Yazınsal Yaşamlar Marias’ın kitabında, Faulkner, Conrad, James Joyse, Henry James, Arthur Conan Doyle, Robert Louis Stevenson, Turgenyev, Thomas Mann, Rainer Maria Rilke, Malcolm Lowry, Rimbaud, Oscar Wilde, Mişima, Laurence Sterne gibi pek çok yazarın yaşamlarından bilinmeyen ayrıntılar derlenmiş. Sözün gelimi de olsa, dedikodudan hoşlanmadığımızı iddia ederiz çoğu zaman. Ama söz konusu ünlü, yaşamımızda yazdıklarıyla farklı, özel bir yere sahip yazarlar olduğunda, bunu göz ardı ederiz çoğunlukla. Onların farklılıkları, abartılan, söylentilerle, uydurmalarla çeşnilendirilen, yeri geldiğinde bir efsaneye de dönüştürülen yaşamları her zaman sıradan insanların şaşkın, haset ve hayranlık dolu ilgilerini üzerine çekti. Onlarla ilgili her şey, en inanılmazı bile her zaman ilgimizi çekti. Giuseppe Tomasi di Lampedusa(1896-1957) İlk anda isimi pek fazla çağrışım yaratmadı bende. Okuduğum bir yazar değildi. Ama sonra sinemayla ilgisinden yola çıkarak, hakkında bir şeyler aramaya koyulduğumda; Visconti’nin ünlü Leopar’ının yazarı olduğunu öğrenince işler değişiverdi. Türkçeye bir tek de o kitabı çevrilmiş, Can Yayınları tarafından basılmış. Kitapta Lampedusa ile ilgili yazılanlar bana bir çok şey düşündürttü. Ben yazarları genelde, her yanı tıka basa kitaplarla dolu penceresiz bir odada, üzerinde bir sürü, kimisi rastgele bir yerinden açılmış, kimisi ortasından açık, ters çevrilmiş, rastgele saçılmış, birkaç tanesi, gelişigüzel üst üste konmuş kitaplarla kağıtların, kalemlerin, belki içinde uzunca bir tüy olan bir mürekkep hokkasının olduğu kocaman bir masada, duvarın dibindeki zarif çöp tenekesi ağzına kadar buruşturulmuş, bir kısmı da oraya buraya saçılmış kağıtlarla dolu, gözlerini tavana veya odanın herhangi bir yerindeki boşluğa dikmiş, yazmaya çabalarken veya ilgiyle, tüm her şeyiyle bir kitabın içerisine kaybolup okurken hayal ederim. Böylesi bir yazar ondan garibime gitti belki de. Bunca yıldır, çok değişik yerlerde, bazen isteyerek, bazen zorunluluktan, bazen utana sıkıla, bazen kimseyi umursamadan, çantamın içinden, usulca kitabımı çıkarıp, onun derinliklerine daldığım oldu. Bugün bile, bazı kitaplarımın rastgele sayfalarını karıştırırken, kimisinin içinden birkaç kum tanesi yere düşerken, başka bir sayfasından belli belirsiz bir martı sesi yükselir, kenarında bir dalgadan sıçramış damlacıktan kurumuş bir iki tuz zerreciği yuvarlanıp avucuma düşüverir. Birinde Sarıkamış’ta üşüyen, sayfaları çeviren parmaklarımı, bir başkasında çocukluğumu, sırtımdaki keçi kılındaki torbayı, içindeki kitabın üzerine sinmiş soğan ve zeytin kokusunu anımsarım. Neden bilmiyorum, belki de biliyorum; Lampedusa daha yakın geldi bana, koltuğunun altında kocaman, kitap ve yiyecek dolu bir çantayla. Belki evinde mutlu olmadığını düşündüm, karısının çok çekilmez, geveze, onu rahat bırakmayan bir kadın olduğunu, okumasını, yazmasını gevezelikleriyle, mutfakta bilerek, isteyerek çıkardığı tabak, çanak tıkırtılarıyla, aşırı temizlik takıntısıyla onu sokaklara kaçmak zorunda bıraktığını hayal ettim. Veya kapalı yerlerde kalma fobisinin olduğunu, gençliğinde çok seyahat ettiği için, her fırsatta dışarı kaçmak istediğini uydurdum. Öyle veya böyle, onun bu hali bana daha bana yakın, daha sevimli geldi. Fotoğraflarına baktım; rahatına düşkün, yemeyi içmeyi seven birisi izlenimi bıraktı bende. Çeşit çeşit mekanlarda hayal etmeye çalıştım onu. Güneşli bir günde, arkasındaki sarmaşıklarla örülü duvarın dibindeki banka serdiği ipek mendilin üzerindeki