https://illekitap.blogspot.com/2018/07/asude-babam-iflas-edince.html Asude'nin çıktığında aldığım ve nedense devamlı okumayı ertelediğim kitabı Babam İflas Edince... Açıkçası tarzı baya değişik geldi, diğer kitaplarıdan daha bir romantik komedi tarzındaydı ve Papucumun Ajanı serisini anımsattı. En son onu okurken bu kadar eğlenmiştim Asude kitaplarından. Çok güzel gittiğini itiraf etmeliyim ve çabucak da bitti. Herhalde bir bu kadar olsa yine okurdum. Asude, ne yazsa okurum dediğim nadir Türk yazarlardan biri. Zaten belirli yazarlarınız olur ve her kitabını okursunuz ya Asude de benim öyle yazarlarımdan biri. Elimde okumadığım bir tek Ateşle Oynama kitabı kaldı onu da okuyacağım ve yeni kitabını hevesle bekleme safhasıma geçeceğim. Neyse kitaba geri denelim biz. :) Kitabın kısaca konusuna gelirse; Verda, İngiltere'de okuyan, baba parası yiyen, lüks marka takıntısı olan -ki bundan kastım normal markalar değil özel tasarım çıkaran binlerce ya da milyon dolar etiket fiyatı koyan markaları kastediyorum- bir kız ve bir gün babasının iflas ettiğini her şeylerini kaybettiklerini öğrenir. Bunun üzerine Verda'nın annesi ve babası ona zengin koca bulup evlenip bu yaşamına devam edebileceğini söylerler ve önüne bir damat adayı koyarlar. Ünlü iş adamı Murat Arsever! Murat, babasının ölümünden sonra işleri devralıp büyütmüş ve dünya çapına yayılmış bir iş adamı olmasının yanında mütevazi yaşayıp ailesine önem veren bir adamdır. Gereksiz para harcamaktan da marka kıyafetlere verilen onca parayı da müariflik görürken Verda'yı yola getirip getiremeyeceğini de görür. Tabi bütün bunların dışında Murat, Verda'nın babasının iflas ettiğini ve onun zengin koca avında olduğunu bilmiyordur. Sırların hiçbir zaman gizli kalmadığı ve oyunların, dönen dolapların her zaman ortaya çıktığı göz önüne alınırsa Verda'nın babasının durumunu Murat öğrenince ne olacak... Peki bu ikili çoktan birbirlerine aşık oldularsa... aşkları bu sırrın altından nasıl kalkacak? İşte bütün hepsinin cevabı kitapta ;) Ben Verda'nın takıntısına bayıldım. O kadar bayıldım ki inanılmaz eğlendim onun marka takıntısına, alışverişkolik hallerine :) asıl eğlenceli olansa Murat'ın bunu engelleme çabaları :) Murat ve Verda arasındaki diyaloglar süperdi. Çok eğlendim ki bazı yerlerde baya güldüm yani. Verda'nın içten içe kıskandığı kısımlar, Murat'ın ise açık açık kıskançlıktan kudurduğu sayfalar çok güzeldi. Verda'nın Çağrı'nın okulunda çalışması çok tatlıydı ki adlında onun görünenden daha derin biri olduğunu Murat'a kanıtladı. Japonya'da başlarına gelen olaylar süperdi, bir de okuldaki futbol maçı... çok eğlendim. Bu arada Murat'ın Verda'ya sokaktaki evlenme teklifi, tektaşı ile yaptığı blöfü falan... çok fena oltaya geldi Verda. Ama en güzeli de ayrılıklarıdan sonraki barışma kısmıydı... uçaktaki halleri, Paris'teki romantizm... Murat'ın çocuk teklifi ve Verda'nın doğumu... Açıkçası ben evlendiklerinden sonra bu kadar ilerleyen süreyi okuyacağımı tahmin etmemiştim çünkü evlendiler mutlu son diye düşünmüştüm ama Verda'nın hamile kalması, doğumu ve küçük kızları Nil ile olan bölüm süperdi. Son bölümü Murat'tan okumak çok güzeldi çünkü bütün kitabı Verda tarafından okuduk ve özet olarak Murat'ın duygularına bir bölümle de olsa okumak iyi geldi. Kitabın iç tasarımı hoşuma gitti, bölümlerdeki resimler... ama acaba renkli olsa daha mı cazip olurdu diye de düşünmedim değil. Neyse ben kitabı çok çok beğendim. Romantik komedi seviyorsanız, değişik bie kurgu istiyorsanız okuyun :)
