http://illekitap.blogspot.com/2018/11/maya-banks-surgun-mccabe-trilogy-2.html Bir kez daha bu ayı historical romans ayı yaptığıma memnun oldum yoksa McCabe Üçlemesi'ni okumayı devamlı erteleyecek ve böylesine muhteşem İskoçlardan mahrum kalacaktım. Benim gibi İskoç sever biri için oldukça kötü bir durum... bütün İskoç'ları okumalıyım ve hepsini kitaplığıma sıralamalıyım.. :) Maya Banks'in okuduğum ikinci kitabı aynı zamanda McCabe Üçlemesi'nin de ikinci kitabı Sürgün'de en az ilki kadar iyiydi hatta bence ondan daha da iyiydi. Yine akıcı ve sürükleyici bir kurgusu vardı kitabın ama bu sefer aşk ile görevler arasında kalmış bir çift vardı. Belki de bu imkansızlık kitabı ilk kitaba göre daha iyi yaptı benim gözümde bilemiyorum. Kitabın konusuna değinip ondan sonra detaylı bir yoruma gireceğim; İskoçyalı'nın Kolları kitabından tanıdığımız Alaric McCabe, ağabeyi ve erkek kardeşi Caelen ile beraber düşünülerek aldıkları kararlar sonrasında daha güçlü olup düşmanlarını yenebilmek adına McDonalds Klanı ile anlaşma yaparak McDonalds'ın varisi Rionna ile evlenmeye karar verir. Ağabey Ewan gibi aşkı bulma ümidinden vazgeçerek görevi için evlilik yoluna girmeye karar veren Alaric, Rionna'nın klanına giderken saldırıya uğrar ve ağır bir şekilde yaralanır. Onu bulan Keeley hem Alaric'i iyileştirmeye çalışır hem de kapısına gelen ve ağır yaralı bu askere farkına varmadan aşık olmaya başlar. Alaric'in yaralanıp ortadan kaybolmasının ardından McCabe kardeşler onları bulduktan sonra Keeley'i de alarak Alaric'i kendi topraklarında iyileştirmesini ister. Kendi klanından sürgün yemiş olan Keeley, kimsesizliği ile McCabe topraklarındaki sahiplenilme karşısında bir yere ait olmanın ne demek olduğunu yeniden tadarken Alaric'in Rionna ile evlenmek zorunda olduğu gerçeği ile sarsılır. Alaric ve Keeley, aşklarını geçici süreliğine de olsa yaşayıp sonrasında kalplerine gömüp Alaric'in görevini yerine getirmeye karar verirler. Kalpleri birbirleri için çarpsa da kaderlerinin ayrı olduklarını düşünürken aslında kaderin onlar için o kadar inanılmaz bir sürprizi vardır ki bütün sorunlar çözülürken aslında yeni sorunlar boy gösterir. Öncelikle kitapta Ewan ve Mairin'i bolca görmemiz kadar güzel bir şey olamaz. Aşık bir adam olan Ewan'ın şimdi doğumu yakın olan Mairin için endişelenmesini okumak çok tatlıydı. Ayrıca bu sefer Christina ile Cormac'ı da mutlu sona uğurladık. Onları da ilk kitapta bolca görmüş birbirlerine attıkları kaçak bakışları yakalamıştık. Onları da mutlu sona uğurladık bence yazar burada bu detayı işleyerek çok güzel yapmış. Bir okur olarak yan karakterlerin de aslında ne kadar önemli olduğunu görmeyi çok severim, yazar bana bunu tattırdı. Alaric ile Keeley arasında geçenler çok romantik, çok duygusaldı ve hüzün doluydu. Alaric'in yapmak zorunda olduğu evliliğe kadar birbirleriyle geçirdikleri zamanı biriktirip gelecekte o anılarla teselli bulma çabalar... Bu paragraf spoiler olacak ama, kitapta en çok yaralayan kısımlardan biri Alaric'in evlenmeden önceki gece göl kenarında Keeley'e veda edip son kez sarılıp öpmesi... bunun için Caelen'in yardımcı olması... bir diğeri de Keeley, Alaric'i korumak için okun önüne atlaması ve ölümle burun buruna gelmesiydi. O son sahnede Alaric, Keeley'i tekrar göl kenarına götürüyor, ona gerçekten veda edişi...gözlerimi doldurdu. Cidden muhteşem ötesiydi. İşte bu sahneler yüzünden