inci, 988 adet değerlendirme yapmış.  (25/142)
Oyuncu
Oyuncu

10

https://illekitap.blogspot.com/2020/07/vi-keeland-oyuncu.html Vi Keelan çok sevdiğim yazarlardan biridir. Şimdiye kadar ülkemizde yayınlanan bütün kitaplarını okudum ve Oyuncu'da çıkınca okumadan geçemezdim. Bu yüzden ay bitmeden size Oyuncu'nun yorumuyla geldim. Bu sıralar hem iş yoğunluğum hem de kuzenimin nikah hazırlıkları derken elime pek kitap alamadım bu yüzden yorumlarım çok gecikmeli geldi ama hiç okumamaktansa az okumak iyidir diyerek normalde bir günde bitireceğim kitabı üç günde bitirmiş olduğumu da araya sıkıştırayım. Özellikle kitaplarını çok sevdiğim yazar Vi Keeland'ın kitabını... Öncelikle kitabın çok akıcı, eğleceli, ateşli, aşk dolu bir kurguya sahip olduğunu söylemeliyim. Bir de yetişkin okurlara hitap ettiğini de çünkü +18 sahneleri var ve rahatsız olanların uzak durması gerektiğine dair uyarımı da yapayım. Kısaca kitabın konusundan bahsetmek gerekirse; Delilah bir spor muhabiri ve ünlü bir Amerikan Futbolu oyun kurucusu olan Brody ile ilk soyunma odası röportajını yapacağında genç adamın radarına takılmış ve onun kışkırtmalarına maruz kalmıştır. Sonrasında ikili arasında röportajlar ve arada beraber yolculuk yapmak zorunda kalmaları sonucunda aralarındaki çekime engel olmayıp bir ilişkiye başladıklarında her ikisinin de geçmişi peşlerini bırakmaz. Her ne kadar geçmişte bıraktıklarını düşünseler de yaşanan aşk önlerine çıkınca tereddütler, endişeler ve korkularda işin içine girince Delilah ve Brody'nin aşkları çok büyük bir sınavdan geçer. Sınavdan kalıp kalmayacakları ise kitapta gizli... Brody'i çok sevdiğimi söylemeliyim. Zaten Vi Keeland erkekleri genelde nasılsa Brody de öyleydi. Özgüveni yüksek, kendine güvenen ve ne istediğini bilen, sevdiğini söyleyen ve sevdiği kadından vazgeçmeyen adamlar yazıyor. Brody de o karakterlerden biriydi. Biz kadınların sevdiği her şey vardı yani :) Bunun yanında Delilah ise... kadının güçlü ve ayakları üzerinde duran bir kadın olmasının yanında tam da Brody'e kafa tutacak bir kadın olması çok güzeldi. Ama en çok hoşuma giden de Brody'e güvenmesi ve onun yapmadım dediğinde buna inanması güvenmesi çok güzeldi. Keşke kendi duygularına da böylesine güvenebilseydi... Vi Keeland'ın kitaplarında en sevdiğim şeylerden biri de aşk romanları olmasının yanında karakterlerin arkadaşlık ilişkilerine değinmesi ve bunu anlatırken de çok güzel kurgulamasıydı. Burada da Delilah'ın en yakın arkadaşı Indie'nin tavırları, arkadaşını çok iyi tanıması ve onun en zor zamanında yanında olması falan çok güzeldi. Willow'un tam bir sürtük olduğunu düşündüm. Geçmiştin gelecek asla olmayacaksın neden uğraşırsın. Kendi hataların yüzünde kaybettin sen adamı daha ne adım atarsın... ama bu kadının kurgularında en güzel şeyde gereksiz entrika ve takıntılı sevgililerin olmaması... Willow'da çabuk anladı ve gitti. Willow'un büyükannesiyle yaşananlar çok duygusaldı ve bence Brody'i tanımak, anlamak ve karakterini anlamak için çok güzel detaylardı. Kitabın sonunda yaşananlar çok güzeldi. O son bölüm var ya... çok tatlıydılar, çok şekerdiler... Brody aşkım benim olabilir misin diyesim geldi yani o kadar güzeldi o son bölüm. Yazarın kitaplarının hiçbiri seri değil, bağımsız okunabilinir. Romantik ve zaman zaman erotik diyebileceğimiz detayları olan bir kitaptı. Yani yetişkin bir kitaptı. Ben çok beğendim. Romans severlere de tavsiye ederim okuyun.

Atlantis'in Düşmanları (poseidon Savaşçıları #6)
Atlantis'in Düşmanları (poseidon Savaşçıları #6)