lezzetli kurabiyelere, pastalara sevgi ve iştahla bakışını, mendilin kenarındaki, ayraçla herhangi bir sayfası işaretlenmiş, biraz yanında, kitabı açacağı zamanı bekleyen sanırsız elini, yağmurlu bir günde, kenarından sular süzülen şemsiyesinin en yağmur ulaşmayacak yerine, koltuğunun altına sığdırmakta güçlük çektiği çantasını, yaprakları dökülmüş bir kayın ağacının dibinde, dökülmüş kuru yaprakları görmeyen, başka bir dünyaya bakan dalgın gözlerini, izlediği filmin ihtiyaç arasında, rahatsız bir sinema koltuğunda, soluk ışığın altında okumaya çalıştığı elindeki kitabıyla, sabırsızca filmin başlama gongunu bekleyişini düşündüm. Alıntı: Her zaman ağır ağır yürürken hatırlanır, seçkin bir havası olduğu, aydınlık bakışlarının hiçbir şeye dikkat etmediği, koltuğunun altında içi kitaplarla, evinde öğle yemeği yemediği için akşama kadar idare ettiği tatlılarla ve pastalarla, türlü erzakla dolu, ağır mı ağır bir deri çanta taşıdığı anlatılır. O ünlü çantayı büyük bir doğallıkla taşır, Proust’un ciltlerinin yanında şekerlemeler ve hatta dolmalık kabaklar olmasına aldırmazmış bile. Görünüşe göre çantasında her zaman yedek kitabı olurmuş, uzun bir yolculuğa çıkacak olan ve elinde okuyacak bir şeyi kalmamasından korkan bir kitap kurdunun bavulunu andırırmış.. karısının söylediğine göre “yolunun üstünde hoşa gitmeyecek bir şey görürse, kendini dizeleriyle avutabilmek için” Shakespare’nin bir cildini yanına almadan evden ayrılmazmış. Lampedusa’nın kitap sevgisi o boyuttaydı ki, onları kasa olarak da kullanırmış: Kitapların arasına ufak miktarlarda kağıt paralar yerleştirir, sonra da elbette ki paraları hangi cildin içine koyduğunu unuturmuş. Bu nedenle kütüphanesinde iki hazine bulunduğu söylenir. S.42 Alıntı: Mütevazi alışkanlıkları vardı, kitapçıları bir yana bırakırsak sık sık sinemaya gider, arada bir de yemeğini lokantada yerdi, gençliğinde çok yolculuk etmiş olsa da seyahate çıkmazdı. İzlediği filmleri (haftada iki ya da üç tane) ajandasına, yanında bir sıfatla not eklerdi; Denizler Altında Yirmibin Fersah’a uygun gördüğü sıfat spettacolare idi. S42 Alıntı: Lampedusa her zaman insanların kendi hatalarını yapmaları için rahat bırakılmaları gerektiğini söylermiş. S44 Yanında taşıdığı Shakespare’nin cildinden kaç kez bir şeyler okumak zorunda kaldı bilemiyorum. Ama sokağa bu kadar “donanımlı”, “hazır kıt-a” çıkması onu gözümde daha bir yakın kılıyor. Faulkner Faulkner asık suratlı, ketum, sessizliği seven biriydi ve tüm yaşamı boyunca beş kez tiyatroya gitmişti; üç kere Hamlet’i, Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı ve Ben Hur’ü görmeye; hepsi bu. s.18 Don Quijote’yiyse her yıl okuyordu. s.18 Karen Blixen …inanılmaz bir mesafeden kırlardaki dört yapraklı yoncaları görmede ve henüz belli belirsizken gökyüzündeki yeni ayı seçmede üstüne yoktur.s.31 James Joyce …tüm dikkatini yazdıklarına, İrlanda’ya ve İrlandalılara duyduğu, yaşı ilerledikçe sürekli hale dönüşen nefretine odaklamıştı. s.35 Artur Conan Doyle ve Kadınlar Ama dedektife (Sherlock Holmes) duyduğu antipatinin açıkça söylemek gerekirse ondan düpedüz hoşlanmamasının nedeni bu değildi. Daha sonra bunu annesine şu sözlerle anlatmış, hatta herkese aynı açıklamayı yapmıştı: “Holmes’a hiç bulaşmamış olsaydım, başka bir deyişle yaratabileceğim daha önemli yapıtların önünü kesmemiş olsaydı, edebiyat alanında daha egemen bir konumum olabilirdi.” S.52 Nabokov Kendinden Geçince İster Joyce, Kafka ya da Proust olsun, başkalarından “etkilendiğinin” söylenmesinden rahatsız olur, ama onu en çok öfkelendiren “ucuzi kaba ve sarsak bir sansasyom meraklısı” olarak nitelediği Dostoyevski’den etkilendiğinin söylenmesidir. Aslına bakılacak olursa tüm yazarlardan nefret eder; Mann ve Faulkner, Conrad ve lorca, Lawrence ve Pound, Camus ve Sartre, Balzac ve Forster, Henry James, Conan Doyle ve H.G. Welles’e karşı daha hoşgörülüdür. S.79-80 Madame Du Defaand ve Salaklar Her şeye karşın canı nasıl isterse öyle yapmıştır Madame Du Defaand: Günün merkezi kendi deyişiyle akşam yemeğidir; “İnsanın dört gayesinden biri, öbür üçünü unuttum.” s.98 Şaka Kaldırmaz Rudyard Kipling Rudyard Kipling şaka kaldırmazdı, özel yaşamına müdahale edilmesine katlanamaz, fotoğraf çektirmekten kaçınır (oysa günümüze çok sayıda fotoğrafı kalmıştır), çağdaşlarının yapıtları hakkında fikir belirtmez (bu nedenle kimin yapıtlarından hoşlanır, kiminkinden nefret eder bilemeyiz), kendisini ilgilendirmeyen şeyler hakkında asla konuşmazdı. s.103 Arthur Rimbaud Sanata Karşı Dönemin tanıklarına göre Rimbaud hiçbir zaman giysilerini değiştirmiyor, iğrenç kokuyor, yattığı yataklar bitle doluyor, sürekli içiyor(tercihen absint), yanına yaklaşanlar kabalıktan ve hakaretten başka bir şey görmüyorlardı. s.107 Rimbaud’un Verlain ile ilişkisi Mathilde’in kimi zaman tam ortasında, ama çoğunlukla kıyısında rol aldığı bir sürü olaydan ibarettir. Verlaine ikisine de ihtiyaç duyar ama hiç biriyle yetinmez; karısına gösterdiği şiddet ve delikanlıya olan hastalıklı duyarlılığı dayanılmaz bir bileşimdir. Şiddete bir örnek verecek olursak, ne zaman eve sarhoş gelse, kayınpederinin av fişeklerini ve malzemesini sakladığı dolabı ateşe vermeyi aklına koyar, dolap Mathilde’inkinin hemen yanındaki odada, kadının yatağıyla aynı duvara dayanmaktadır. Bir keresinde kadıncağızın kafasının dibinde yangın çıkarma tehdidi iyice ileri gider; “Saçlarını tutuşturacağım!” der elinde yanan bir kibritle. Görünüşe göre karısının bir-iki buklesi yandıktan sonra kibrit sönmüş. Başka bir sefer kadının gırtlağına bıçak dayar, bir başka sarhoşlukta ellerini ve bileklerini keser. Rimbaud’da onun bu kesip biçme merakını paylaşır ancak bu kez kurban Verlain’dir. Bir gece cafe du Mart’da dostuna şunu der: “Ellerini masanın üzerine koy. Bir deney yapmak istiyorum.” Verlaine güven içinde ellerini uzatır, Rimbaud bir bıçak çıkartarak arkadaşının ellerini doğrar. Verlaine öfkeyle kafeyi terk eder, Rimbaud arkadaşını izleyerek onu yeniden bıçaklar. İşin tuhaf tarafı, Verlaine Mathilde’i, yaralar ve hareket eder, Rimbaud Verlain’i yaralar ve hareket eder, ama kimse kimseyi terk etmez. Bu şiddetin doruk noktası, Verlain’in Brüksel’de Rimbaud’ya üç el ateş etmesidir, ikisi ıskalar ama biri şairi bileğinden yaralar. Mesele uzamaz ama aradan sadece birkaç saat geçtikten sonra Rimbaud tek başına Parise dönmeye niyetlenince, artık hangi akıl almaz nedenleyse, Verlain ve annesi de ona eşlik etmeye kalkışırlar. Birden çılgına dönen Verlain nedense kimsenin elinden almadığı silahıyla sağa sola ateş etmeye başlayınca, bu kez ıskalamayacağından korkan Rimbaud polisten yardım ister, bu doğal ama korkak hareketinin neticesi, her ne kadar Rimbaud şikayetten vaz geçtiğini kerelerce yinelese de Maute’de Fleurvilleslerin damadının iki yıl küreğe mahkum edilmesidir.s.107-108 Aylarca hayali alıştırmalar yaptığı piyanoyu çalmayı da çok çabuk öğrenir. Annesi bir piyano kiralama istemeyince, Rimbaud bir bıçakla yemek masasının kenarına tuşlar oyar ve saatlerce tam bir sessizlik içinde alıştırma