ilkinden daha iyiydi diyorum. Çünkü aşkı iliklerine kadar hissettiriyordu. Kitabın sonlarında Caelen'in yaptığı muhteşemdi. Hayranlıkla okuduğum sayfalardı ve hep olmasını istediğim şey oldu. Rionna'nın verdiği tepkiye ben de şaşırdım ve içimden bir ses başka sebepler de olduğunu söylüyor sanırım o kısımları 3. kitapta okuyacağım. Mutlu sonları seven bir okurum ve şunu söylemeliyim ki Alaric ve Keeley'e mutlu son çok yakıştı :) Bu seriye mutlaka el atın! Benim gibi bu türü, İskoçları seviyorsanız kaçırmayın! Bu arada aşağıda size birkaç tanecik alıntı da bıraktım ;)
https://illekitap.blogspot.com/2018/11/maya-banks-iskocyalnn-kollarnda-mccabe.html Bu ay beni sık sık historical romans kitaplarının yorumlarıyla karşınızda göreceksiniz çünkü kasım ayını kendimce historical romans ayı ilan ederek bol bol bu türü okumaya karar verdim. Dolayısıyla da ilk olarak Garwood kitabı ile başladım sonrasında da oldukça tavsiye edilmesiyle aldığım Maya Banks'ın McCabe Üçlemesi ile bu ay ki okumalarıma devam ediyorum. Öncelikle söylemeliyim ki Maya Banks daha önce hiç okumadım halbuki yazarın yayımlanan birçok kitabı var ama ben nedense okumadım ama bu seriyle yazarla tanışmış oluyorum. Fark ettim ki daha önceden okumam gereken yazarlardanmış. Çünkü kurgularını kaleme alış şeklini beğendim. Olayların akışı, karakterlerin özellikleri, olaylara verdikleri tepkiler falan hepsi çok güzel kurgulanarak yazılmış bu yüzden bu yazarı severek okuyacağım yazarlardan biri olarak ilan edebilirim. :) Detaylı yoruma girmeden önce kitabın konusuna değinmek gerekirse; İskoçya Kralı'nın yeğeni olan Mairin, yıllarını manastırda geçirmiştir. Sahip olduğu muazzam çeyiz birçok para göz, hırslı adamın hedefi olsa da kendini bir yere kadar korumayı başarmıştır. Ancak bir gün kaldığı manastırdan acımasızca kaçırılan Mairin, yolda koruduğu Crispen ile beraber Cameron'ın kalesine gitmek zorunda kalır. Orada gördüğü muamelenin sonunda oradan kaçmayı başaran genç kadın, Crispen'ın amcası tarafından bulunup McCabe kalesine götürüldüğünde hayatının inanılmaz derecede değişeceğini bilemeyerek adımlar atmaya başlamak zorundadır. Ewan McCabe ile evlenmek zorunda kalan Mairin, korkarak girdiği bu yolda aşkı, güveni, sevilmenin ne demek olduğunu ve aile olmanın nasıl olduğunu tadarken hiçbir mutluluk sonsuza dek süremeyeceğini tekrardan fark eder. Çünkü Cameron, McCabe'e açıkça savaş ilan ederken hiç de adil oynamamış bütün delilleri lehine çekerek McCabe'leri şikayet ederek haince yollarla Mairin ve çeyizini ele geçirmeye çalışır. Bir kadının gücünü çok güzel bir şekilde işlemiş yazar, Mairin'in tavırları, karakteri ve bazı olaylar sırasındaki güçlü duruşu oldukça hayranlık uyandırıcıydı. Ewan'ın ise bir klan lideri olarak görevleri ve bunun yanında oğlu ve Mairin ile olan ilişkileri çok güzeldi. Her ne kadar başlarda Ewan'ın erkek kardeşlerini biraz sinir bozucu bulsam da ağabeylerine karşı olan sadakatleri falan çok güzeldi. Serinin diğer kitaplarında onları okuyacak olmak da ayrı bir zevk verecek ve şuanda sırf bir anlaşma için evlilik yapmak zorunda kalan Alaric'i okumak çok muhteşem olacak. Hepsini peş peşe okuyacağım. Neyse yorumuma devam edeyim.. .aslında hoşuma giden kısımları anlatmaya devam edeyim. Kitapta en çok hoşuma giden kısımlardan biri Ewan'ın Mairin zehirlendiğindeki haliydi. Ayrıca orada kardeşlerinin verdikleri tepkiler falan muhteşemdi. Bunun yanı sırada kalede olanlar da şaşırtıcıydı çünkü böyle bir şey beklemiyordum, hoşuma gitti. Bahsetmek istediğim birkaç yer daha var ama onları da anlatmayayım kitabı okuma hevesiniz kaçabilir. Ancak şunu söylemeliyim ki İskoç severler bu kitabı mutlaka okumalılar. Bu arada McCabe Üçlemesi, üç erkek kardeşi anlatıyor. İlk kitapta en büyük kardeş Ewan McCabe'i okuduk ikinci kitapta Alaric'i okuyacağız ve üçüncüsünde ise Caelen'i okuyacağız. Ben çok beğendim, sizlere de tavsiye ederim :)
