İvan Gonçarov (1812-1891): Rusya'nın 19. yüzyılda yetiştirdiği en önemli romancılardan biridir. 'Oblomov'un Rüyası' adlı bölümü ilk kez 1849'da bir dergide yayımlanan ikinci romanı Oblomov'sa (1857), yalnız Rusya'da büyük bir etki yaratmakla kalmamış, dünya edebiyatına da son yüz elli yıldır hem trajikomik bir karakter hem de adıyla özdeşleşmiş bir insanlık durumu kazandırmıştır.
Sabahattin Eyüboğlu (1907-1973); Hasan Ali Yücel'in kurduğu Tercüme Bürosu'nun başkan yardımcısı ve Cumhuriyet döneminin en önemli kültür insanlarından biridir. Tek başına ya da 'imece' birlikteliğiyle yaptığı çeviriler, Hayyam'dan Montaigne'e, Platon'dan Shakespeare'e hep, dünya kültürünün doruk adlarındandı.
Erol Güney (1914); Tercüme Bürosu'nun en önemli çevirmenlerindendir. Ülke siyasetlerinin değişen yüzleri onu doksan iki yılda Rusya'dan Türkiye ve İsrail'e göçmen kıldı. Milli Eğitim Klasikleri döneminde S. Eyüboğlu ve M.C. Anday gibi ustalarla Rusça'dan önemli klasikleri dilimize kazandırdı.
İvan Gonçarov (1812-1891): Rusya'nın 19. yüzyılda yetiştirdiği en önemli romancılardan biridir. 'Oblomov'un Rüyası' adlı bölümü ilk kez 1849'da bir dergide yayımlanan ikinci romanı Oblomov'sa (1857), yalnız Rusya'da büyük bir etki yaratmakla kalmamış, dünya edebiyatına da son yüz elli yıldır hem trajikomik bir karakter hem de adıyla özdeşleşmiş bir insanlık durumu kazandırmıştır.
Sabahattin Eyüboğlu (1907-1973); Hasan Ali Yücel'in kurduğu Tercüme Bürosu'nun başkan yardımcısı ve Cumhuriyet döneminin en önemli kültür insanlarından biridir. Tek başına ya da 'imece' birlikteliğiyle yaptığı çeviriler, Hayyam'dan Montaigne'e, Platon'dan Shakespeare'e hep, dünya kültürünün doruk adlarındandı.
Erol Güney (1914); Tercüme Bürosu'nun en önemli çevirmenlerindendir. Ülke siyasetlerinin değişen yüzleri onu doksan iki yılda Rusya'dan Türkiye ve İsrail'e göçmen kıldı. Milli Eğitim Klasikleri döneminde S. Eyüboğlu ve M.C. Anday gibi ustalarla Rusça'dan önemli klasikleri dilimize kazandırdı.
Rus Edebiyatı'nın gerçekten bambaşka olduğunu kanıtlayan bir eser daha. Dillere Oblomovluk gibi bir tabir kazandıracak derecede tembel bir insanın öyküsü altında neredeyse bir ülkenin yapısal incelemesi yatıyor. Ve bu ciddi irdeleyiş o kadar akıcı ve nazik biçimde yapılıyor ki kültürel farkların ve sınırların yol açacağı yeterince anlayamama, empati kuramama gibi sorunların esamesi okunmuyor.
Yazarın Avrupa'ya bakış açısı diğer çağdaşı olan Rus yazanlara göre çok daha cesur. Aristokrat Rusya'yı tamamen "doğulu" olarak görerek, ilerlemenin "batının", Avrupalılaşmanın elinde olduğunu canı gönülden savunuyor. Tabii ne kadar sert eleştirse de ülkesine olan sevgisi Oblomov'un kalben dünya iyisi olmasında ve ruhunun Ştolts'a göre çok daha derin ve ince olmasında hissediliyor. Bununla birlikte Oblomov'un (Rusya'nın) o eski uyuşuk yaşam tarzından (derebeylik) kendini kurtaramayışının zamana ayak uyduramamakla sonuçlanacağını ve Ştolts'un (Avrupa'nın) devrinin geleceğini sade bir objektiflikle ortaya koyuyor.
Okuduğum klasik kitaplar içinde en iyilerinden biriydi.
Sayfa sayısının kalın olduğuna bakmayın bir oturuşta yaklaşık 60-70 sayfayı okuyorsunuz hiç sıkılmadan.
Ve çevrenizde de bulunan Oblomovları fark ediyorsunuz. :)
Başlarda bende Oblomovluk var dedim ama kitap ilerlerdikçe Oblomov'un bu tipi sinirime dokundu, yok ben bu kadar Oblomov değilim.