yapar.s.109 Çöl Kraliçesi Leydi Hester Stanhope Kendi güzelliğini reddeder ve “Eşit dağıtılmış bir çirkinliğe sahip olduğunu iddia eder.s.141 Dilsiz Reis Emily Bronte Bay Bronte’in çocuklarına sevgi duyduğu ve onları eğitmek için sıkıntıya katlandığı gerçektir, kızlarından birer maske takmalarını ister, sonra da onlara sorular sorarmış, yüzlerini kapatırlarsa özgürce ve yürekli yanıtlar vereceklerine inanırmış. s.166 Walter Scott’tan çok hoşlanır, Shelly’e ve geceye bayılır, gecenin tadını çıkarabilmek için çok az uyur. s.166 Yazınsal Yaşamlar-Javier Marías-Can Yayınları-Çev.Pınar Savaş-İstanbul 2008 http://sudegirmeni.wordpress.com/2011/09/22/339/
KALAN “rosa’yı neden isterim tanımanızı bu metnin hakikatinin özünün rosa’yla ilişkisi olabileceği düşüncesinden. gerçi insanın hakikatinin bulunabileceğini sanmasam da pek onu aramaya çıktığımı itiraf etmeliyim size sevgili okurlar günah çıkarır gibi bir insanın günah çıkarırken bile söylediklerine inananlardan değişken yazmak böyle bir şey belki de hakikat diye bir şey olmayacağının bilinciyle hakikatin öznellikte mi olduğunu sorumlulukta mı insanın en temel varlığının kayboluşuyla yitip gittiğini mi toplumla senin yaratılışın oluşun arasındaki ipliklerde mi gerili durduğunu düpedüz özgürlükte mi olduğunu bilmeden sözcüklerden örülü bir metin hakikati ne olabilir bu metnin metnin içeriği metnin içeriği metnin içeriği” s:10-11 Leyla Erbil okumak bir kazıya eşlik etmek gibi. Kalan, uçucu, sınırları belirsiz bir alanda arıyor hakikati; çocuklukta. Romanın kahramanı Lahzen, çocukluğunu, evlerini, kalemini kırıp onunla paylaşan sıra arkadaşı, küçük Yahudi kızı Rosa’yı, evlerinde kalan dayı’yı, ablasını, ablasının aşkı Eftim’i, “tıka basa doldurulmuş kuyudan çıkmak için”, “hakikati ele geçirme çabası” olarak kullanıyor. Daha ilk sayfalarda hakikatin bulunabileceğine inanmadığını yazması, bir yandan da kitabın amacının bu olmadığını düşündürüyor. Adından yola çıkarak nereye varılabilir. “Kalan” nedir? Bir “akıl hastası kadın” ın sayıklamalar zincirinden öte, gerçekle, hakikatle bağı nedir? İnce, bıçak sırtı konular üzerinde gezinmeyi seviyor Leyla Erbil. Anlatım destansı. Alışılagelmiş türde şiirsel bir destansılık değil bu. Cümleler bölünüp bir sonraki satırda devam ediyor. Uyak gözetilememiş. Böylesi bir anlatımın neden seçilmiş olabileceğini düşündüm. Söz konusu yazar Leyla Erbil olunca, anlatımda, noktalama işaretlerinde, sözcük yakıştırma, uydurmada farklı amaç ve yaklaşımlar kullandığını bilmek, bunların metni, okumayı nasıl etkilediğini, değiştirdiğini düşünmek demek aynı zamanda. Şiirimsi anlatımın okumayı daha akıcı hale getirdiğini, okurken nefes aralarını daha rahat belirleyebildiğimi düşündüm. “Önsözce” bölümündeki metin parçalarında noktalama işaretleri yok. Sadece alıntı ve adları ayıran tırnak ve kesme işaretleri kullanılmış. Sadece yıldızlarla ayrılmış parçaların sonunda nokta var. “birinci bölüm” ve “ikinci bölüm” de noktalama işaretleri kullanılmış. Bilinçakışı tekniğinin örneklerinden birisi roman. Anlatıcının, akıl hastası Lahzen’in seslenişi okuyucuyadır. Düzensiz, farklı zaman dilimlerinde, rastgele gezinen bir anımsamadır bu. 6-7 Eylül olayları, Dink’in, Musa Anter’in, Vedat Aydın’ın öldürülmesi, büyük mübadele, oğlu İsnak’ı kurban etmek isteyen İbrahim, Nil nehrinde, sepetin içinde, kaderine doğru sürüklenen Musa, insanlar arasındaki sınırlar, yüz binlerce yıldır birbirlerini yok etmek için savaşan, ölen milyonlarca insan, Sokrates, Frandola dansı, portakal