http://illekitap.blogspot.com/2018/07/nihat-behram-daragacnda-uc-fidan.html Normalde hiç okumadığım türde bir kitap ve neden alıp okudum neden böyle bir tercih yaptığıma dair en ufak bir fikrim yok. Sadece D&R'da indirimdeyken kuzenim aldı ve onun peşine sayfalarını kurcaladım ve taraflı yazılmış biyografi tarzı bir kitaptan çok belgesel tarzı anlatımı olması ilgimi çektiği için aldım. Bu yorumu burada yayınlayıp yayınlamama konusunda çok tereddüt etsem de yayınlama kararı aldım. Çünkü bu ne olursa olsun bir kitaptı ve tarafsız bir platform olan kitap dünyası ve bloggerlık bazen bu tür kitaplara da yer vermeli diye düşündüm. O yüzden bu yazıyı yazıyorum şimdi. Kitaba dair, yaşananlara dair ya da verilen idam kararının doğruluğuna yanlışlığına dair herhangi bir yorum yapmayı kitabın kısaca içeriğine dair bir yorum yapmayı daha uygun buluyorum. Darağacında Üç Fidan, adından ve kapağından da anlaşılacağı üzere 6 Mayıs 1972 tarihinde idam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın son tutuklanışlarından idamlarına kadar geçen süreci belgesel tadında anlatan bir kitap. Kitabın ilk basımı olayın üzerinden 4 yıl geçtikten sonra oluyor dolayısıyla o dönemin avukatları, miletvekilleri ve savcıları, profesörleri ile konuşmaları da içeriyor. İlk ağızdan, yani üç delikanlının avukatlarının anlattıklarını da içerisinde barındıran tam bir belgesel tarzı bir kitaptı Kitabın sadece ilk 135 sayfası olayı anlatıyordu ondan sonra Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın resimlerle ailelerine yazdığı son mektubun gösterimi vardı. Sonrasında ise yazarın avukat ve diğer hukuki mercilerle olan görüşmeleri bu davaya ve bu infaza nasıl yorumladıkları vardı. Benim okuduğum ilk bu tür kitaptı ve açıkçası ilgimi de çekti. Kitaba dair nedenleri, niçinleri, acabaları, keşkeleri belirten yoruma açık, taraflı veyahut tarafsız bir yorum yapmayacağımı dile getirmiştim o yüzden yorumumu uzatmadan bitirmek istiyorum. Ancak şunu söylemeliyim ki insanların bir konu hakkında bilgi sahibi olmadan konuşmasını, yorum yapmasını doğru bulmuyorum bu yüzden bir şeyleri okuyup öğrenmek en mantıklısı ve en doğrusudur. Bu kitapta bana şunu öğretti bilmediğim için sustuğum çoğu konuşmada artık konuşabilecek veya bir fikir belirtebilecek derecede bilgi öğretti. Düşünceniz ne olursa olsun, fikriniz, inancınız veya tarafınız... ne olursa olsun! Yaşanan ve tarihe geçmiş her olay bilinmesi gereken detaylardır benim için. Size de tavsiyem her tarihi detay geleceğe ışık tutacak detaydır... iyi ya da kötü fark etmeksizin... bu yüzden okuyup öğrenin derim ben...