8

https://illekitap.blogspot.com/2020/07/alyssa-day-atlantisin-dusmanlar.html Seriye son sürat devam ediyorum ve bitirmeye de kararlıyım. Her ne kadar araya kitaplar sokarak ilerlesem de seri bitmeden başka seriyi bitirmeden bırakmak yok :D Poseidon Savaşçıları serisinin 6. kitabı olan Atlantis'in Düşmanları, yalnızlığıyla, etrafındakilere karşı olan güvensizliği ve sevgisizliğiyle bilinen Christope'un hikayesini anlatıyor. Serinin kitapları ilerledikçe savaşçıların duygularına daha fazla yer verilmeye başlanış gibi... Bunda da Brennan'dan sonra Christope'un duygularının daha fazla okuduk. Aslında bu durumdan pek de şikayetçi değilim açıkçası çünkü savaşçı kişiliklerinin ardında nasıl da tatlı adamların yer aldığını okumak çok zevkli. O güçlü yenilmez savaşçılar bir kadının yanında yumuşacık ve uzlaşması olması muhteşem :D Alyssa Day'in keşke daha fazla kitabını okuma şansımız olsa diyorum bu kitapları her okuyuşumda. Çünkü cidden sıkmayan kurguları, gereksiz uzatılmayan olayları, inişli çıkışlı değil de hep ileri giden ilişkileriyle hem aşkı hem arkadaşlığı ve bağlılığı konu alırken su gibi akan hikayeler bizlerin önüne koyuyor. Durum böyle olunca da diğer serileri nasıl acaba diye düşünmeme neden oluyor. Umarım yayınevleri bu yazarın diğer kitaplarını da bizlerle buluştururlar. Kitabın konusuna kısacık bir değinirsek eğer; Christope'un bir görevi vardır. Bu görevi bir önceki kitapta zaten okumuştuk. Trident'e eklenmesi gereken aquamarine taşlardan biri olan Siren'in alınmsaı için Christope'u görevlendirmişlerdi. Siren'in nerede olduğunu öğrenen Christope, onu almak için yaptığı bir yolculukta Londra'nın Kızıl Ninja'sı olarak tanınan Fiona'yla yolları kesişir. Genç kadında Siren'in takılı olduğu kılıcı çalmak için gelmiştir. Her ne kadar o an aralarındaki çekim her ikisini de şaşkına uğratsa da ikisi de ne kılıcı ne de Siren'i almadan kaçmak zorunda kalırlar. Ama onların peşinden Siren de kılıç da çalınır... Christope, Fiona'yla beraber çalışmaya başlarlar ancak aralarındaki çekime de karşı koyamazlar. Siren'in kimde olduğunu araştırırken aynı zamanda aralarında filizlenmeye başlamış olan aşkı da yaşarken geçmişlerinin gölgelerinin izlerini de üstlerinden atmaları için birbirlerine ihtiyaçları vardı... Her ikisini de çok büyük bir savaş bekliyordur... ama daha büyük bir savaş da aşkları için vermeleri gerekmektedir çünkü Siren, bir peri prensinin elindedir ve bu adama dünyayı kontrol etmesine neden olacak gücü sağlayabilecektir. Üstelik bu adam Christope'u öldürmek Fiona'yı da eşi yapmak istemektedir... Öncelikle dediğim gibi bu kitapta da Brennan'ın hikayesinde olduğu gibi Christope'un duygularına daha fazla yer verilmişti. Bu durumdan asla şikayetçi değilim çünkü savaşçıların duygularını okumak çok güzeldi özellikle ruh birleşmesi gibi özel bir durumu yaşayacak kadar aşık olduklarında. Fiona ise... bazen içindeki o Kızıl Ninja duygusu ve savaşçı kişiliğine hayran olup sevdim. Ancak bazen de gereksiz yere cesaret gösterisi yapmasına da sinir oldum diyebilirim. Mesela vampir saldırısına uğradıkları bir sahne var ve bunu Christope fark ediyor buna arabada kalın diyor ama artistlik yapıp arabadan iniyor ve vampir saldırısında donup kalıyor... arkadaş madem korkacaksın adamı dinle de gereksiz yere onu da zor duruma sokma ama değil mi? O detaylarda sinirimi bozdu açıkçası... Tamam altta kalmak istemiyorsun, savaşçısı sen de falan ama cesaret edip savaşa giriyorsan savaşacaksın... Kitapta sevdiğim kısımlar olduğu kadar sevmediğim kısımlarda var ve hepsinden bahsedeceğim. Ama önce sevdiklerim olsun :) Christope'un Fiona'yla beraber ilk kez Atlantis'e gittiklerinde muhafızların karşılaması ve oradaki sohbetler çok güzeldi. Ama daha eğlencelisi ise Conlan, Riley ve Alaric'in atışmalarını görmek de çok güzeldi. Bu üçlü resmen vazgeçilmezim gibiler... :D Tabii bir de sonunda Justice, Brennan ve Bastien'in savaş için yardıma gelmeleri de güzel bir detaydı. Ama bunların yanında eksik gelen kısımlar da vardı. Mesela en büyük eksiklik peri prensi Siren'i ele geçirdiğinde olanlar çok basit anlatılmış gibi geldi bana. Belki sizlere öyle gelmez ama ben daha iyisini beklerdim. Çünkü ne olaylar ne savaşlar okuduk ve bu çok basitti. Hiçbir savaş kısmı yoktu, mücadele, plan falan yapma kısımları da eksikti ve peri prensini çok kolay yendiler. Daha heyecanlı olmasını beklerdim o kısımların... ya da Declan'ın perilerin diyarından kurtulmasını da daha detaylı okumak isterdim o kısımlarda çok basitti gibi ama hadi o kısımların bir açıklaması vardı en azından... Bir de Denal'ın yaşadıkları... çok üstü kapalı gibiydi... daha detaylı okumak isterdim ya da onun da geleceğini okumak isterdim. Mutlu mu değil mi? belli olmayan bir sonu var gibiydi. Bence serinin diğer kitaplarının yanında bir tık altta kalmış gibiydi. Diğer kitaplardaki ekşın kısım bunda yoktu ve o nefes kesen olaylar döngüsü de yoktu bu yüzden diğer kitaplardan geride kaldı benim nazarımda. Diğerleri hep 5 üzerinden 5 likti ama bu 4'lük diyebilirim. O da eğlendiren ve severek okuduğum satırların hatırınaydı… İşte böyle... umarım seri biterken diğer iki kitabı da böyle olmaz, daha iyilerini okuruz özellikle son ikinin çok iyi olmasını bekliyorum çünkü Atlantis'in yükselmesine çok az kaldı :)

