık küçük balığı yer” felsefesiyle büyüdüğümüz için ben pek yadırgamadım. Tıpkı bombalarla, savaşlarla ya da kimilerinin çıkarları uğruna boş yere ölen masum insanlara takdir-i ilahi diyecek kadar umursamadığımız, alıştığımız ve daha kötüsü unuttuğumuz gibi… Elimdeki kitap Can yayınlarından çıkmış olup; içindeki illüstrasyon çizimlerle eğlenceli ve hayal gücünü geliştirici bir etki oluşturmaktadır. Kitaptaki vurgulanması gereken en önemli altını çizdiğim cümle: “Şimdi ölüm çok kolay uğrayabilir bana! Ama ben yaşayabildiğim sürece ölümü karşılamaya gitmemeliyim. Elbette bir gün ölümle karşılaşırsam –ki karşılaşacağım- önemli değil, önemli olan şu ki benim yaşamım veya ölümüm başkalarının yaşamını nasıl etkileyecek.” oldu. Kitabı okuyan aile fertlerinin çocuklarını bir koyun gibi değil, küçük kara balık gibi yetiştirmelerini umarak bir gün her şeyin güzel olabileceği olasılığını, umudu aşılayan Ahmet Kaya’nın “ağlama bebeğim” parçasının sözlerini paylaşmak istiyorum. Ağlama bebek, ağlama sende, Umut sende yarın sende. Yağmur gibi gözlerinden akan yaş niye, Bu suskunluk, bu durgunluk, sıkıntın niye. Çok uzakta öyle bir yer var O yerlerde mutluluklar Paylaşılmaya hazır Bir hayat var. Ağlama bebeğim ağlama sende Acı sende hasret sende. Dalıp dalıp derinlere düşünmen niye, Bu küskünlük, bu dargınlık, kızgınlık niye.