"Yaşamaktan zevk almaya değil, hayata katlanmaya çalışıyordu." (567)
"Her şeye gösterdikleri ilgi, aslında ruhlarındaki boşluğu ve sevgi yoksunluklarını kapatan bir örtüdür."
Oblomovluğu değil ama Oblomov'u kesinlikle seviyorsunuz..Tamam kalk şu yataktan artık ,diyor insan ama olsun , sevilir sevilir..
Oblomov'da yazar bir roman kahramanından değil de sanki içimizde yaşattığımız o elini uzatsa kavuşabileceği şeylere elini uzatmaktan çekinmeyen fakat bunu yaparken çok makul gerekçeleri olan insanı anlatıyor. Elimi uzatsam ne olacak ki? O herkesin peşinden koşturdukları benim olsa ne olacak?
Oblomovluk bir yaşam ve düşünüş biçimi, bir felsefedir.
Toplum uyuşmuşluğunu ve tembelliğini (sadece fiziksel değil) gözler önüne seren çarpıcı eser... http://benherneysemo.blogspot.com/2013/02/oblomov-goncarov-ksa-ksa-7.html
Aşık olmaya bile üşenen tembel bir adamın öyküsü. okurken gülümsetiyor, bu kadar da tembellik olmaz ki..
“Bu kitapta önemli olan Oblomov değil Oblomovluktur.”
Benim açımdan Rus edebiyatı; yarattığı iz bırakan güçlü karakterleri nedeniyle her daim ilgi çekici olmuş ve olmaya devam edecektir. Hatta “Rus halkında bu lüks merakı, aşırı şatafat düşkünlüğü ve Batı hayranlığı var oldukça, edebiyatçılara tahlil yeteneği anlamında pek çok malzeme çıkacağından biz bu karakter zenginliğinden mahrum kalmayız” diye düşünürüm. Gerçi meşhur Rus edebiyatçıları ve şairleri içinde durum farklı değil. Görünen o ki 19. yüzyıl edebiyatçıları düellodan bkz. Puşkin, Lermantov gibi, 20. yüzyıldakiler de Mayakovski gibi ya intihardan ya da çalışma kamplarının ağır koşullarından ölmekteler. Tabi Dostoyevski’nin epilepsi, Tolstoy’un zatürre, Gogol’un ileri açlık, Çehov’un verem, Turgenyev’in kemik tümörü gibi az rastlanır nedenlerden ölmesi de benim açımdan hayli ilginç. Tabii bunların hiçbiri Orhan Veli’nin ölümü kadar trajik olmasa gerek…
Bilindiği gibi 19. yüzyıl Rus edebiyatının “Altın Çağı” olarak geçer. Bu dönem Gogol, Leskov, Turgenyev’in yanı sıra Oblomov’un yazarı Gonçarov’a da ev sahipliği yapar. Rus Edebiyatı denilince ne yazık ki Gonçarov ilk akla gelenlerden değildir. Oysaki Gonçarov; Dostoyevski ve Çehov’u etkileyen yazardır. Bunu sanırım edebiyat dünyasında yazdığı üç kitapla sınırlı kalmasına bağlayabiliriz.
Gonçarov; zengin bir tüccarın oğlu olarak Simbirsk’te dünyaya gelir. Filoloji eğitimi aldıktan sonra Maliye Bakanlığında 33 yıl memur olarak çalışır. Bu işin aslında yapmak istediği iş olmadığına karar verip edebiyat alanına geçmesindeki geçen süreyi biz okurlar için zaman kaybı olarak nitelendirilebiliriz. Belki de 33 yıl memuriyet, iyi bir gözlem yeteneğini de beraberinde getirmiş bize Oblomov’u kazandırmış da olabilir bilemeyiz. Bildiğim; yarattığı Oblomov karakterinin sadece bir kişi olmaktan çıkıp karakteristik bir özellik halini almış olması, yüzyıllardır süregelen klasisizm ve romantizmin tahtını sallayan realizm romanı olması, dönemin Rusya’sında bu kitabın okuma-yazma bilen herkes tarafından okunduğu ve hatta 1917 Ekim Devriminin önderi Lenin’i bile ürküttüğüdür.
Lenin bu Oblomovluk durumunu şu sözlerle eleştirmiştir, “Rusya üç devrim geçirdi, ama yine de Oblomovlar kaldı; çünkü Oblomovlar yalnız derebeyleri, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler komünistler arasında da vardır. Onu adam etmek daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak ve dövmek gerekecektir."
Pekiyi neydi bu Oblomovluk?