https://illekitap.blogspot.com/2018/11/julie-garwood-hic-umudum-yokken.html Allah'ım nasıl da özlemişim senin kurgularını... Resmen dönem dönem Garwood kalemine aşeriyorum ve ne yazık ki Epsilon o kadar geç çıkarıyor ki kitaplarını ölmeden büyük kitaplarını okuyabilirsek kendimi çok şanslı sayacağım . Klasik bir Garwood kitabıydı... yine muhteşem bir kurgu, yine muhteşem olay döngüsü, muhteşem bir aşk, muhteşem bir diyaloglar ve aşık olunası İSKOÇLAR :) Şimdiye kadar bu kitap dahil 16 kitabını okuduysam bu yazarı ne kadar çok sevdiğimi anlamışsınızdır diye düşünüyorum. Zaten historical romans severler için bu kadın kraliçelerimizden biri. Dolayısıyla bu türü sevip de bu yazarı tanımayan yoktur. Hem historical hem de günümüz romans kitaplarında muhteşem kurgular yarattığı bir gerçek. Birçoğumuzun aşık olduğu İskoç'ların yazarlarından biri olan Garwood, her kitabıyla bir öncekinden daha güzel kurgularla karşımıza çıkıyor. Bu seferde yine bambaşka bir kurguyla karşımıza çıktı ve bir kez daha okurlarını tatmin etti diyebilirim. En azından beni etti, kitaplarını ne kadar özlediğimi hissettirdi ve içimde hissettiğim hasreti sonlandırdı. Arada bir elimize herhangi bir kitabını alıp okumamız gerektiğini de anladım açıkçası. Çünkü içimdeki okumama isteğini hızla uçup yok ediyor bu kadının kitapları. Kısaca kitabın konusundan bahsetmek gerekirse; Leydi Johanna çok genç yaşta evlendiği Baron'dan şiddet görüp hayatına esaret altında geçirirken bir gün aniden duyduğu kocasının ölüm haberiyle rahatlar ama o hissettiği rahatlama o kadar da uzun sürmez çünkü Kral John'un onun için bambaşka planları vardır. Johanna'nın kardeşi Nicholas, kız kardeşine yardım edebilmek adına bir İskoç beyi olan Gabriel MacBain ile anlaşma yapıp ikisinin evlenmesini ayarladığında kardeşinin güvende olacağını biliyordu. Ama aşkın bu kez Johanna'nın kapısını çalacağını belki de tahmin etmemişti. Johanna'nın sahip olduğu toprakları onunla evlenerek sahip olabileceğinin farkında olan Gabriel, genç kadının güzelliğinden, saf kalbinden ve içinde kimsenin bilmediği iyilik ve cesaretten etkileneceğini hiç hesaba katmamıştı. Üstelik onun gayri meşru oğlu Alex'e de kol kanat gereceğini ve annesi olabileceğini ise hiç düşünmemişti. Gabriel, hem kendi klanı MacBain'leri hem de lordu olduğu MacLaurin'lerin anlaşmazlıklarını ve uyum sağlayamama durumları ile baş ederken hem de zamanında Johanna'nın ilk kocasının yok ettiği bir köyü toparlamaya çalışmakla meşgulken kimsenin farkına bile varmadan hayatlarına aldıkları Johanna'nın onlara böylesine bir yardım eli uzatacağını düşünmemişlerdi. Kitapta en çok hoşuma giden şey Alex ve Johanna arasındaki duygusallıktı. Gabriel'in bile bir aile hayali olmamasına rağmen gençlik hayallerini aptalca bulup bu hayalden vazgeçmesine rağmen buna sahip olabilmiş olmasını hayranlıkla izlemesi de çok güzeldi. Johanna'nın MacBain ve