Kır Zincirlerini (MacLeods of Skye Üçlemesi, #3)
Kır Zincirlerini (MacLeods of Skye Üçlemesi, #3)

8

https://illekitap.blogspot.com/2020/07/monica-mccarty-kr-zincirlerini-macleods.html Dur durak bilmeden Monica McCarty okumaya devam ediyorum iyi ki okumadığım bir üçlemesi ve başlayıp da henüz sonlandırmadığım başka bir serisi daha var ki doyasıya okumaya devam edeceğim :D MacLeods of Skye Üçlemesinin son kitabı Kır Zincirleri'nin yorumu ile karşısınızdayım. Serinin son kitabı olması hem iyi hem kötü... iyi çünkü çok güzel bir hikaye sonlandı kötü çünkü çok severek okuduğum karakterleri bir daha göremeyecek olmam... Monica McCarty'nin kitaplarını çok severim ki bunu da birçok takipçim bilir. Bu seriyi yeni basımları ile tekrardan okumamdan ve diğer serilerini de almış olmamdan ne kadar çok sevdiğimi anlaşılır ki yakında o kitaplarında yorumlarıyla karşınızda yerimi alacağım. Bu arada her ne kadar her kitap başka bir kardeşi anlatsa da kurgusal olarak devam niteliğinde olmasa da olaylar ve karakterleri daha iyi tanımak adına sıralı okumanız daha iyi olur. İlk kitap Asi Rory MacLeods'un hikayesi, ikinci kitap Maskesiz Alex MacLeods'un hikayesi ve son olarak da Kır Zincirleri Flora MacLeods'un hikayesi... Kitabın kısaca konusundan bahsetmek gerekirse; Flora, annesini mutsuzluğundan ve evliliklerin ardından yaşadıklarından kendince ders çıkararak hiçbir Highlandlı'nın görev için veya kendi zengin çeyizi için evlenmemesi için ve evleneceği adamı kendi seçmek adına kendince bir plan yapar. Bu planda saraydan tanıdığı Lord Murray ile kaçarak evlenmektir. Ancak tam kaçmaları sırasında Lachlan tarafından yolu kesilir ve genç kadın Lachlan tarafından esir alanır. Lachlan'ın da planı bir şekilde Flora'nın gönlünü çalıp evlenmeye ikna etmektir çünkü genç kadının kuzeni ile yaptığı anlaşma sonucunda bu evlilikle hem hapiste olan kardeşini kurtaracaktır hem de kazanacağı güçle kaybettiği toprakları geri kazanabilecektir. Ancak Flora'nın asla bu anlaşmayı bilmemesi gerekiyor ve tamamen kendi isteğiyle Lachlan ile beraber olmalı... Ama bütün bunların yanında en büyük sorunda Lachlan'ın düşmanı ve Flora'nın ağabeyi olan Hector... Hector'da Lachlan'ı yenebilmek için her şeyi yapabilecek bir adamdır... Flora ve Lachlan'ın aşklarının önünde çok büyük engel vardı tabi önce birbirlerine karşı aşklarını kabullenmeleri gerekmektedir. Öncelikle her ne kadar ağabeyleri ve kuzeni tarafından istemediği bir evliliğe zorlanacağını düşünse de Rory'nin ve diğerlerinin asla Flora'yı böyle bir evliliğe zorlama gibi bir durumlarının ve niyetlerinin olmaması çok güzeldi. Hatta Rory'nın Lachlan'ın karşısına dikilip de Flora'nın rızası olmadan asla bu evliliğin gerçekleşmeyeceği konusunda tavırları çok güzeldi. Flora'nın asi kişiliği, Lachlan'ı çileden çıkarmak için yaptıkları çok güzeldi. Ama en iyisi de gömleğine gül deseni işleyip ve kız gibi kokmasını sağlamasıydı o sahnede güldüm :D Ayrıca Flora'nın Lachlan'ın kız kardeşleri Gilly ve Mary ile çok iyi anlaşıp da müttefik olmaları çok tatlıydı. Lachlan'ın hiç tecrübesi olmadığı konularda Flora ile ilgili detaylarda çok tatlıydı tam bir acemi aşıktı ve bütün o sorumluluklarının arasında bir nefes alma molası gibiydi Flora ile olması... bence mu mutluluğu da hak etti genç adam. Flora'nın ağabeyi Hector'dan bir hinlik bekliyordum ki adam beni yanıltmadı. Pis, şerefsiz... kız senin kardeşin, insan kardeşine böyle şeyler yapar mı? O son bölümde Hector ile olanlar soluksuz okunan satırlardı. Hain adam resmen kardeşini ölüme gönderiyordu ama umurunda bile değildi adamın. Tek derdi Lachlan'ın teslimiyeti, yenilgiyi kabul etmesi, Hector'a boyun eğmesi... böyle insanların ne yazık ki yaşadığı bir gerçek ama hepsi ölse keşke... çok mu kötü oldum şuanda :D ama Hector hak etti. Neyse ben Lachlan ile Flora'ya döneyim :D onların cephesi daha güzel. Daha romantik, daha sevimli... Flora'nın kaçarken boğulma tehlikesi atlatması, sonrasında Lachlan'ın yüzme öğretme çabası, sonrasında saldırıya uğradıklarında genç kadının Lachlan'ın öldüğünü sandığındaki kısımlar çok güzeldi. Ama asıl işte bu dediğim yer ise... Rory'nin Flora'ya evlenmeyi kendi rızasıyla mı yoksa zorlama ile mi olduğunu sorduğundaki tepkisi. Flora'nın yanağından makas alması falan çook şekerdi :) Özlemişim Rory'i dedim ki o da ayrı bir odundu ama Isabel ile evlenmesi adama yaramış daha sevimli olmuş. Ayy ben bu seriyi çok severek okumuştum keşke bitmeseydi hepsini çift olarak daha fazla okuyabilseydik. Ayrıca yazarın en güzel özelliği de kullandığı olaylar ya da karakterler gerçek hayatta yaşamış olan kişiler ya da yaşanmış olan olaylar bu da kitaplarında biraz da tarihi bilgi de içeriyor. Bu da bence türlerinden ayırıyor yazarın kitaplarını. Mesela bu kitapta da gerçekte Lachlan ve Flora adında kişiler yaşamış ve gerçekten de evlenmişler. :) Leydi kayası diye bir kaya gerçekten var ve benzer bir hikayesi var... İşte bu yüzden bu kadının kitapları bence çok daha güzel ve etkileyici. Bence mutlaka okuyun bu yazarı :)