Oblom; Rusçada köken olarak “enkaz”, Azerbaycan’da ise “tembel” demektir. Rabelais, uydurma hikayesi Gargantua'nın Pek Garip ve Korkunç Hikayesi’nde; "İliği bulmak için kemiği kırmak lazım. Anlatacağım bu hikâyede; bir sürü gülünçlükler, uydurmalar göreceksiniz belki ama eğer sadece gülüp geçerseniz, hikayedeki özü kaçırırsınız ona göre! Amma, eğer ki bir köpeğin özenle kemiği kırıp içindeki iliği yaladığı gibi yalayabilirseniz bu hikâyenin içindeki özü yakalayabilirsiniz” der. Ben de bu tespite istinaden Oblomov’un kelime ya da algıdaki bize dayatılan anlamı bir yana bırakıp anladığım Oblomovu ve Oblomovluğu anlatacağım.
Bence hayatın anlamsızlığını ve hiçliğini anladığı için, Hamlet’in varolmak ya da olmamak açmazına düşen kişiye Oblomov denir. Bu tanımı Oblomov karakterinin söylediği şu cümleye istinaden yapıyorum.
” Biliyor musun Andrey, benim asıl sorunum, içimde ne yakıcı ne de kurtarıcı bir ateşin yanmaması. Hayatımda hiçbir zaman başkalarınınki gibi gittikçe renklenen, parlak bir güne çevrilen bir sabah olmadı; benim hayatım sönük başladı. Tuhaf fakat böyle, kendi bilir bilmez sönmeye başladığımı hissettim”
Buradan yola çıkarak diyebilirim ki Oblomovluk; tembellikten de öte şuurlu bir atalet durumudur. Her şeyin farkında olma ve birkaç adım ötesini görme halidir. Olaylara fazlasıyla vakıf olup, üzerinde düşünüp hesapladığı halde hayata geçirmek için çaba sarf etmeme, dolayısıyla dış şartlar değişene ya da iyileşene kadar eylemsizliğin en iyi çözüm olduğu düşünme halidir. Sanırım bunu en iyi satrançtaki zugzwang (zug hamle, zwang mecburiyet) durumuyla açıklayabiliriz. Zunzwang; pas geçme hakkının olmadığı hamle yapma zorunluluğu yüzünden kaybedeceğini bilme durumudur. Alman Edebiyatı bu durumu kişinin umudunun olmaması olarak da tanımlar. Umudunu kaybeden insanın yapacağı en temel şeyse bilinçli bir vazgeçiştir. Önce sosyal çevreden, toplumdan ve en sonda kendinden vazgeçiş. Bizim edebiyatımızda Oğuz Atay’ın “Selim Işık”ı sanırım bu durumu en iyi açıklayan karakterdir. Selim Işık; daha önce Saatleri Ayarlama Enstitüsünde Tanpınar’ın anlatmaya çalıştığı Cumhuriyete geçiş döneminde Doğu ile Batı arasında sıkışıp kalmış, kafası karışmış Türk aydınının temsilidir. Selim; kitapları hayatının merkezine koymuş, kitaplarla varlığını devam ettireceği inancına sahip olmasına rağmen yönünü bulamamış bir insandır. Hatta“kitaplar yüzünden çok acı çektiğini, sanki hepsinin kendisi için yazıldığını, bu kadar insanı birden canlandıramadığını” söyler. Çünkü toplum; onun kendini geliştirmesine ve gerçekleştirmesine ket vuracak bir sistem içindedir. Ve bu sistemde her zaman söylediğim gibi aşırı realist düşünce sonunda pesimistliğe götürür. Selim’e de olan budur. Dış dünyaya ve kendine yabancılaşmanın sonucunda topluma ayak uyduramaz ve toplum dayatması altında yaşamaktansa bilinçli bir “hayır”ı tercih eder yani intihar eder. Oblomov’da da buna benzer bir durum vardır. Oblomov, çocukluktan büyüme evresine kadar sistemli bir kişiliksizlik teması içinde varlığını devam ettirmiştir. Bunu kitabın “Oblomov’un Rüyası” bölümünde anlıyoruz. Oblomovka’da insanların hayata bakış açıları, yaşayışları “yarın bugüne, öbür gün de yarına benzemese derde düşecek” şekildeydi. Shakespeare’ın dediği gibi “önce hayaller ölür sonra insanlar”…
Oblomov’a göre, onun bu eylemsizlik hali, aşağıdaki serzenişlerine bakıldığında da kendisine tembel olduğunu düşündürmüyor.