MacLaurin'lerle girdiği tartışmalar ve birbirlerini anlamamaları falan çok eğlenceliydi. Hatta bir ara onların yemek masasındaki gürültülü ve nezaketten yoksun hallerine karşı verdiği tepki süperdi. O satırlar su gibi aktı ve nasıl gitti anlamadan onlarca sayfayı çevirmeme neden oldu. Kitabın sonunda Johanna'nın yaptığı muhteşemdi ama daha da muhteşemi ise Gabriel ve adamlarının yaptıklarıydı. Bu kadın her kitabının sonunda böyle bir vurgun yapacak ve biz okurların ayaklarını yerden kesecek bir son yazıyor olmasını memnun ediyor. Hatırlıyor musunuz Ian ve Jamie'deydi sanırım bütün klan beyleri toplanıp değerli eşyalarını fırlatıyorlardı falan bunda da Baronlara karşı yapılan o son saldırı aynı oranda muhteşemdi. Johanna'nın zekice kurguladığı Clare vakasını hayranlıkla okudum ve içimden bir ses Nicholas ve Clare'in çok mutlu olacaklarını söylüyor ki keşke onların da bir kitabı olsa okusak... var mı bilmiyorum araştıracağım ama varsa Epsilon dilerim çevirip bizim önümüze koyar yoksa da biz kendimizce bir son yazarız onların hikayelerine ;) Aslında kitaba dair söylemek istediğim çok fazla yer var ama ne yazık ki kendime engel olup söylemiyorum çünkü spoiler vermek istemiyorum. Ancak şunu söylemeliyim ki cidden klasik bir Garwood kitabıydı ve onun kitaplarını ne kadar özlediğimi bana hissettirdi. Ah bir de İskoçları özlediğimi :) Neyse çok uzatmayayım, ben kitaba bayıldım. Yavaşlamış olan okumamı tekrar hızlandırdı ve şunu söylemeliyim ki iki günde bitirdim kitabı, sayfalar su gibi aktı. Historical romans severlere tavsiye ederim, hiç denememiş olanlara da bu yazarı asla es geçmemeliler :)
https://illekitap.blogspot.com/2018/10/stephen-king-silahsor-kara-kule-1.html Ayın son yorumunu Stephen King'in Kara Kule serisinin ilk kitabı Silahşör ile yapıyorum. Kitap yaklaşık olarak bir hafta - on gündür elimde süründü durdu ama sonunda bitirdim. Yorumuma başlamadan önce söylemek istiyorum ki bu kitabı elinize aldığınızda uzunca bir önsöz ile karşılacaksınız... bu önsözün her bir kelimesi bu kitabın yazım aşamasını anlatıyor. Sakın ola ki atlamayın o satırları derim :) Öncelikle söylemek istiyorum ki peş peşe okumasam da serinin bütün kitapları elimde her ay bir kitabını okuyarak toplamda 7 ayda seriyi bitirmeyi planlıyorum tabi kitap aşırı derecede merak uyandırıcı ve sürükleyici hale gelmezse... eğer öyle olursa peş peşe okurum :) Stephen King, herkesin kurgularına, kitaplarına hayran olduğu ve kitaplarının hep çok satanlarda olduğu bir yazar. Ben de yaklaşık bir sene kadar önce yazarın Hayvan Mezarlığı kitabını okumuştum ve ardından bu kitabın filmini izlediğimde seriyi toplamaya karar vermiştim. Şimdi ilk kitabı bitirmiş olmanın verdiği rahatlıkla şunu söylemeliyim ki film bence daha iyiydi çünkü kitabı okurken ara ara sıkıldım. İlk olarak, kitap adından da anlaşılacağı üzere Silahşor'ü anlatıyor. Gilead'lı son silahşor olan Roland'ın yolculuğuyla başlıyor ve bu yolculukta neler yaşadığı neler yaptığı ve nasıl hayatta kaldığını okuyoruz. Yolculuğun zaman zaman akıcı ve heyecanlı detayları olmasının yanında zaman zamanda sıkıcı ve durgun ve monoton olduğu da bir gerçek. Bu yüzden ara ara sıkıldığımı ve kitabı yarım bırakma isteği ile dolup taştığımı itiraf etmeliyim. Bütün bunların yanında Silahşor'ün geçmişine yapılan dokunuşlar hoşuma gitti ve hocasını yenmesindeki zekası da oldukça iyiydi. Aynı zamanda Jake ile