Atlantis'in Muhafızları - ( Poseidon Savaşçıları #5 )
Atlantis'in Muhafızları - ( Poseidon Savaşçıları #5 )

10

https://illekitap.blogspot.com/2020/07/alyssa-day-atlantisin-muhafzlar.html Poseidon Savaşçıları Serisine bu ayda kaldığım yerden devam ediyorum.Sırada 5. kitabı Savaşçı Brennan'ın hikayesi vardı. Aslında hikayesine diğer iki kitapta hafiften belirtmişti nasıl bir fırtınalı aşk yaşayacağını ama detaylarını bu kitapta okudum ve muhteşemdi. Alyssa Day'in fantastik, paranormal türde olan 8 kitaptan oluşan serisi Poseidon'un Savaşçıları'nın 5. kitabıydı Atlantis'in Muhafızları. Yine akıcı, merak uyandırıcı, dinmek bilmeyen olayların olduğu, ilk sayfadan son sayfaya kadar nefes kesen, aşk dolu bir kitaptı. Her ne kadar seri her kitapta başka karakteri anlatıyor olsa da birbiriyle bağımlı olan kitaplar. Mesela Brennan'ın hikayesine 3. kitap Justice'in hikayesinden hafifçe vurgulanmaya başlandı ve 4. kitap Alexios'ta da yine hafiften kendini gösterdi. Bu yüzden seriyi size tavsiyem birden başlayıp sırayla okumanız. Kitabın kısaca konusundan bahsetmek gerekirse; Poseidon tarafından lanetlenerek duyguları alınan ve hiçbir şey hissetmeyen Brennan, Tiernan'ı gördüğünde içinde canlanan sahiplenme duygusu ile harekete geçen duyguları karşısında afallasa ve kendini kontrol etmekte zorlansa da Tiernan'dan uzaklaştığında ve onu görmediğinde tamamen unutuyordur. Aldıkları yeni görev yüzünden Tiernan ile çalışmak zorunda olan Brennan, duygularını anlamaya ve dahası da bu durumu Tiernan'a anlatmak zorunda kalır. Bir gece aldıkları görev için vampirlerin arasında kalacakları bir otele yerleşen Tiernan ve Brennan bütün gerçeği, kendi ile ilgili lanetle ilgili bütün gerçeği Tiernan'a anlattığında genç kadın bunu anlayışla karşılar ve ona yardımcı olabilmek için Brennan'ın yanında kalır. Onun gözünün önünden sadece tuvalet ihtiyacı için bile ayrıldığında kendisini unutmaya başladığını fark edince hep onun gözü önünde olabilecek şekilde hareket eder. Ancak işler karmaşık hale gelince ve Atlantis'e gitmek zorunda kaldıklarında Brenan ile aralarındaki ruh birleşmesinin farkına varırlar. Aralarında yavaşça da filizlenen aşk ikilinin çok büyük bir sınavdan geçmesine neden olur. Özellikle de vampirlerin beyin kontrolü üzerinde yaptıkları deneyleri yok etme çabası ile çalışırken kendileri denek olduğunda ve birbirlerinden koptuklarında olaylar iyice karmaşıklaşır. Öncelikle Brennan merak ettiklerimden biriydi çünkü duygusuzluğunun nedeni, sonrasında nasıl hissedecek ve nasıl aşık olacak hep meraklardaydım. Beklentimi bundan daha iyi olamazdı. Çünkü Brennan'ın duygularına o kadar iyi anlatılmıştı ki sanki o çaresizliği, korkuyu, çelişkileri ben yaşıyormuşum gibi hissettim. Justice haricinde diğer savaşçıların düşüncelerine bu kadar yer verilmemişti Justice'den sonra Brennan'ın duygularına en çok yer veren kitaptı. Yani şunu demek istiyorum ki hep kadın ve erkek karakterin duygularına eşit yer veriliyordu ama Justice'de onun kendi kişilik özelliklerinden dolayı daha fazla yer verilmişti bir de bu kitapta Brennan'ın duygularına yine fazla yer verildi. Hatta belki de en fazla bunda bir