“Toplum ! Senin beni bu adamların içine götürmen, onlardan iyice nefret etmem için herhalde. Hayat; amma da hayat ha.. Ne bulabilir insan orada ? Fikir meseleleri mi var ? Duygu meseleleri mi var ? Bu hayatın bir ekseni yok: derin, hayati hiç bir anlamı yok. Bütün bu salon adamları benden çok daha uyuşuk, benden çok daha ölü. Hayattaki gayeleri ne ? Benim gibi yatakta uzanmıyorlar, ama bütün gün sinekler gibi aşağı yukarı inip çıkıyorlar. ne çıkıyor bunlardan ? Bir odaya girersin, bakarsın herkes karşılıklı oturmuş, ciddi ciddi duruyor. Yaptıkları ne ? İskambil oynuyorlar.. Diyecek yok. Güzel bir hayat doğrusu! Yaşamak isteyen bir ruh için ne yaman bir örnek ! Ölü değil mi bu adamlar ? Oturdukları yerde uyumuyorlar mı ? Ben yatakta yatıyorum, kafamı valeler ve aslarla doldurmuyorum diye kabahatli mi oluyorum ?”
Bu satırlara bakınca doğrusu ben de; bu eylemsizlik durumunun, Oblomov’u tembel, uyuşuk biri değil Nietzce’den daha koyu bir nihilist yaptığını düşünüyorum. Oblomov’un bu tutumundaki haklılığını da eylemsizlik süreci içerisinde, Olga’ya aşık olmasıyla görüyoruz. Olga’nın aşkı onu ataletten kurtarır gibi olsa da, Oblomov; Olga’daki değişimler ve düşünceleri üzerine düşününce tekrar eylemsizliğe geçer. Ona göre; Olga ne istediğini bilmeyen bir genç kadındır. Oblomov yazdığı mektuplardan birinde Olga’ya “sen bana aşık değilsin, senin bana duyduğun, duygu aşka hazırlık aşamasıdır” demişti. Öyle de oldu. Çünkü hikayenin geri kalanında Olga, Oblomov’dan ayrılınca Oblomov’un en yakın arkadaşı Ştoltz ile evlenir.
Ştoltz; bu kitabın en önemli ikinci kahramanıdır. Çünkü; Ştoltz, Oblomov karakterleriyle birlikte bir skalanın iki farklı ucunu oluşturur. Eski-yeni, burjuvazi-aristokrasi, kapitalizm-feodalizm ve elbette Doğu-Batı… Ştoltz burjuvazi oluşuyla çalışkan, üretken, Avrupalı bir Almanken, felsefi zenginliği olmasına rağmen Oblomov, aristokrat bir ailenin tembel ve hazır yiyici oğludur. Ştoltz hikaye boyunca Oblomov’un etrafında ona yardım etmek için dost elini uzatır gibi görünse de; Oblomov’un kabuğuna çekilmesine izin vermesi ve Olga’yla evlenmesiyle bana Kipling'in “Doğu-Batı Baladı”nda gözler önüne serdiği şu gerçeği hatırlattı. “Doğu Doğu'dur Batı'da Batı ...Yani hiçbir zaman bir bütün olamayacaklar!
Benim bu kitapta belkide en çok önemsediğim ve üzerinde durduğum şey anti-kahraman vurgusu. Öyle ya ortalık “süperman”lerdan geçilmiyorken Lermantov’un yeter hep tatlı ile kandırıldığınız birazda gerçeklerle yüzleşin dediği kitabı; Zamanımızın Bir Kahramanı’ndaki “Peçorin” karakteri gibi Oblomov da bir anti-kahramandır. Eleştirmen Berna Moran’a göre de bu anti- kahramanlar toplumsal gerçekçi roman akımının olumlu kahraman yaratma temasında önemli rol oynayacaktır.
Kitabın en hüzünlü bölümü ise; İlya İlyeviç’in uşağı Zahar’ın, Ştoltz’a verdiği cevaptı. Sizce de Zahar bir Hathciko değil mi?
Ve elbette Oblomov’u aşka davet eden Norma Operasının büyülü parçası Casta Diva…Oblomov parçayı dinlediğinde; “parçalanan bir kadın kalbi; bu müzikte ne derin bir acı vardır; hiç kimse derdini bilmez... Yapayalnızdır... Sırrı omuzlarını çökertir... İçini aya döker..."demişti. Casta Diva’yı; aldatan, aldatılan ve kederinden ölen bir kadın olan Maria Callas’tan dinlediğinizde Oblomov’un ne kadar haklı olduğunu göreceksiniz.
hem güldüren hem de düşündüren bir edebiyat eseri uzun zamandır bu derece değişik stilde yazılmış bir edebiyat eseri okumamıştım.
Ciltsiz, 9. , 619 sayfa
2010 tarihinde, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlandı