Vurun Kahpeye, bir milletin ne kadar sancılı bir süreçten geçtiğini bir öğretmen, bir subay, bir köylü çocuk üzerinden özele indirgeyerek anlatıyor. Sancılı savaş süreçlerinde zulüm payidar iken hayvanî hırslarla dolu insan artıklarının Türk veyahut Yunan olmasının bir farkının olmadığını, rüzgar nereden eserse oraya döndüklerini de gözler önüne sermektedir. Fakat zulüm hiçbir zaman payidar olamamıştır. Sadece mutlak sonunu uzatmıştır zalimlerin. Yine de herhangi bir eziyetin, haksızlığın çözümü için kaybedilecek münferit bir dakika yoktur. Aynı dinin bu kadar farklı yorumlandığı softa kişiliklerin egemen olduğu süreci bitirmek değil sadece savaş zamanı için barış zamanı için en mühim ödevimizdir. Kitabı çok beğendim. Bu kitabı her Türk'ün her Yunan'ın okuması gerek. Çağımız savaş çağı, demokrasi sancakları bir bir düşüyor. Ülke liderlerinin kanunî görev süreleri aşılıyor. 5 yıllık sürelerini 2. 3. kez tekrarlayıp bir de kanun değiştirerek bir kez daha uzatıyorlar. Yanlış anlaşılmasın sözüm meclisten kesinlikle dışarı. Bahsettiğim isimler: Esad, Aliyev yerseniz. Neyse, biz bu taht sevdalılarının aciz oyunlarına imkan vermemeli, A'cı ya da B'ci olarak kendilerini nitelendirdikleri an ilişiğini kesmeliyiz çünkü sadece bir kısma seslenen öbür kısmın öfkesini, garabetini isnad eder. Kucaklayıcı olunmalı çünkü her zaman farklılıklar mevcuttur. Küçük komik bir örnek olarak buradan bana oy çıkmaz demek trajikomikliği gösterir. Yoksa bizi bu kitaptaki duruma düşüren olaylar az zaman buz zaman açığa çıkacaktır. Osmanlılılar, devlet benim; halk da benim kulum dediği için şu an ortada değiller. Hayır efendim, devlet sunî bi yapı aslolan adaletin olduğu insanlara huzur ve güven içinde yaşama imkanı kılan sistemdir. Gerisi boş laftır. Konuyu bu kadar dağıtmamın sebebi, gerçekten artık bu tabulardan yılmamdır. Bırakın da yaşayalım. Kitap, savaşla alakalı bir kitap. Savaş, kar yağmuru değildir. Bir gün sabah pencereden baktığın zaman görüp de şaşıracağın bir şey kesinlikle değildir. Savaşı, yöneticiler çıkarır (tek taraflı düşünülmemeli). Bu yüzden biz Dağ ülkesiyiz siz Yayla ülkesisiniz savaşları bitmeli. Dağ ülkesi kendi ülkesini yönetsin, Yayla ülkesi kendi ülkesini. Haraset ile kin ile bu işler yürüseydi 21 adet yüzyılda 2100 adet toplum topluluk kurulmazdı. Antropoloji bilimine çok vakıf olmadığım için sayı uydurmadır, ama sürekli kurulan ve sürekli yıkılan devletlerden bahsediyoruz. Bugün güçlüsü yarının mağduru ve mağruru olabilir. Hukuk çağındayız sözde ama dinleyen var mı o çağı? Kendi sınırlarından 5400 km uzaktaki ülkede savaş çıkar, rezervleri ye, vergileri topla sonra da konuş biz barış elçisiyiz. Sizden istikrah ediyoruz biz. Bırakın da yaşayalım. Öldüren veya ölen değil yaşayan olmak istiyorum ben. Hayatını, diğer kişilerin hayatına katan onlara umut ve sevgi veren taraf ya da verilen taraf olmak beni oldukça müteşekkir edecektir. Tabii, anlayan varsa. Sesimizi duyan varsa. Sizin pahalı üniformalarınıza rozet, nişan olan şeyler bazen kimsesiz çocukların kanı. Sizi dünya lideri, ümmetin kurtarıcısı, reis, baba yapan unvanlar milletinizin yiyemediği ekmek içemediği ayran. Bu çağın temsilcileri olarak (görevini hakkıyla yapan, hakkaniyete ve nefasete uyan büyük alimleri tenzih ederim) kendinize derhal bakınız ve silkininiz. Peygamber Efendimiz hadisi şerifinde 'Kıyamet gününde hakları mutlaka sahiplerine vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyun, boynuzlu koyundan hakkını alacaktır' demiştir.