savaşçının duygularından bahsedildi. Gerçi bu kitaba da başkası olmazdı çünkü Brennan'ın iç dünyasını daha iyi anlamamıza da yardımcı oldu. Brennan'ın içinde yaşadıkları, korkuları, çaresizlikleri çok iyi anlatılmıştı. Okurken hep içim acıdı yüreğim burkuldu. Düşünsenize birine aşıksınız, onu hayatınızdan çok seviyorsunuz ama gözünüzün önünden uzaklaşsa, uyusanız onu unutacaksınız ve hatırlamayacaksınız... nasıl da büyük bir acı... Brennan'ın uyumak istememesine ve uyumamak için her şeyi yapmasına neden olacak kadar büyük bir acı... Bir de tehlikedesiniz, hayatınız söz konusu ve sevdiğiniz insanı unutup onu kurtarma konusunda verdiğiniz sözleri yerine getiremeyebileceğiniz söz konusu iken... Brennan'ın kitabının bu kadar etkileyici olacağını düşünmemiştim. Tiernan ise... tam da Brennan'a yakışacak kadındı. Gerçi hepsi kendine yakışan kadını buldu ama hiçbiri bence Tiernan gibi sınanmadı... Quinn hariç diyerek onu ve Alaric'i dışarıda tutuyorum çünkü onlarınki bambaşka bir şey... ama onlardan sonra en zor sınanan kişiydi Tiernan. Çünkü açık olduğunuz adam sizi unutma olasılığına sahip... Karakterlerden çok bahsettim dimi azıcık olaylara da değinmek istiyorum. Otelde, Brennan'ın Tiernan ile karşılaşması, orada yaşadığı duygusal krizler ve genç kadının o durumdaki tavırları çok iyiydi. Brennan'a o sahnelerde yüreğim acıdı resmen... Deneylerin arkasındaki isimlerden biri olan vampir Devon ve Deidre'den bir şey çıkacak diye beklerken öyle bir vurgun yaptılar ki... işte bu dedirtti kitapta. Sevdim o detayları... Ama Deidre'nin kim olduğu ve sonu çok üzücüydü... Devon'ın o zaman yaşadıkları çok fenaydı. Tiernan ve Brennan'ın laboratuvarda yaşadıkları... hep deney sandalyesine oturmadan önce kurtulabileceklerini ummuştum ama yazar beni resmen damdan düşer gibi yere çarptı ve yok artık dedirtti. Beklemiyordum! Brennan'ın o hallerde olacağını, Tiernan'ın direnebileceğini, sonrasında yaşananlar cidden benim için şaşırtıcı detaylardı. Açıkçası bütün o deneyler sonucunda içten içe Tiernan'ı unutan Brennan'ın beyninin derinlilerinde o tanımışlık hissi falan çok iyi anlatılmıştı. Ancak.. Kitabın en vurucu detayı bence Tiernan'ın son deneyde yaşadıkları ve Brennan'ın tepkisiydi. Anlatmayacağım çünkü spoilerin dibi olur ama dehşet iyiydi. Bir de bu serinin en sevdiğim özelliklerinden biri de kitabın sonunda tanrıların yaptıkları o kaprisli gösteriler. :D Bunda da yine Poseidon boy gösterdi ve çok eğlenceliydi o satırlar. Özellikle Tiernan'ın Poseidon'a diklenmesi.. Poseidon'un verdiği tepkiler çok iyiydi. Poseiodn'un Tiernan'a "Sen de hemcinslerine benziyorsan, yakında sonsuzluğun daha kısa olmasını dilemesine neden olacaksın." demesinde koptum. Cidden güldüm... Tanrı falan ama kadın milletini tanıyor adam dedim :D Kitabı çok severek okudum. Cidden, bu seriyi çok büyük bir zevkle okuyorum. Fantastik, paranormal, vampirli, biçim değiştirenli, Yunan mitlerine dayanan ve aklınıza gelebilecek her fantastik canlının yer aldığı bir tür, bu tür şeyleri okumayı seviyorsanız mutlaka deneyin. Ahh, bir de aşk okumayı seviyorsanız mutlaka deneyin. Çünkü bu savaşçılar çok güzel seviyor :D