http://illekitap.blogspot.com/2018/07/fatih-murat-arsal-ask-baska-bir-sey.html Resmen ertesi gün işe gideceğimi umursamadan oturdum kitabı bitirdim. Nasıl da özlemişim FMArsal kalemini, kurgularını, kitaplarını. Ara ara eski kitapları elime alıp sayfaları kurcalıyordum ama yeni kurgunun tadı da başka oluyor. FMArsal, bence en iyi aşk yazan erkek Türk yazarlardan biri... baika var mı bilemedim şimdi ama kalemi o kadar güçlü, kurguları o kadar güzel. Gereksiz uzatmaz, gereksiz kapris yazmaz, entrikaya yenilen aşklar yerine güçlü sağlam aşklar yazıp bu aşkı taşıyabilecek karakterleri yaratır kendisi. Eee biz de boşuna sevmiyoruz yani FMArsal kitaplarını. Düşünün her çıkan kitabı milyon kere okunup ezberlenmiştir. Her neyse... yorumuma döneyim ben. Kitabın kısaca konusuna değinmek gerekirse; Işıl'ın erkek kardeşi Harun'a ve onun erkek kardeşine, yengesine, küçük yiğenine çarparak trafik kazasında ölmesine neden oluyor. Hem de aşırı hız ve alkolde işin içindeyken. Harun'da bu sırada ölümden dönüyor. Tabi Işıl'ın kardeşi İsmet bu sırada hapishaneye falan giriyor. Cezasını çekmeye başlıyor, haklı olarak Harun da şikayetçi oluyor derken ciddi bir zaman diliminde içeride kalması söz konusu olduğunda Işıl, Harun'la bir anlaşma yapıyor. Harun'a bir çocuk doğurması karşılığında genç adam şikayetini geri çekecek ve İsmet'in hapiaten çıkmasını sağlayacak. Tabi gayrimeşru bir çocuk doğurmak istemediğinden Işıl evlenip çocuk yapma taraftarı oluyor. İşte asıl olaylarda oradan sonra başlıyor. İşler iyice sarpa sarıyor. Açıkçası bir trafik kazası ve ölen insanların ardından suçluların adam akıllı ceza almayıp ya da belirli paralarla beraat etmesine o kadar alışmışız ki okurken aman çkkar zaten modundaydım. Yazarımızın da bu konuya değinmesi ayrıca hoşuma gitti. Her ne kadar tasvip etmesem de nw hazık ki ülkemizin bir gerçeği paran ile beraat etmek ve bunu bu kitapta görüyoruz. Kısmen para ile çıkmıyor ama tekliflerinin bile dönmemesi gerekem adalette dönüyor olması ne kadar acı. Öncelikle söylemeliyim ki FMArsal kitaplarında en sevdiğim şey aile ve arkadaş ilişkilerine değiniyor olması. Bana kitabın daha günlük hayatı yansıttığı ve karakterlerin daha bizden biri olduğu u hissettiriyor. Ben bunu çok seviyorum. Işıl'ın güçlü ve ayakları üzerinde duran bir kadın olması hayranlığımı kazandı. Böyle karakterleri sümsük erkek eline bakan, ne derse evet, tamam falan diyen kadınlardan daha çok seviyorum. Harun ise... bana çok farklı geldi. Tahir gibiydi. Suçsuzdu ama suçlandığında kendini savunmadan kendisine güvenilmesini istedi. Turgut ve Doğan gibi delice bir anlaşmada olsa sevdiği kadından çocuğuna dört elle sarılıyordu.... daha böyle bir çok şey sayabilirim. Bütün FMArsal erkeklerinden bir şey vardı onda... ayrı bir sevdim Harun'u bu büzden. Büyükanne Nur Sultan ve Ceren Hanım'a laf yok zaten. Urla'da geçen zamanlarda Harun ile Işıl'ın sohbetleri ve diyalogları süperdi. Açıkçası son 150 sayfayı falan yüzümde gülümseme ile okudum diyebilirim. Özellikle demek istediğim bir şey var... bri atasözümüz vardır ya "Su testisi su yolunda kırılır," diye... işte İsmet'in sonu da öyle oldu. Kim ne derse desin bu sonu hak etti hiç üzülmedim. Ama Işıl'ın o zor anında Harun'un yanında olması süperdi. Kişisel tecrübeyle söylüyorum ki anne ameliyattayken yanında sevediğin insanların desteğini istersin ve Işıl'ın o zor zamanlarında Harun'un ve Nur Sultan'ın yanında olması süperdi. O satırlar yürek burkan türdendi ayrıca. Nur Şirketler Topluluğu'nu tahmin etmiştim. Ben okurken olayı çözdüm Işıl'ın jeton niye düşmedi anlamadım ;) Ayyy çok uzattım sanırım... ben kitabı çok sevdim ve kesinlikle beklentimi karşıladı ve özlediğim kalemi okumak da beni oldukça memnun etti. Yine klasik FMArsal kalemi, kurgusuydu. Okuyan okur yine yüzünde gülümsemeyle ve karşılanan beklentiyle kapattı kitabın arka kapağını. :) Ben cidden sevdim ve beğendim. 5 üzerinden 5 veririm ben bu kitaba :)