olan yolculuğu ve o çocuğu koruyup sevdiği kısımlarda çok güzeldi. Ama sonunda Jake ile yaşananlar... bilemiyorum bence olmamalıydı. Beklediğimden farklıydı ve yazar bu noktada farklılığını konuşturmuştu. Siyahlı Adam gizeminin kitabın sonunda açıklanması ve yeni bir yolcuğun temellerini atarcasına yaptıkları konuşma da güzeldi. Kitaptaki sihirli dokunuşlar ve yazıldığı döneme kıyasla yapılan detaylar oldukça iyiydi. Kitaba dair çok fazla bir detay vermeyeceğim çünkü anlatılacak her şey spoiler olur ki zaten anlatmak da pek doğru gelmiyor ama şunu söylemeliyim ki sabırla okunması gereken bir kitap. Dediğim gibi zaman zaman sıkıldığım ve yarım bırakmayı düşündüğüm zamanlar oldu ama zaman zaman da oldukça iyi detaylarla aksiyon yazılmıştı. Diğer kitapların daya akıcı, aksiyon dolu olmasını umuyorum. Sonuçta bu ilk kitaptı ve çoğunlukla ilk kitaplar serilerin en vasat kitapları olur bu düşünceye güvenerek devamını getireceğim. Filmdeki sahneler ile ister istemez kıyaslama içerisine giriliyor ve sanırım film birkaç kitabın ya da tamamının özet haliydi çünkü bu kitap ile film pek bir alakasız geldi bana. Stephen King severler bu seriyi zaten okumuştur ama fantastik dünyaları okumayı seven okurlara da eğer sabırlı davranıp serinin diğer kitaplarına da şans vereceklerse deneyebilirler...
http://illekitap.blogspot.com/2018/10/asl-karabulut-eylul-ckmaz.html Aslı Karabulut'un okuduğum 2. kitabı Eylül Çıkmazı. İlk kitabı Kan Kırmızı'ydı ve bence ortalama bir kitaptı. Bu kitabın da onun gibi olduğunu düşünerek beklentim düşük başladım ve durum böyle olunca da fena değildi diyebilme hakkına sahip oldum. Öncelikle, Aslı Karabulut'un oldukça akıcı ve zaman zaman sıksa da sürükleyici bir kalemi var. Zaman zaman sıksa da dediğim kısımlarda bazen fazlasıyla aşk böceği olup hayatımlar veya seni seviyorumların ortalarda dolaştığı sayfalardı. Onları saymazsak güzeldi diyebilirim. Kısaca konusuna değinmek gerekirse; pastane işleten Eylül, bir akşam arkadaşlarıyla yediği yemekten evine dönerken girdiği ters yönde karşısında gördüğü araba ve sonrasında yaşadığı silahlı saldırı sonrasında hayatı tepetaklak oluyor. Silahlı saldırı arasında kalınca onun ve patronlarının hayatını kurtaran adamlar aynı zamanda bu kadınında bu olayla bağlantısının olup olmadığını araştırmak için evlerine götürürler. Zaten olaylarda sonrasında patlak veriyor. Poyraz, yaralansa da Eylül yaptığı ilk yardım sayesinde ve sonrasında yapılan tedavi sayesinde kısa zamanda toparlasa da hasta yatağında birden karşısında gördüğü Eylül'den fazlasıyla etkilenir. Her ne kadar Eylül'ün olaylarla alakası olmadığı öğrenilse de düşmanları bir kere onu tespit etmiş ve Poyraz'lar için koz olarak kullanmaya karar vermişlerdir. Bir süreliğine aynı evde yaşamak zorunda kalan Poyraz ile Eylül her ne kadar birbirlerine karşo hissettikleri çekime karşı çıkamasalarda Poyraz'ın kendini geri çeken tavırları olayları bambaşka boyuta götürüyor. Aslında kitabın başlangıcı ve ortaları fena değildi hatta bence iyiydi de. Sanki böyle polisiye aşk falan okuyacağız izlenimi vermişti ama sonrasında tamamen Poyraz ve Eylül ilişkisine odaklandı. O da kötü değildi ama bazen Poyraz'ın tripleri ya da Eylül'ün alınganlıkları falan... bilemiyorum sevemedim. Ne Poyraz'ı ne de Eylül'ü. Mesela Eylül, Poyraz'ın kendinden sakladığı sırrı öğrendiğinde Poyraz'ın tavırları fazla uzatılmıştı. Ya adam