Maskesiz (MacLeods of Skye Üçlemesi, #2)
Maskesiz (MacLeods of Skye Üçlemesi, #2)

10

https://illekitap.blogspot.com/2020/07/monica-mccarty-maskesiz-macleods-of.html Kitaplarına taptığım yazarlardan biri olan Monica McCarty'nin McLeods of Skye Üçlemesi'nin ikinci kitabını da okudum. Aslında bu serisi daha öncesinde Koridor Yayınları'ndan çıktığına okumuştum ama şimdi yeni basımlarıyla alıp okumam gerektiğini düşünerek aldım ve okudum yeniden... milyonuncu kez belki de... Kadının kitaplarını ciddi anlamda çok seviyorum ve historical romans severlere özellikle İskoç temalı ve kurgu olsa da bir kısmı gerçekliğe dayanan olayları okumayı da seviyorsanız bu yazarı mutlaka denemelisiniz. McLeods of Skye Üçlemesinin ilk kitabı Asi, Rory McLeods'un hikayesi ikinci kitap Alex'in hikayesiydi ve üçüncüsü de yeni basımıyla çıktı o da küçük kız kardeşleri Flora'nın hikayesi. Onu da aldım ve bu ay bitmeden okuyacaklarımdan biri olmasını planlıyorum. Eğer araya başka kitaplar girmezse... Kitabın kısaca konusuna değinmek gerekirse; Meg, klanının refahı ve ağabeyinin yetersizliği için hem klanına hem de ağabeyinin hakkı olan liderliğine saygı duyacak ama yardımcı da olacak bir adamla evlilik yapmak zorunda olduğunu kabullenerek saraya gider. Yolda saldırıya uğrayan genç kadını saldırganların elinden Alex McLeods kurtarır. Her ne kadar aralarında ilk görüşte aşkın kıvılcımı çaksa da Alex'in kendine verdiği sözü ve geçmişte yaptığı gençlik hatasından sonra vicdani sorumluluğu ile çıkacağı görevde bir kadına yer olmadığının farkında olduğundan o küçük çatışmayı ve Meg'i unutmak için yoluna devam eder. Meg'i ise kendi sorumluluklarıyla bırakır. Sarayda Meg kendine uygun bir eş aramaya çalışırken ve kendine en uygun olan eş olarak Jamie Campbell'ın seçmişken aslında rüyalarını süsleyen ve asla unutamadığı kendini kurtaran savaşçı Alex'i sarayda görmesi işleri daha da karmaşık hale getirir. Alex'de her ne kadar Meg'den uzak duracağına kendi kendine söz verse de her seferinde genç kadına çekilmesi ve Meg'in de Alex'in peşini bırakmaması her ikilisini de çıkmaza sürüklerken önlerindeki savaş olayları daha da karmaşıklaştırır. Meg görevi ile aşkı arasında kalırken Alex daha büyük bir sorunla başa çıkmaya çalışmaktadır. Aşkı, görevi ve vicdanı ile... Çünkü artık görev bilinciyle atan kalbi Meg'in aşkı için atmaktadır... Ve bu aşk gelecekleri olmayan, Meg'in de hayatını riske atabilecek bir aşktır. Öncelikle Alex'i ilk kitaptan beri kendini kanıtlama, bir şeyler için hep bir sorumluluk alma modunda okumuştum bunda da kuzenlerinin ölümünden kendini suçlaması ve bunun sorumluluğunu alarak ona göre davranması çok iyi kurgulanmıştı. Alex'in duyguları o kadar güzel anlatılmıştı ki o vicdani rahatsızlığı, pişmanlığı ve suçluluk duygusunu okurken ben hissediyor gibiydim hep. Zaten Alex'in Meg'in aşkından hep kaçma modunda olması da bu duygulardan dolayıydı ama karşısındaki kadın istediğini alma konusunda o kadar azimli çıktı ki Alex nereye kadar kaçabilecekti ki :D Meg ise, kadın her şeyine hayran kaldım resmen. Alex'e de senin gibi bir kadın lazımdı daha azı olamazdı asla. Meg'in güçlü kişiliği, klanı için göz aldıkları ve sonrasında kalbi ile görev bilinci arasında kaldığı noktada aldığı riskli kararlar muhteşemdi. Öyle ki bir an için... aşkı ve görevi arasında kaldı ve görevini seçti... kadın sen cidden güçlüsün ve Alex'e de yakıştın. Meg'in pes etmeden ve Alex'e olan inancını bozmadan onun için çırpınması çok iyiydi. Özellikle son olarak gerçekleri öğrendiğinde göze aldığı riskler muhteşemdi. Tek kelimeyle ölümüne seven bir kadının alacağı risklerdi. Hayranlık uyandırıcıydı. Bir de Alex, Meg'in dinlediğini bildiği halde yaptığı konuşma... o son konuşma sonrasında Meg'in tavrı... ayakta alkışlanacak derecedeydi. Jamie'ye ise... adam cidden adamdı. Her şeye rağmen Meg'i mutlu edeceğine inandığı için ve onun görevine saygı duyduğu için göze aldığı evlilik kararı gözümde Jamie'yi yüceltti. Ama asıl hamlesi de Meg'in evlilik teklifine ne kadar vereceğini öğrenmeye gittiğinde Alex hakkında anlattıklarıydı. Adam... seni sevdim. Başlarda sevmiyor gibi hissetsem de insanlar yaptıkları eylemleriyle sevilirler ya sen o son yaptıklarınla gönlümü fethettin. Kitabın en güzel tarafları savaş sahneleriydi. Monica McCarty o kısımları cidden çok iyi kaleme alıyor. İskoçların düsturlarını anlatış şekli, savaş stratejileri ve daha da önemlisi aslında o savaşların aslında gerçekten yaşandığını sadece karakterlerin kurgulandığını belirten anlatımları muhteşem. Yazarın şimdiye kadar okuduğum bütün kitaplarında denk geldiğim şey, evet historical romans yazıyor olabilir ama o aşk hikayelerinin altında yatan gerçekliğe dayanan olaylara da değinmesi... Mesela bu kitapta da Fife Maceraperestlerin yaptığı saldırılar ve savaşların aslında gerçekte yaşanmış olması... Alex McLeods adında bir Highlandlı'nın gerçekten var olması ve Margeret Mackinnon adında bir kadınla evlenmesi... aslında kitaplarının şöyle bir özeliği var olaylar gerçek ama bu olaylar biraz kurgulaştırılarak eşsiz aşk hikayelerine dönüştürülmesi.. bu yazarı zaten diğerlerinden ayıran özellik de bu. Bu yüzden bu kadının kitaplarına tapıyorum ya... evet historical romans okuyoruz ama alttan alta da historical fiction'a da benziyor hikayeleri... Ben bu yazarın kitaplarını çok severek okuyorum ki ilk basımlarından okumuş olmama rağmen bu kitapları yeni basımlarından tekrar alıp okuyorum. Sizlere de tavsiye ederim. Bu türü sevenlerin özellikle kaçırmaması gereken bir yazar.

Bu Şehirde Kimse Yok mu?
Bu Şehirde Kimse Yok mu?