http://illekitap.blogspot.com/2018/07/stephen-zweig-bir-kadnn-yasamndan-24.html ~~~*~~~ Yarım bir gerçeğin hiçbir değeri yoktur, her zaman tam olmalıdır. ~~~*~~~ Okuduğum ilk Zweig kitabı olarak tarihe geçebilir. Zaman zaman moder. Klasiklere el atma isteği duyuyor ve sonrasında bundan vazgeçiyordum çünkü klasik denilince akla sıkıcı, oflayıp puflayıp okuyacağımız, akmayan gitmeyen türde kitaplar geliyordu ama Stephen Zweig öyle bir kurgulamış ki kitabı, sonunun nereye varacağını ve ne duygularla biteceğini merak eder hale getiriyordu. Bir Kadının Yaşamından 24 Saat, tam da adı gibi Bayan C'nin yaşamından 24 saati anlatıyor. Bir tatil bölgesinde otelde gelişen olayların sonucunda Bayam C, kendi yaşadığı bir tecrübeyi anlatıyor. Belki de bir çok yazarın yapacağı gibi üç beş sayfada yazmak yerine 90 sayfaya sığdırmıi o 24 saati. Açıkçası o kadar da güzel anlatımı yapılmış ki hayran kaldım. Kitaptaki betimlemeler süperdi. Sanki gözümün önünde yaşanıyormuş gibiydi. Duyguların anlatımı ise... daha iyi olamazdı sanırım. İçten içe bastırılmış arzuların, duyguların itirafı bu kadar erkileyici olabilirdi. Herkesin içerisinde bastırdığı bazı duyguları var ve insanlar bir yerde toplumsal tepkilerden sakınarak sessiz kalıp, kendilerini saklama içgüdüsü hissediyor... bu kitapta bir yerde bir kadının bastırıp, kendisine bile itiraf etmekten korktuğu duygularını, dolu dizgin yaşayıp belki de kendini bulduğu 24 saati anlatıyor... Böyle kitaplarla ilgili söylenecek çok şey vardır ama aynı zamanda söylenecek hiçbir şeyde yoktur. Bu yüzden herkes okuyup kendi deneyimlemeli bence... Dedğim gibi Zweig, ilk defa okudum ve diğer kitaplarına da kesin el atacağım.
https://illekitap.blogspot.com/2018/07/stephen-zweig-bilinmeyen-bir-kadnn.html ~~~*~~~ Çünkü yeryüzünde hiçbir şey kuytuluklarda ki bir çocuğun fark edilemeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz. ~~~*~~ Modern klasik severlerin ya da sadece okumayı sevenlerin neden Zweig kitaplarını ayrı bir sevdiklerini okuduğum 2. kitabıyla anladım. Çünkü Stephen Zweig, kaleme aldığı öyküleriyle etkileyici olmanın yanı sırada öyle noktalara değiniyor ki insan psikolojisine ve insanların iç dünyalarındaki yaşamlara dokunuyor. Bu kitapta da bir yazar olan adama seyahatinden döndüğünden kimden geldiği belli olmayan bir mektup geliyor. Mektupta herhangi bir isme hitap kullanılmayı sadece "Sana, beni asla tanımamış olan sana," diyerek hitap ederken aslında kadının içindeki gerçek kişiliği tanımayıp hayatındaki herhangi bir kadının yerine koyduğunu hissettiriyor. Kitap, erkek karektere on üç yaşında aşık olmuş olup onun aşkını ölene kadar içinde yaşatmış olan kadından geliyor. Bu kadın artık ölümün soğuk nefesini hissederken içindeki o eşsiz aşkı artık erkeğin öğrenmesini isteyerek mektubunu kaleme alıyor. Bir yerde eşsiz görünen bir aşk ama bir yerde de oldukça saplantılı görünen bir aşk... aslında okuyan kişinin psikolojisine ya da aşka olan inancına göre değişen br aşk.. Açıkçası kitaba dair ne söylemem gerekir bilmiyorum ama şunu biliyorum ki aşk platonik olsun, karşılıklu olsun ya da saplantılı olsun her haliyle yaşandığında eşsiz oluyor. Ve bir erkeğin bunu bu kadar güzel kaleme alıp anlatması ise... kelimeleri kifayetsiz bırakır. Ben sevdim bu kitabı ve şunu biliyorum ki favori Zweig kitaplarımdan biri...