sandığından kızaklar, Kierkegaard, dinler, acımasız tanrılar, bu anımsama sarkacının dokunuşlarıyla, tıkabasa doldurlmuş bir kuyudan çıkabilmek, hakikati ele geçirmek için kullanılır. Acı bir alaycılık, sürekli eşeleyen bir dil arayışı var romanda. Anlatılanlar politik. Ama daha bu “politik olmak”, “ötesi” bir şeydir bu Erbil’de her zaman. Basit, ucuz, sıradan değil. Katmanlı. Saklı. Erişimi çaba gerektiriyor. Kitaba ilk başladığımda kolayca üçte birini aştığımı fark ettiğimde, bir yanlışlık yaptığımı düşündüm. Sayfaları bu kadar çabuk geçebilmemde bir sorun vardı. Tekrar başa döndüm. Koşarak değil, sürünerek okumaya çalıştım. Sözcüklerin, kesik cümlelerin üstünde daha çok oyalandım. Okuduklarımdan daha farklı biz tat almaya başladım. Kancıklık tanrıçası benli nahide, ahiret tanrıçası çakma züleyha,gök tanrıçası cırtlak ruhiye, hayat ipliğini büken lüks nermin, musiki tanrıçası zilli terfiye,fitne tanrıçası çanakaleli melahat başak demetlerini kucaklamış tepsi banu, aşk tanrıçası köpüklü mefkure, barış tanrıçası kamçılı saliha bu dilin, bu kazının acı acı gülümseten kahramanları. “-o da yıkılmış,,, gog magog en önde yürüyordu, bütün evleri aynı anda bastılar,,, çalı adamlar, ellerinde döner bıçağı, sopa, cop, satır ve kuran-ı kerim vardı. Bizde silah yoktu,,, dayı ölmüştü,,, annem ölmüştü,,, karşı sırtlar, tepeler yeşil sarıklarla çevriliydi” s:69 Lahzen “Tuhaf Bir Kadın” dır. İnsanların düşünmediği, bakmadığı, görmediği, değişmek istemediği, kendini hiçbir şeyden sorumlu hissetmediği bir dünyada, düşünür, görür, sorular sorar, eşeler, sürekli bir değişimi bile sorgular. gelecekten ne bekliyorsunuz? kendinizi suçlu hissediyor musunuz? kendinizi öldürmek istediniz mi hiç? içinizden ağlamak gelir mi sık sık? kendinizden nefret ediyor musunuz? her şeyden sıkılıyor musunuz? evet sıklıyorum,,, s:213 Son bölümde kişi adları listesi verilmiş. Burada “rosa” ile ilgili satırla bitirelim; “Rosa: yüzünde vazolar dolusu çillerin gülüştüğü, en iyi arkadaşım” s:237 Zen: Farsça. Kadın. Lah: Farsça. “Yer” anlamıyla tamlamalar yapmada kullanılır. Lahza: Bir bakış, bir göz atma. Göz kırpacak denli süre, an. Bir kez göz kırpma. Kaynak: Osmanlıca-Türkçe Sözlük.Mustafa Nihat Özön.İnkilap Kitabevi Kalan.Leyla Erbil.Türkiye İş Bankası Yay.İstanbul.2011 http://sudegirmeni.wordpress.com/2012/04/03/kalan/
İyi bilim kurgunun iyi edebiyat oldu söylenir hep. Bunun en iyi örneklerinden birisi de Le Güin’in “Karanlığın Sol Eli adlı romanı kanımca. Bir dünya düşünün, her yanı karla, buzla kaplı, her zaman soğuk bir dünya; “Kış” gezegeni. Ortalama sıcaklık çoğunlukla eksi değerlerde. Yaz ve ilkbahar kısacık ve bildiğimiz anlamda mevsimler değil. Her zaman soğuk bir yer burası. Yüksek teknoloji ürünü hiçbir şey yok. Maddi ve teknolojik ilerlemeler o kadar yavaş ki binlerce yıl sürüyor. Uçak, tren, gemi denen şeyden kimsenin haberi yok. Elçinin sorusuna verilen yanıt şudur; “Hangi aklı başında adam uçmayı düşünebilir ki?” Hiçbir kanatlı canlının bulunmadığı ve Yomesh’in kutsal meleklerinin bile uçmayıp karda yavaşça düşen kar taneleri gibi süzülüverdikleri bir dünyada makul bir yanıttı bu.s218 Gezegende yönetim biçimleri, yaşam felsefeleri farklı insan toplulukları, ülkeler var. İnsanların tümü yerel tabirle; “somer”, cinsiyetsiz. Ayları 26 gün. Bir aylık sürede, sadece kısa bir dönemde, (4-6 gün) hormonal dengeleri belirli bir cinsiyete evrilip, kadın veya erkek oluyorlar. Cinsiyetsiz yaşamın toplumsal, siyasal etkileri, toplumu, toplumdaki bireylerin