7

https://illekitap.blogspot.com/2020/07/rovsen-abdullaoglu-bu-sehirde-kimse-yok.html Bu ay hep okuduğum türlerin dışına çıkan bir türle karşınızdayım. Normalde pek tarzım olmadığını bilirsiniz ki genelde de okumam ama bu sefer sizlerin karşısına Psikolojik bir kitabın yorumuyla karşınızdayım. Azerbaycanlı bir yazar olan Rövşen Abdullaoğlu'nun psikoloji türündeki kitabı olan Bu Şehirde Kimse Yok mu? okunup bitti ve benim için diğer okuduğum türlerden sonra hoş bir değişiklik olduğunu itiraf etmeliyim. Kitap, her ne kadar bir kurgu üzerinde ilerliyor gibi görünse de aslında olaylar karşısındaki psikolojik irdelemeler, alıntılar kitabı farklı bir havaya sokmuş. Kitabın konusundan bahsetmek gerekirse; Willy bir zamanlar başarılı bir futbolcuyken ailesi ile yaşadığı sıkıntılar sonrasında çizdiği yolda kendi içinde yaşayan, çevresine dair hiçbir şeye karışmayan ama kendi iç dünyasında bazı kırgınlıklar, affedememeler ve büyük bir mutsuzlukla yaşayan ve bir hastanede çalışan temizlik görevlisidir. Çalıştığı hastaneye gelen Wisman, hastalığında artık hiçbir çıkışı kalmamış ve ölümü kabullenmiş, geçmişte yaşadıklarından dolayı Willy'den bambaşka tecrübelere sahip ve farklı bir bakış açısına sahip olması ikili arasındaki arkadaşlığı ilerletirken Wisman'ın tecrübeleri ve yol göstericiliği Willy'nin hayatında büyük değişikliklere yol açar. Öncelikle her ne kadar benim üzerimde öyle bir etkisi olmasa da Willy gibi düşünen ya da onun düşünce çizgisi etrafında dolanan kişiler için çok faydalı olacak bir kitap olduğunu söylemeliyim çünkü psikolojik analizleri ve yönlendirmeleri çok iyiydi. Benim için değil dememin sebebi de birçok nokta da Wisman gibi düşündüğümden olmasıdır çünkü benim hayata dair bakış açım tamamen aynı olmasa da Wisman'ınkiyle benzer doğrultuda olduğunu söylemeliyim. Bir kurgu üzerinden ilerlemesine rağmen içerisindeki psikolojik analizler ve anlatımlar kitaba benim nazarımda oldukça değişiklik katmıştı çünkü beni takip edenler bilir ki ben kurgu okumayı severim ve bu kitaptaki kurgu kısımlarına da bayıldığımı söyleyebilirim. Psikolojik kısımlarında ise bazen çok iyi desem de bazen sıkıldığımı hissettiğimi itiraf etmek istiyorum. Bu tür kitaplar sanırım benim tarzım değil ki zaten okuduğum ilk psikoloji kitabı sanırım. Kitabın kurgu kısmı ise... muhteşemdi. Willy'nin yaşadıkları, sonrasında kendi aile yaşantısı ve Wisman'ın yardımıyla kendi mutsuz aile hayatını düzene sokması çok güzeldi. Wisman'ın geçmişi, yaşadıkları ve buna rağmen hastanede yaptıkları ise harikaydı. Aslında eğer, psikolojik kısımlar işin içine girmeseydi ve tamamen Willy'nin ve Wisman'ın hayatına dair detayları daha duygu yoğunluğuyla yazılsaydı kitap kesinlikle muhteşem ötesi olurdu ama bu büyüyü ne yazık ki o analizler bozmuştu. En azından benim fikrim bu yönde. Kitaptaki maneviyata yönelik alıntılar, sözler, fikirler kitaptaki sanki duygu yoğunluğunu bozmuş gibiydi. Ben Wisman'ın babası ile ilgili olan kısımlarda tüylerim diken diken olup gözlerim dolacak hale gelebilirdim ya da Willy'nin ailesiyle yaşadıklarında içim sızlayabilirdi ama analitik bir şekilde düşünülmesi ve buna göre kurgulanması bence orada bir kopukluk yapmış gibiydi. Tekrar söylüyorum ben psikolojik kitapları pek okumam çünkü tarzım değildir ama bu kitabı değerlendirmem rica edildiğinde de Wisman'ın kanser hastası olması beni en zayıf noktamdan vurdu çünkü henüz 20 yaşındayken kanserden üniversite birincisi olan arkadaşımı kaybettim ve neredeyse 3 senedir de annemin kanser olmasıyla uğraşırken bu tür bir kurgu beni tam kalbimden yakaladı ve okumak istedim. İlk psikoloji türündeki kitap deneyimimde böylelikle olmuş oldu. Ne beklemem gerektiğini ya da hep böyle mi olur bu türler bir bilgim yok ama bildiğim bir şey vardı ki bu kitap benim hüngür hüngür ağlayacağım yüreğimde bir yer edinecek kitap olabilirdi analitik ve maviyat düzeyindeki kısımlar olmasaydı. Bunun haricinde kitabın başındaki alıntıları çok sevdim hatta bazen öyle cümleler vardı ki kitapta inanılmaz hoşuma gitti. Bazılarını da yorumda aralara ekleyeceğim. Bu türü seven bir okursanız bir şans verin derim eğer ki bu türü benim gibi hiç okumadıysanız tercihi size bırakıyorum. Ayrıca söylemeden geçemeyeceğim kitabın orijinal kapağı çok daha güzel keşke o kapak kullanılsaydı.