http://illekitap.blogspot.com/2018/07/tillie-cole-bin-opucuk.html İçim dışıma çıkana kadar ağladım, hüngüz hüngüz ağladım, ağlamaktan nefes alamadım diyen okurlar... bloggerlar... lütfen hatırlatın da size inanayım kendimi hazırlayayım... ne kadar hazırlayabilirim bilmiyorum gerçi ama itiraf ediyorum son 100 safadan sonra içim dışına çıkana kadar, gözlerim kan çanağına dönene kadar burnum tıkanıp nedea alamayana kadar, salak mısın kızım alt tarafı kitap niye ağladın bu kadar tepkisi alana kadar ağladım. Uzun zamandır beni bu kadar etkileyip ağlatan bir kitap olmamıştı hayatımda ve cidden uzun süre etkisinden çıkamam da. Tillie Cole, yabancı bookstagram adreslerinde çeşitli kitaplarını çok sık gördüğüm ve Bün Öpücük kitabıyla da bir çok Türk blogger ve bookstagram hesabından isminden oldukça bahsettiren bir isimdi. Kitaplarını genel olarak çok merak ediyordum ve elimde okuyabileceğim bir kitabı varken de bir deneyeyim dedim. Ki beklentim yüksekti kitaba dair her ne kadar sıradan bir aşk hikayesi beklesem de okuduğum iyi yorumlardan beklentim çok yüksekti. Ve şunu fark ettim ki sıradan bir aşk hikayesi değildi, muazzam bir aşk hikayesiydi. Yürek burkan, akılda yer eden, gülümseten, ağlatan, sevmeyi ve sevilmeyi değerli kılan bir kitaptı. Ne kadar beklentiniz yüksek olursa olsun her şekilde daha fazlasını veren bir kitaptı. Ah bir de gözleriniz kızarana kadar ağlatan bir kitaptı. Kitabın kısaca konusuna değinmek gerekirse; Rune ve Poppy 5 yaşındayken Rune'un ülkesi Norveç'i geride bırakıp babasının işi için Georgia'ya taşınması ve Poppy ile tanışması ile başlar. Poppy yerinde duramayan, her şeyi seven, serüvene her daim evet diyen cıvıl cıvıl küçük bir kızken Rune'un kalbini çalar ve sıkı dost olurlar. İlerleyen zamanla aralarındaki arkadaşlık kendini aşka bırakırken ikisi de birbirlerinin ruh iki, kayıp parçaları ve iki yarım ruhun parçaları olduğunu bilincindeyken hayatlarını mutlulumla ve aşkla dolu doly yaşarlar ama... her güzel şeyi bozan olaylar vardır ya Rune ve Poppy'nin hikayesinde de bu güzel aşkı yarım kalmaya zorlayan şey, Rune'un babasının işi gereği iki yıllığına Norveç'e taşınması. Bu Rune ve Poppy'i ayırırken Rune'un içinde hep bastırdığı karamsarlığı ve kötü yanını dışarı çıkması için bir kapı açar ama asıl kapıyı ardına kadar açan ise Poppy'nin hiçbir açıklama yapmadan Rune'u terk etmesi olur. Poppy isteyerek Rune terk etmez. Hastalanır ve hastalığının tedavisi boyunca ailesinin nasıl perişan olduğunu gördüğü için ayno duyguları Rune da yaşamasın diye onu terk eder. Ama bunu bilmeyen Rune, içten içe Poppy'e bilenir, kızar ve öfkelenir. İki yıl sonra geri dönen Rune, bir şekilde olan olayların ardından gerçeği, aşık olduğu, ruhunun yarısı olan Poppy'nin ölümcül hastalığını öğrenir. İşte asıl olaylarda oradan sonra patlak veriyor. Şimdi Bin Öpücük ile ne alaka diyeceksiniz. Bu kitaptaki bir detay. Poppy, 5 yaşındayken büyük annesini kaybeder ve büyükannesi bu küçük kıza bin tane pembe kalple dolu bir kavanoz verip onu en heyecanlandıran öpücüklerini buraya not almasını ister. Asıl hikaye de o zaten... Rune, Poppy ölmeden onun büyükannesine verdiği sözü tutturuyor ve bin öpücük veriyor kalbini yerinden fırlayacakmış gibi attıran. Çok fazla kitap içeriğine girdim daha fazla girmeyeyim, çok fena spoiler vereceğim yoksa ama kitap çıkalı zaten 7 ay falan oldu okumayan kalmamıştır kaldıysa da ayıp ediyorlar