hayata, yaşadığı dünyaya bakışlarını nasıl şekillendirdiği inandırıcı bir örgüyle oluşturulmuş öyküde. İnsanın doğar doğmaz edindiği ilk kimliksel özelliği genelde cinsiyeti oluyor. Doğan bebek ile ilgili ilk sorduğumuz soru bu genelde. Ve yetiştirilme programları öncelikle bu cinsel belirlemelerle yön kazanıyor. Galaksiler arası birlik, Ekümen’in Kış gezegenine gönderdiği elçi, Ai ilk topluluğa katılma çağrısını yaptığı Karhide’de kuşku, korku ve çekingenlikle karşılanıyor. Gezegendeki siyasal yapılanmalar, dünyadaki bazı siyasal yapılanmalarla örtüşüyor. Karhide’deki siyasal yapı, Kralın, onun altında Başkan’ın olduğu bir sistem. Elçinin Ekümen’e katılım çağrısı sonuçsuz kalınca gizlice oradan ayrılıp, başka bir ülkeye geçiş yapıyor. Commensal, kollektif yaşamın uygulandığı, bir ülkedir. Buradaki siyasal yapının özünde de bürokratik çekişmeler, üstü örtük bir baskı ve sansür yatmaktadır. Başlarda elçiyi coşkuyla karşılarlar. İki ülke arasında politik çekişmeler yaşanmaktadır. Elçinin sunduğu teklifi kendi aralarındaki çekişmelere dayanak yapıp, beklenen Ekümen’e katılım kararını oy birliğiyle alamazlar. Politik kavgalar daha da şiddetlenir. Yönetim değişir. Elçi tutuklanır. Bir çalışma kampına gönderilir. Ölmek üzereyken Estraven adındaki eski Karhide başkanı, (elçi kaçmak zorunda kalırken kral tarafından sürgün edilmiştir) tarafından kurtarılır. Bizim kutup bölgesi koşulları olarak tanımlayabileceğimiz yollardan, 800 millik bir yolu kat ederek, Karhide’ye tekrar giriş yaparlar. “Dokumacı’yla konuşmak istersiniz herhalde. Şu anda açıklıktadır, tahta kızaklarla gitmediyse tabii. Yoksa Bekarlar’dan biriyle mi konuşmak istersiniz.” “Bilemiyorum. Son derece cahilim.” Genç adam güldü ve eğilerek selam verdi. “Onur duydum!” dedi. “Üç yıldır burada yaşıyorum ama hala sözünü etmeye değer bir cehalet edinemedim.” s.59 Elçi Kış gezegeninde sığınacak bir yer ararken “Öndeyiciler” adlı bir topluluğun olduğu, (mistik uygulamalarla gelecekten veya yaşanan zamandan bilinmesi olanaksız soruları yanıtlayabilen) bir yere gelir. Bir inzivaya çekiliş yeridir burası. Bu inziva sonrasında içlerinden bazıları açıklanamayan yetiler kazanır. Bunların en yeteneklileri olan Faxe, bir yönüyle doğu dinlerinin mistik arınmışlarının temsilcisi gibidir. “Bizler, buraya, İnziva’ya en çok hangi soruların sorulmayacağını öğrenmek için geliriz.” “Ama sizler cevap verenlersiniz.” “Hala anlamadınız mı, Genri? Öndeyi sanatını neden geliştirdiğimizi anlamadınız mı?” “Hayır…” “Yanlış soruların cevabını bilmenin ne kadar yararsız olduğunu göstermek için.” …………. “Bilinmeyen” dedi Faxe’nin ormanda çınlayan yumuşak sesi, “Önceden görülmeyen, kanıtlanmayan, hayat bunlar üzerine kuruludur. Cehalet düşüncenin temelidir. Kanıtsızlık eylemin temelidir. Tanrı’nın olmadığı kanıtlansaydı dinler olmazdı, ne Handdra, ne Yomeshta, ne de ocak-tanrıları, hiçbiri. Ama Tanrı’nın olduğu kanıtlansaydı da gene dinler olmazdı… Söylesenize, Genri, nedir bilinen? Kesin, tahmin edilen, kaçınılmaz olan sizin ve benim geleceğimize dair bildiğimiz tek kesin şey nedir?” “İkimizin de öleceğimiz.” “Evet, işte, cevabı olan bir tek soru var, Genri ve o yanıtı da zaten biliyoruz. Hayatı mümkün kılan şey sürekli, dayanılmaz belirsizliktir, yani bir sonra ne olacağını bilememek.” s.69 Roman, gelişen anlatımı boyunca çokça; cinsellik, erkek-kadın olmanın insanı nasıl değiştirdiği üzerinde düşündürüyor. Kış gezegeninde hatırlanan, bilinen hiçbir kitlesel savaşın olmaması, savaşların hiç bitmediği dünyamızın ütopik bir yorumu gibi duruyor. Zaman zaman, dünyayı kadınlar yönetseydi, dünyada savaşlar olmazdı veya daha az olurdu gibi önermelerle karşılaşıyoruz. Ama sanıyorum bunun doğruluğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Dünyaya cinsiyetimin belirleyici gözüyle bakıyorum. Bu bakışın ötesine nasıl geçebileceğim konusunda hiçbir fikrim yok. Çünkü bu “empati” kavramında başka bir şey olmalı. Romanın içerisinde yer yer bu cinsiyetsiz bakış açısıyla, erkek olan elçinin bakış açısı karşılaştırılıp, aradaki aşılmaz engeller vurgulanıyor. Sözü fazla uzatmak istemiyorum. “Karanlığın Sol Eli” beni ince, ilerlemesi güç bir konuda düşündürdü, düşündürüyor. Kitabın adı şu şiirden geliyor; “Işık karanlığın sol elidir karanlık da ışığın sağ eli. ikisi birdir, yaşam ve ölüm, yan yana yatarlar kemmerdeki sevgililer gibi, tutuşmuş eller gibi, sonuçla yol gibi.s.198 Karanlığın Sol Eli.Ursula k. Le Guin. çev.Ümit Altuğ, Ayrıntı.İstanbul.2011 http://sudegirmeni.wordpress.com/2012/03/19/karanligin-sol-eli/
Morel’in Buluşu Adalarda geçen öyküleri daha bir başka severiz. Yaşamın bizi en çok bunalttığı zamanlarda, içimizden hep, insanlardan uzak, kimselerin olmadığı, bilinmeyen bir adaya kaçıp gitmeler geçer. Artık dünyada insan ayağının değmediği, ıssız yerlerin neredeyse olmadığını bir yanımız bilse de, bir yanımız hep bu özlemi taşır. Ada; en gözde mekân olarak edebiyat dünyasında her dönem kullanıldı. O; bir sığınak, uygarlıktan, teknolojiden, insanlardan kaçışın simgesi olabildiği gibi, aynı zamanda, bir hücreden, bir mağaradan çok daha karanlık ve kapalı, etrafındaki göz alabildiğine uzanan gökyüzünü, ufukları, denizi değiştiren, görünmeyen esirgeyici duvarlara, varışız uzaklara dönüştüren, kendi üzerine bir kapanmışlıktır da. Edebiyat tarihi, bu sınırlayıcılığın, kaçışsızlığın en güzel örnekleriyle dolu. Stevenson, Wells, Woolf, Golding, Huxley, Defoe bu çok yönlü etkiyi unutulmaz eserlere dönüştürdüler. Çarptırıldığı ölüm cezasından kurtulmak için kaçacak bir yer arayan roman kahramanı, (anlatı boyunca adı belirtilmiyor) bir sandalla, hakkında gizemli, korkunç şeyler anlatılan, üzerinde kimsenin yaşamadığı, Pasifik Okyanusundaki tropikal bir adaya kaçar. Çevredeki limanlarda, halk arasında, adaya giden kişilerin, dıştan içe doğru etkisini gösteren bir hastalığa yakalandıkları, dökülen saç ve tırnaklarla başlayan ilk belirtilerin ardından, vücuttaki derilerin döküldüğü, kör olduktan sonra da öldükleri söylentileri yayılmıştır. Söylentilere rağmen, her şeyi göze alıp, kürekli bir sandalla, günlerce süren yolculuktan sonra karaya ayak basan adam, çevreyi tanımaya, araştırmaya koyulur. Ada, çeşitli bitki örtüsünün, yenebilecek kök ve otların yanında, sert olmayan, yaşamaya elverişli, ılıman bir iklime sahiptir. Adanın içlerine doğru yaptığı araştırmalarda, daha önce yapılmış, bilinmeyen bir nedenle terk edilmiş bir kilise, büyük bir havuz ve bir müzeye rastlar. Binaları araştırır. Müze olarak adlandırılan binada her katta, otel odalarına benzer odalar, büyük bir kitaplık, yemek salonu vardır. Uygun bir oda seçip yerleşir. Daha önce burada yaşayan insanlardan kalan konserveleri, bezen de ormandan topladığı ot ve kökleri yiyerek yaşamaya başlar. Kahramanımız, adada üç ayını doldurmuş, o güne kadar büyük sorunlarla karşılaşmadan yaşamını sürdürmüştür. Bir sabah adada garip şeyler olmaya başlar. Bir fonograftan yayılan müzik ve insan sesleriyle uyanır. Çevrede insanların adaya gelebileceği hiçbir gemi, uçak, araç