Kara Düşen Ay Işığı
Kara Düşen Ay Işığı

10

https://illekitap.blogspot.com/2020/07/lily-graham-kara-dusen-ay-isg.html Bir Auschwitz hikayesi daha... Gerçek yaşamlardan esinlenilerek yazılan bir historical fiction... Yine Yahudi Soykırımı... Yine Nazi Almanyası'nda harcanan canlar, eziyet gören insanlar, acılar... Ve Auschwitz'de bir mucizenin hikayesi... Kara Düşen Ay Işığı... Auschwitz temalı kurguları, hikayeleri çok severek okuyorum. Normalde tarih kitaplarını seven biri değilim ama gerçeklik barındıran ve yaşanmışlıkları kurgulaştıran hikayelerde tarihi öğrenmeyi severim. Tıpkı Aushwitz hakkında edindiğim birçok detayı öğrendiğim bu kitaplar ve kurguları sevdiğim gibi... Lily Graham, kitabın sonunda yazdığı nota göre bu kitabın hikayesini gerçek hikayeden esinlenerek oluşturmuş. Hatta biraz değiştirmiş, kurgu olduğu göz önüne alınırsa bu çok normal, ama geneli yaşanmış bir hikayeden alıntı olduğunu değinerek ve o dönem orada yaşayanlardan edindiği bilgilerle oluşturmuş kurgusunuz... Yani anlayacağınız, kitabın konusu gerçek hayattan alıntılanarak kurgulaştırılmış. Bence bu kitabın daha başka söze ihtiyacı yok! Yaşanmışlık kokan bir kitabın okura hissettirdikleri zaten ifade edilemez... Kitabın kısaca konusuna değinmek gerekirse; Eva, Auschwitz'de hayatta kalmaya çalışan ve tek amacı kocasını ve ailesini bulabilmek olan genç bir kadındır. Yanında çok sevdiği aradaşı Sophie'yle beraber hayatta kalmaya çalışırken Sophie'nin de küçük oğlu Tomas'ı bulmayı amaçlıyorlardır. Kampta hem hayatta kalmaya hem çalışmaya hem de muhafızlardan kendilerini korumaya çalışırken zor şartlarda yaşam savaşı verirken bir yandan umutlarını kaybetmeden aramalarına devam ederler. Bir gün yapılan iyiliklerin her zaman karşılık gördüğü Auschwitz'de Eva yaptığı iyilik karşısında kocasının yaşadığını ve nerede olduğunu öğrenir. Arkadaşı Sophie'nin de yardımıyla kocasını bulan ve onunla geçirdiği zamanların ardından hamile kalan Eva'nın yeni bir amacı daha vardır... muhafızlar anlamadan bebeğini dünyaya getirmeli ve onu hayatta tutmanın bir yolunu bulmalıdır. Eva'nın hayatta kalmak için çabalaması, umudunu kaybetmemesi, her şeye rağmen arayışlarına devam etmesi çok iyi anlatılmıştı ama bunların yanında asıl önemli olan da Eva'nın arkadaşlarına karşı yaptıklarıydı... belki sonrasında kazandığı o savaşın ön hazırlığıydı arkadaşlarına yaptığı iyilikler... Sophie'nin arkadaşı için yaptıkları, oğlu için savaşması çok güzeldi. Ama en son Eva ile kocası için yaptıkları sonrasında ise Eva'nın bebeğinin hayatı için yaptıkları muhteşemdi... yine de olmaması gereken bir sonu yaşadı... çok fena yürek burktu... Eva'nın hamileliği boyunca yaşadıkları ama her şeye rağmen bebeği için hayata tutunma çabaları annelik içgüdü ve bir kadının sevdiği adam için daha sonra da bebeği için yapabileceklerini gösteriyordu. Detay vermek istiyorum ama veremiyorum da çünkü bazı şeyler anlatılmadan okunmalı ki etkileyiciliğini kaybetmesin... bu yüzden detay veremeden yazıyorum yorumumu. Auschwitz'den kurtulmaları ve sonrasında yaşananlar... işte umut... vazgeçmemek... gerçek bir hayatta kalma savaşı dedirtti. Ama en güzeli de küçük Tomas'ın bulunması ve sonrasında gelen onca acıya rağmen mutlu aile hayatı... Kitapta en hoşuma giden kısımlardan biri de aralarda Eva'nın kocası ile tanışma hikayelerine dair geri dönüşler, neden kaçamadıkları ve Auschwitz'e gidişlerinin anlatılmasıydı. Bu hayatlar bir zamanlar yaşandı... insanın içini burkan, yüreğini sızlatan şey de bu... bunlar yaşandı... 1930-1940'larda bu insanlar bu hayatları yaşadı... Auschwitz'de hayatta kalmaya çalıştılar... kocalarını, annelerini, babalarını, çocuklarını, bebeklerini gözlerinin önünde öldürdüler ve bu acıyla yaşamaya zorunlu kılındılar... acılarla dolu, tecavüzlerle dolu, işkencelerle dolu, açlıkla, soğukla sınandılar... bazıları hayatta kalabildi bazıları kalamadı... Bizler bunları her ne kadar kurgu olarak okusak da kitaplarda görsek de... bu hayatlar yaşandı! Bunun ötesi yok! Bu yüzden bu tür kurgular hep benim en sevdiklerim olacak çünkü birçok insanın görmezden geldiği acıları gösteren kurgular. O hayatlar, orada can verenler bu hikayelerin bilinmesini de saygıyla anılmayı da hak ediyorlar! Size şiddetle tavsiye ederim Auschwitz içerikli kurguları okuyun çünkü hepsi gerçeklik, yaşanmışlık barındırıyor... Bu kitapta onlardan biri... Hani bir kitabı okursunuz, hissedersiniz, hüzünlenirsiniz ama bir yer de bir cümle, bir kelime okursunuz sizi hıçkırarak ağlatır ya... işte bu kitap öyle bir cümleyi içinde barındırdı benim için... Tavsiye ederim okuyun!