hemen okusunlar. Kitaba dair hoşuma giden şey Rune, Poppy'i son zamanlarında gülümsetebilmek için yaptığı şeylerdi. Hem ağlattı ki yorumu yazarken bile o satırları anımsayıp gözlerim doluyor, hem de kalbimde cidden unutamayacağım yer edindi. Hele ki o bin öpücüğü dilek fenerlerine yazıp bırakması... çok güzeldi. Beni bilen, tanıyan, az çok takip eden bilir ki üniversitede bir arkadaşımı kanserden kaybettim. Her anında yanında olmaya çalıştığım, acısını ilk elden görüp gözünün önünde eriyip giderken hiçbir şey yapamamanın ne demek olduğunu deneyimledikten sonra bu tür kitaplar ben de inanılmaz bie etki bırakıyor. Bin Öpücük de aynı etkiyi bıraktı ve 60 yaşında dahi olsam okumak isteyeceğim bir kitap oldu. Fark ettim ki yorumu yazarken çok dağılıyorum, konudan konuya atlıyorum. Ama hala kitabın etkisinden çıkamadım. Kitaptaki arkadaşlık çok güzeldi. Rune'un Poppy için yaptıkları... New York gezisi, mezuniyet balosu, kiraz çiçekleri, sahil, göl, en bütük hayali olan viyolenseliyle verdiği solo, gün doğumları, kaçırdığı her anı resmetmesi... Böyle bir aşkı hak etmek için... gereğinden fazla iyi olmak gerekiyor sanırım. Ama Poppy öldükten sonra Rune'a bıraktığı o kutu... işte dedim Rune, onun için çok şey yaptığı sayılı kalan günlerinde ama Poppy'de Rune'a hayallerini geri verdi. Aşk... böylesine büyük, huşu uyandıran aşk... muazzam bir şey. Kitaba dair bütün bu aşkın yanında küçük sevimli Anton, müthiş bri detay olmuş ve evet Rune'a da bence faekında olmadan en büyük destek oldu. Poppu, ölümüne günler kala Rune'a küçük kardeşi Anton ile olan ilişkisini düzeltmesinde bile yardımcı oldu. Kitaba dair yorumumu bitirmek istiyorum çünkü bahsetmek istediğim çok şey var ama kafamı toparlayamıyorum. Sanırım çok ağlamaktan. Ama söylemek istediğim bir şey var. İzlediniz mi bilmiyorum ama To Walk A Remember (Uzaktaki Anılar) diye bir film vardı. Kız kanserdi ve okulun popülee çocuğu aldığı ceza yüzünden kızla vakit geçirmesi gerekiyordu. Birbirlerine aşık oluyorlardı ama kız sonunda ölüyordu. Kızın yağmak istediği şeyleri yerine getiriyordu çocuk. Onunda sonunda oldukça ağlamıştım ve bu kitabı okurken sonlarına doğru o filmi anımsadım. Eğer bu kitabı sevdiyseniz o filme de bir bakın derim. Neyse yorumumu bitiriyorum. Ben kitaba bayıldım. Mutlaka okuyun. 5 üzerinden bin veririm bu kitaba.
http://illekitap.blogspot.com/2018/07/ilknur-birdal-tadmlk-ask.html Satılık ve Karanlığın Külleri kitaplarıyla kalemini tanıdığım ve daha sonrasında arkadaş olup birçok keresinde bu Burçak ve Dinçer çifti ile ilgili sohbet ettiğim İlknur Birdal'ın sonunda Tadımlık Aşk kitabını okudum. İlknur Birdal, bu kitabıyla diğer iki kitabından daha başka bir türde yazmıştı. Tamam yine aşk ama bu sefer romantik komedi tadındaydı. Diğerleri etkileyici, damardan, yürekten vuran kitaplar iken bu kitap güldürüp, eğlendirip, zaman zaman sinir edip zaman zaman yüreğinize dokunan bir türdeydi. Tam anlamıyla yabancı artistlerin oynadığı romantik komedi tadındaydı. Zaten film izliyormuş gibi de bitiyordu. Su gibi akıp, çabucak bitiveriyordu. Kitabın kısaca konusuna değinmek gerekirse; Dinçer ve Burçak iş hayatında tanışıp birbirlerine kör kütük aşık olarak evlenen bir çift. İş hayatı dediğime bakmayın, Burçak, Dinçer'in asistanı ve birbirlerine aşık olarak evleniyorlar. Zaten kitabın asıl kurgusu evliliklerinden sonra başlıyorlar. Bekarlıkları ya da flörtleri bize aralarda geçmişe dönüşlerle sunuluyor. Genelde evliliğe giden yolu okurduk ama İlknur Birdal bu kitapta bize sonrasını göstermiş. Eeee aşıktık, çok güzel flört ettik falan filan ama sonra... evlendik... işte asıl ondan sonrası meraklandırmıyor mu insanı biraz da. Bu kitap bize onu sunuyor. Hem de tam anlamıyla Türk adetleriyle... Yani tipik erkek karakterinde olan Dinçer, her ne kadar istemese de bir yerde tipik Türk kadını olan Burçak... Dinçer, kelimenin tam anlamıyla kravat takıntısı olan bir adam. Onlarca, yüzlerce kravatı olan ve her kıyafetine takı arar gibi kravat uyduran bir adam... Burçak da... tipik kadın işte... benim gibi görüp beğendiği ayakkabıya sahip olmak isteyen ve olan tam bir ayakkabı hastası... iki hasta bir evde düşünün birbirlerinin kravatlarından ve ayakkabılarından nefret ederken sevgilerini ve aşklarını ayakta tutmaya çalışıyorlar... Dinçer'in işi yüzünden ve Burçak'ın artık çalışmıyor olması sonrasında birbirlerini oldukça kıran, anlaşamayan, en ufak şeylerde bile kavga eden ama her şeyden önemlisi birbirleriyle iletişimini artık bitirmiş bir çift haline gelirler... bir de bunun üzerine Burçak'ın hamileliği de gelince olaylar iyice sarpa sarar... Kitap aslında bir yerde ilişkilerde en önemli şeylerden birinin de iletişim olduğunu gözler önüne sererken birbirinizi ne kadar severseniz sevin iletişim olmadı mı her şeyin sona yaklaştığını gösteriyor. Kitaba dair bu kadar detay verdikten sonra yoruma daha da derinlemesine gireyim diyeceğim ama zaten bodoslama daldım daha ne kadar derin girebilirim değil mi :) Kitapta en çok hoşuma giden şey İnci ve Erdem çiftiydi. İlknur, bu kitabı yazarken üzerinde çok konuşmuştuk ve onların da ayrı bir kitabı hak ettiği konusunda hem fikiriz. Her neyse, İnci benim adımı alıyor, adaşız umarım aşk konusunda da aynı şekilde adaş çıkarız :) Neyse... :) :D Burçak ve Dinçer'in her ne kadar iletişimi zayıf olsa da tartışmaları bile çok tatlıydı. Burçak ile İnci'nin annesine bayıldığım gibi Dinçer'in babasına bayıldım. Aslında okurken bir an için iki dünürün arasını mı yapsaydık falan diye geçti aklımdan :) Kitabın en vurucu noktası Burçak'ın Dinçer'e bıraktığı mektuptu. Aslında Dinçer'e hayattan neler kaçırdığını serdi önüne... istediği şeylerin aslıdan bir yerde bencillikten ya da şımarıklıktan değil tamamen Dinçer'in de paylaşması gereken anlar olduğunu gösterdi. Açıkçası şöyle bir baktığımda ben Burçak'a suç bulmuyorum tamamen bir kadının sevgilisi, eşi ya da hayatındaki erkekten isteyeceği en doğal şeyleri istedi ama Dinçer o kadar kendine odaklı ve kendinin mükemmel olduğunu düşünen biri ki hatayı kendinde değil hep Burçak da aradı... bu da neredeyse Burçak'ı kaybetmesine neden oluyordu. Kitaba dair çok içeriğe giren bir yorum yapasım var ama bu seferde kitabın okunacak bir tarafı kalmayacak bu yüzden yorumumu kısa kesiyorum. Zaten yeterince şey yazdım. Kesinlikle eğlenceli, romantik ve aşk dolu bir kitaptı. Burçak bana bir kere daha gösterdi ki erkeklerin ayakkabılara tahammülü yok bu yüzden bir kez daha evlenmeme kararımın sonuna kadar arkasındayım. Çünkü en az Burçak kadar ayakkabı takıntısı olan, beğendiği ayakkabıyı almadan uyuyamayan biriyim. Küçük itirafımı buraya sıkıştırdıktan sonra kitabı beğendiğimi söylemek istiyorum. Romantik komedi filmi izler gibi okuduğum bir kitaptı. Tavsiye ederim. Bu türün okurları mutlaka deneyin seversiniz bence :)