akıllı açıkla ya da bırak gitsin... Ben bu çifti sevemedim. Ama... bunun yanında Jülide ile Harun çiftini fazlasıyla çok sevdim. Atışmaları, kavgaları falan çok güzeldi. Kitapta en çok onların sahneleri olsun istedim. Hevesle onları bekledim. Bu arada Leyla Fırtınası'nı da okumayı planlıyorum sırf Menderes'i merak ettiğimden. Çünkü telefonla boy gösterip ortadan kaybolan gizemli adamdı. Hikayesi merak edilesiydi ;) Neyse çok uzatmayayım, eğer çok büyük beklentilerle okumazsanız beğenebilirsiniz. Benim nazarımda ise 5 üzerinden 3.5'luktu. Ayrıca nedense ben yazarın yan karakterlerinin aşklarını daha çok seviyorum. Mesela Kan Kırmızı'da da Erdem ile Lizzy' sevmiştim bunda da Jülide ile Harun'u :) Bence onlara da kısa bir kitap olur, çok kalın olmadan ince bir şeyler :)
https://illekitap.blogspot.com/2018/10/gunes-demirel-katran-karas.html Güneş Demirel'in ilk çıkardığı ve basımı tükendiği için birçok okurun bulamadığı ancak şimdi Ephesus Yayınları'nın logosuyla yeniden çıkardığı kitap Katran Karası okundu, bitti ve yorumuyla karşınızdayım :) Güneş Demirel'in çıkardığı bütün kitapları okumuş biri olarak bu kitabı da okumam gerekliydi ve okudum da. Ancak şunu söylemeliyim ki Güneş Demirel'in son çıkardığı kitaplar çok daha güzeldi. Bu yazarın ilk kitaplarından biri olduğundan dolayı kalemindeki o mükemmellik ne yazık ki bunda yoktu. Yine akıcıydı, kurgu yine güzeldi ama diğerleri gibi muhteşemdi diyemem açıkçası. Kitabın kısaca konusuna değinmek gerekirse; yetimhanede büyümüş olan Yağmur, bilgisayar mühendisi olarak çalışmaktadır. Bir gün tesadüfen Özgür ile tanışınca hayatı tepetaklak olup yalnız yaşadığı hayatta birden etrafını bir sürü kişi ile sarmalanmasıyla hayatı renklenmeye başlar. Özgür'ün yardımı ile annesini bulup, babasının ailesiyle tanışan Yağmur'un hayatı aile sevgisini tadarken Özgür'ün aşkı da kalbini kavurur. Ama hiçbir zaman her şey bu kadar kolay olmaz... Çünkü annesinin kimliği büyük bir deprem etkisi yaratırken zaman zaman Özgür ile olan ilişkisini zedeler. Ama aşk her zaman kazanır ;) Kitapta en sevdiğim çiftin Suna ve Barış olduğunu söylesem ne yaparsınız... hatta Yağmur ve Özgür'den daha çok sevdiğimi... aşkın onlara daha çok yakıştığını... hatta aşkı için bu kadar kararlı adım atan asıl çiftin bence onlar olduğunu... :) tatlım sizleri ben daha çok sevdim. :) Yağmur ve Özgür'ün ilişkisi benim için biraz ergen tripleriyle bir barışık bir küs geçen bir ilişkiydi. Ciddi anlamda ele avuca sığmaz ayrılıkları ve triplerini okuduk ve açıkçası benim için oldukça sıkıcıydı o kısımlar. Kitapta en sevdiğim yerlerden biri de Yağmur'un halaları ve amcalarıyla olan ilişkisiydi. Çok güzellerdi :) aile sevgisini tekrardan ortaya sermişlerdi. Kitapta sevmediğim bir diğer kısım da çok fazla Sunacığım, Yağmurcuğum, anneciğim babacığım muhabbetlerinin olmasıydı. Açıkçası bunlar benim günlük hayatta bile kullanmadığım ve 'yağ çekiyormuş' gibi hissettiren ifadeler olduğundan dolayı bu kitapta da biraz yapmacık durmuştu. Üzülerek söylüyorum ki bu kitap diğer Güneş Demirel kitaplarının yanında biraz sönük kaldı. Çünkü yazarın çoook daha güzel kitaplarını okuduğumu düşünüyorum. İlk hikayesi, kitabı olmasının dezavantajını gördüm sanırım. Benim nazarımda 5 üzerinden ne yazık ki 3 lük bir kitaptı. Eğer yazarın diğer kitaplarını okuduysanız bu kitabını çok büyük beklentiyle veya onlarla kıyaslayarak okumayın.