Bir hakikatı arama, evreni anlamlandırma macerası olarak yazılmış kitap. Çok fazla telmih ve örneklendirme var. Biraz sofistike, felsefi ve tîni yazılmış. Cemiyet adı altında oluşan bir topluluğun ve kendine has kuralları, misyon ve vizyonları olan hatta yargı kolu olan bir zümrenin içinde olmak ve yine içinde kalma kısmı etkileyiciydi. Şimdi düşününce bu zümreye benzer pek çok şey iliştirilebilir: ülkeler, dinler, partiler, loncalar... Kısa bir kitap olduğu için bir günde bitirdim, kitabın arkasında yazan Boncuk Oyunu kitabının motiflerini taşıdığı için o kitabı da okumak istiyorum. Alıntı : '' ...çünkü bizim tek hedefimiz Doğu'ya varmak değildi, daha doğrusu ''bizim Doğu''muz salt bir ülke ya da coğrafi bir şey değil, ruhun yurdu ve gençliğiydi, hem her yerdi hem de hiçbir yer, tüm zamanların yekvücut olmasıydı.''
Goethe ismini her yerde duyduğumuz kadar varmış. Kurduğu her cümle, aklımdan geçip kuramadığım cümleler. İfade yeteneği çok sağlam.
Kitabı kısmî olarak bugün ve kısmî olarak o günün şartlarıyla değerlendirmek gerekir. Sunuşta da belirtildiği gibi bu kitap pratik gayeler güden ve devrin sultanına nasihat vermekle yetinen, bu arada daha önceki devlet adamlarının başından geçenlere yer veren eserlerin en güzel örneğidir. Benim şaşkınlığımı ve kitaba olan ilgimi arttıran mevzu, yazar Nizamü'l-mülk ile Melikşah'ın arasının açılmasına istinaden birbirlerine gönderdikleri mektupların akabinde vezirin tekrar Sultan'a dilekçe vermek üzere yola çıktıktan sonra öldürülmesidir. Batınî fedaisinin suikastine uğrayarak öldürülmesinde sapık mezhep mensupları kadar Melikşah'ın diğer veziri Tacu'l-mülk'ün de rolünün olduğu söylentileri mevcut. Nizamü'l-mülk, kitabı ulaştıramaması ihtimaline karşın padişaha takdim etmesi üzerine saltanat özel kâtibi Muhammed Mağribi'ye vermiş. Kâtip ön sözünde şu cümleye yer vermiş: ''Allah Taâlâ Türk devletini kıyamete kadar devamlı kılsın amin.'' Kitaba geçersek, o kadar faydalı öğüt var ki sebepleriyle birlikte açıklanmış; sorulara cevap veren doyuran kısa hikayelerle süslenmiş ve oldukça doyurucu. Katılmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Hele bugün bile görüyor ve eylemlerin sonuçlarının nereye doğru gittiğinin analizini yapabiliyorsunuz. Bazen ise o kadar yanlış ve katılınamaz, katlanılamaz tavsiyeler var ki tükenmezin kapağını açıp çarpı atıyorsunuz sayfanının kenarlarına. Somut konu başlıklarıyla örneklersek: İyi olanlar: 1- Amil (Vergi memuru), Kadı, Şahne (Emniyet müdürü), (Belediye) Reis' inin durumlarını soruşturmak ve bunun siyasi şartı 2- Sulhûn devamlı olması için elçi ve haberci gönderme şartı 3- Padişah sarayında her cins askerin mukim olması ve iâşesinin temini 4- Halkın (avam) ve ileri gelenlerin (havas) ziyaretine müsaade etmek 5- Padişahın huzurunda kulların ve hizmetkârların duracakları yerin belli olması 6- Hata yaptıkları an devlet ileri gelenlerinin cezalandırılması 7- Çalışan kulların ve hizmetkârların haklarını koruma Kötü olanlar: 1- İşi dindar kişilere vermek, dinsizlere iş vermeyip onları çevresinden uzaklaştırmak (Başlıkta liyakatlı kişilere vermek de yazıyor ki o konuda sorun yok ama dindar diyerek ahlâkı değil de sünni dinleri kastediyor olması kötü.) 2- Tesettür ehline dâir (Kadınların eğri yaratıldığından bahsedip onların sözlerinin tam tersinin yapılmasını anlatıyor.) 3- Türkmenleri, köleleri, Türklerin yönetiminde ve diğer hizmetlerde kullanmak (Türkmenlerden her ne kadar bıkkınlık gelmişse de..., Çocuklarından bir kişinin ismi tespit edilerek, devamlı meşgul olması için sarayın 1.000 kölesinin silah ve hizmet öğretimi ona verilmelidir. Böylece, yaradılışlarında mevcut olan nefret ortadan kalkar.) Kitap genel anlamda iyi nitelikler üzerinde durmuş, kitabın amacına bakıldığında akıl süzgecinden geçirerek iyiye daha çok yöneltilebilir. Bana da çok beğendiğim birkaç alıntı çıkmış oldu. Hikâye: Şöyle anlatırlar: Bir gün Halife Me'mun tahta oturmuş zulüm görmüşlere haklarını veriyordu. Bir ara, ihtiyaç bildiren bir arzuhal arz ettiler. Me'mun bu destanı veziri Faze b. Sehl'e vererek, ''Bu dünya hayatı çok kısa olduğundan bu adamın ihtiyacını çabuk yerine getir, bu durumda kalmamalı, bu dünya, çok hızlı döndüğünden hiçbir dostuna sadâkat göstermez, mümkünse iyiliği hemen bugün yapalım, önümüzdeki gün olan yarın yapamazsak, o güne acizlik ve çaresizlik günü derler'' dedi. -''Padişahım! Diktiler yedik, dikelim yesinler.'' ''Çünkü sultan dünyanın kethüdası sayıldığından insanlar onun aile efradı ve kullarıdır. Aile fertlerinden birinin efendiye ekmek parçası, şarap ve yiyecek getirmesi vacip değildir.'' Hikâye: Peygamberimiz (s.a.) bir hadisinde, ''Kıyamet gününde, Allah'ın kulları üzerine bir hükümranlık ve emretme yetkisi verilenlerden bir kişiyi elleri bağlı olarak huzura çıkarırlar. Eğer âdil biri ise adaleti onun ellerini çözer.'' Âmirlik yapanların memur olduklarını hatırlatmalı, zalimlerin zulümlerini onların üzerinden kaldırarak hükümdarlığı zamanında devletinin bolluğa kavuşmasını sağlarsa, halkının hayır duaları da kıyamete kadar onun ruhuna ulaşır. ''Kendisi doymuş, bizi aç bırakan Ömer'den Allah'ım sen imdadımıza yetiş!'' Ünvanlar çoğalınca, çok olan şeyin kıymeti olmayacağı gibi tehlikesi de olmaz. Padişahlar ve halifeler daima memleketin asil değerlerinden birini nefsinde taşıyarak, onunla isimlenmişlerdir. Padişahların uyanık, vezirlerin akıllı olup asla bir kişiye iki iş emretmemeleri, bir işe de iki kişiyi göndermemeleri gerekir. Böyle olursa işleri daima randımanlı ve düzenli olur. Eğer bir kişiye iki iş ısmarlarsa, o işlerden biri daima hatalı olur. Bir kişiye bir iş vermeyip 5-6 iş vermek cahillik ve bilgisizliği gösterir. Çünkü bir kişiye on iş verirse, dokuz kişiyi işsiz bırakıyor demektir. Böyle ülkelerde insanlar işten ve ekmek parasından mahrum, işsiz ve güçsüz kalırlar. İyi huylar ise; utanma, iyi yaratılış, yumuşaklık, af, tevazu, cömertlik, doğruluk, sabır, şükür, acıma, ilim, akıl ve adalettir. Memleket işlerini bu huylara dayanarak yaparsan, hiçbir zaman danışmana ihtiyacın olmaz. Kıta: Ziyansız kâr'la kini olmayan şefkatli insanı dünyada çok az gördüm. Dünyada çok iş aradım, sonunda dostun düşman olmadığını çok az gördüm. Dostla, bağları koparacak şekilde yakınlık kurmalı, bağları da tekrar kuracak şekilde koparmalı. Vilayetlerin hesapları yazılarak, gelir ve gider belirlenmelidir. Bunun faydası, harcamaların düşünülerek yapılması, faydalı ise üzerine kalem çekilmeden yerine getirilmesidir. Bütçe hakkında gizli bir durum kalmamalıdır. Vergi memurları ve onların işlemlerini incelemek, gelir ve gideri bilmek, devlet mallarını korumak, hazinelerin ve ambarların dolu olup olmadığını ortaya çıkarmak için kontrol etmek, hasımların zararlarını önlemek vazifesidir. Ne cimri ne de müsrif olmayacak şekilde yaşamalıdır. Bir kişiye 10 dinar bağışlanması gerekiyorken 100 dinar bağışlamamalıdır. Son bir soru kafamın içinde hep tepindi kitabı okurken acaba bugün Nizamü'l-mülk Türkiye Cumhuriyetini görse ne derdi? Enkaz bırakan belediye başkanlarına ne derdi? Adaleti sağlamayan, cübbesinin gizli düğmesi ve cebi olan hakimlere savcılara ne derdi? Çoğu bakanlığın, başkanlığın özellikle DİB'in gizli ödeneklerine ne derdi? Üstelik bugün laik bir ülke varken ve ona göre düşünmesi gerekerek. İstanbul Yeditepe Konserleri'ne ne derdi? Liyakatsız elçilere (Prag,Doha) ne derdi? İşsiz ordusuna ne derdi? Biliyorum Nizamü'l-mülk mükemmel bir formül değil, eksiği gediği de bana göre oldukça fazla. Ama yine de bu sorulara ne derdi diye çok düşünüyorum. Ve bir de hiç din metası olmayan bizim gibi lafta laik ya da seküler olmayan ülkelerde bu çark neden daha kusursuz dönüyor? Din olarak özellikle İslam ve öbür tutucu dinlerden (Hint dinleri gibi) kimseler huzuru Avrupa ve Amerika ülkelerinde arıyor? Cihat kavramı benim için kanser bir kavramdır. Şiddette güzellik bulunmaz. Yönetimde şiddet olmaz, olamaz. Olursa güzel bir yönetim değil zulümat olur.
''Bu gece ölebileceğini, bunun gerektiğini düşündü ama ölüm düşüncesini hiç de korkunç bulmadı; çünkü hayattan bir zevk almamış, yaşamı bitmek bilmez bir esaret olmuş, o da bundan bıkmıştı.'' devamında “Günahkârın biriyim ben ama kabahati bende mi? Beni Tanrı böyle yaratmadı mı? Eğer günahkârsam, suç benim mi?” Tolstoy hayatla ve ölümle müstehzi bir dilde kitabı yazmış. İnsanoğlunun çıkmaz sokağı hep benzer. Egzistansiyalist tutumu da beraber götürerek üç hikaye ile bize göstermiş. Dini de hikayelerinde göstermekten kendini alıkoymamış. Kitabı genel mânada beğendim. En etkilendiğim hikaye ''İnsan ne ile yaşar'' oldu. Olay örgüsüyle ve diyaloglarıyla en hoşuma gidense ''Uşak ve Bey'' oldu
Dostoyevski'nin kalemine bayıldım. Sanki ben yaşıyormuşum da o yazıyormuş gibi. Hele başkahraman ile empati kurmadan edemiyorsunuz, yazanın marifeti sayesinde. Raskolnikov'un yerinde asla olmak istemezdim. Zaten kan dondurucu olay ve sürekli bir yakalanma korkusu. Öyle bir hayata hayat denemez. Rüyamda görsem bile hemen uyanmak isterdim. Bence bu romanın kilit konusu savcı veya yakın arkadaşı Razumihin'in adamın üstüne gelmesi değil. Adamın vicdanının kendi üstüne gelmesi. Vicdandan kaçamazsın.
Kitap normal bildiğimiz kitaplar gibi değil. Bu beni hem kitaba çeken hem de kitaptan iten bir hâle soktu. Başta eskiden Sarıkum'da yaşayan kahraman tekrar küçüklüğünü geçirdiği beldeyi ziyaret ediyor. Birtakım anıları anlattıktan sonra yan karakter diye nitelendirebileceğimiz Müşfik adlı çocuğun daha sonra büyümüş halinin öyküsü şekline dönüyor. Araya bambaşka kişiler giriyor ;fakat tekrar Müşfik'e yöneliyor oklar. Bu sırada kişilerin psikanalizleri ağızlarından yazılmaya başlanıyor. Konsantre olmakta zorlandım ilk seferim olduğundan ama zamanla sardı. Beni en çok etkileyen Müşfik'in dostluğa bakış açısı oldu, Rânâ'nın ilişkiye bakışı ve daha da çok Dilâver Hanım'ın düşünceleri. Dilâver Hanım'ın psikanalizi aşırı etkileyiciydi. Bilge Karasu'nun okuduğum ilk kitabıydı. Geçmiş zaman yazarlığından mı ya da ondan bağımsız mı bilmiyorum, kalemi tuhaf geldi bana. Okuması ne zor ne kolay. Bir kitabını daha okumak isterim.