4,5 stars http://illekitap.blogspot.com/2018/10/m-w-craven-olum-cemberi.html Ve uzun zaman sonra bir polisiye kitap ile karşınızdayım. Öncelikle Arkadya'nın son çıkan polisiye kitabı olan Ölüm Çemberi'nin diğer kitapları gibi ayraçlı ve püsküllü olmadığını dile getirmeliyim. Keşke olsaydı :( ve bir şey daha söylemek istiyorum ki kapak tasarımı daha güzel olabilirdi. Evet bir seri katil kitabına uygun kapak olabilir ama kurgusuna daha yakın bir kapak olabilirdi. Kurguyla kapam olmamış bence. Uyumsuz gibi... Kitap ise; akıcı, merak uyandırıcı tam bir dedektif kitabıydı. İşlenen cinayetleri adım adım çözmeye çalışmalarını izlemek dedektifli dizi izlemek gibi bir şeydi. Ve güzeldi de. Aslında bazen öyle konularda detaya girdi ki ne gerek vardı bu bilgiye falan dediğim yerler oldu ama sonrasında gelişen kurgu o bilgilerin ne kadar gerekli olduğunu ortaya çıkardı. Kitabın kısaca konusunda bahsetmek gerekirse; taş çemberlerde yakılarak öldürülem 3 cesedin ardından son cesedi incelerken kurbanın göğsünde bir isim yazıldığı dikkatleri çeker. Washington Poe. Görevinden uzaklaştırılmış Poe, bu bilgiyle sıradaki kırbanın kendisi olduğunu düşünülerek göreve geri dönüp davaya alınır böylelikle daha güvende olacağı düşünülür. Ancak mesele o kadar basit değildi. Poe bu cinayet dizine olayı çözümleyecek, nedenleri ve niçinleri sorgulayacak, diğerleri gibi prosedür takip etmek yerine içgüdülerine güvenip görünenin altoçına bakacağı bilindiğinden dolayı o davaya çekilmek istenmiştir. Aslında hepsi Kasap adı verilen katilin planıdır. Kurbanların ölüm şekli, altındaki nedenler, yaşanan her şeye rağmen intikam isteği çok muazzam kurgulanmıştı. Olması gerekenden ne bir tık az ne de fazlaydı. Dediğim gibi bazen kurguda verilen detaylar, araştırmaların gittiği yöndeki monotonluk sıkılmama neden olsa da olayların bağlandığı nokta da o kısımların olması gerektiğini gösteriyordu. Kitaba dair çok detaylı bir yorum yapamıyorum çünkü bu tür kitaplarda fazla detay tamamen spoiler olur. O yüzden susmak zorundayım. Ancak şunu söylemeliyim ki kurgu süperdi ama azıcık daha hareketlilik olabilirdi. Olayların bağlandığı noktayı ilerleyen sayfalarda tahmin etsem de katil kesinlikle tahmin ettiğim gibi değildi. Şaşırdım! Bence polisiye severseniz mutlaka bir el atın derim ben :)