yokken, bir sürü insan, bir anda ortalığa çıkıvermiştir. Tepelerde, yamaçlarda, müzenin kenarlarında yürüyen, dans eden, havuzda yüzen insanlar kahramanımızı bir anda şaşırtır, korkutur. Paniğe kapılarak adanın güney tarafına kaçar. Gelenlerin onu yakalayıp polise teslim edeceklerinden korkar. İnsanlara görünmemeye çalışarak gözetlemeye, nereden, nasıl, bir anda ortaya çıkıverdiklerini anlamaya çalışır. Her şey öylesine birdenbire olmuştur ki, ne düşüneceğini şaşırır. Önce gördüğünün geceki sıcağın beyninde yarattığı bir etki olduğunu düşünse de daha sonra gördüklerinin insan olduklarını kabullenmek zorunda kalır. Yaptığı izlemelerde, her akşam deniz kayısısında oturup, dalgın dalgın gün batımını izleyen bir kadın dikkatini çeker. Bir süre sonra Faustine adındaki kadına ilgi farklı bir duymaya başlar. Roman kahramanının, adadaki bu birdenbire ortaya çıkan insanlarla, olup bitenleri anlama çabası, yaklaşımı üzerinde bir parça durmak istiyorum. Panik içerisinde insanlardan saklanırken, bir yandan da ne yaptıklarını göz(et)leyip,, adadaki varlıklarına bir neden bulmaya çalışır. Bir süre sonra, insanların onu görmediğini anlar. Bunun yanında müzedeki bazı kapıları, muslukları açamadığını, baz nesnelerin farklı bir madesel gerçekliğe dönüştüğünü fark eder. Denizin kıyısında her gün güneşin batışını izleyen kadını (Faustine) gözetler uzun süre. Kadına duyduğu ilgi farklılaşıp, aşka dönüşürken, onunla bağlantı kuramadığını, kadının sanki başka bir evrende, başka boyuttaymış gibi var olduğunu görür. Sonuçta tüm bunlara birtakım açıklamalar, varsayımlar tasarlama gereği duyar. Adadaki insanları etkileyen hastalığa yakalanıp, bir yandan dıştan içe doğru ölürken, aynı zamanda hastalıktan hayal gücünün de etkilendiğini, diğer insanları, kayalıklarda güneşin batışını seyreden kadını, duyduğu sesleri, müziği bu hastalıktan kaynaklı hayaller olarak görebileceğini, kötü beslenmeyle birlikte, alçak toprakların sağlıksız havasının onu görünmez yapmış olabileceğini, etraftaki bu varlıkların başka bir gezegen veya boyuttan gelmiş olabileceklerini, insana görünüş olarak benzediklerini, ama gözlerinin bildiğimiz anlamda görmeye, kulaklarının insanların algıladığı sesleri duyamadıklarını, kendisinin tımarhanede tedavi gören bir akıl hastası, tüm bunların kendisinin hastalıktan kaynaklanan hayalleri olabileceğini, öldüğünü, Dante’nin İlahi Komedya’sına benzer bir mekanda, adanın araf veya bu ölülerin cenneti olabileceğini düşünür. Tüm bu karmaşık varsayımlar içerisindeki ruh haliyle, “Ne bir düşü gerçek, ne de bir gerçeği delilik olarak görmenin gerekli olduğuna” inanır. Bu varsayımların bir kısmını olumsuzlayan kanıtların düşündürdükleriyle, karmaşık düşüncelere gömülüp gider. Görünmez olduğunu düşünürken, sivrisineklerin, böceklerin ısırıklarıyla, en azından onlar tarafından görüldüğünü bilirken, ölmüş olsa, bu kadar yalnızlık duygusunun etkisinde olamayacağını düşünür. Öykü, adaya kaçan adamın “ben” diliyle anlatılıyor. Gelişen garip olaylardan etkilenen kaçak, adada gördüklerini, yaşadıklarını diğer insanlara açıklamak, bu şekilde de kendi suçsuzluğunu kanıtlamak amacıyla bir günlük tutmaya başlıyor. Morel’in nasıl bir icatta bulunduğunu bu günlükten öğreniyoruz. Anlatının günlük şeklinde oluşu, olayların gelişip, farklı şekillere bürünmesiyle, anlatıcı-kahraman üzerindeki etkilerini daha gerçekçi olarak hissedebilmemizi sağlıyor. Kitabın (günlüğün) sonunda, bunları, adadaki dağılmış varoluşları bir araya toplayabilecek bir makineyi icak eden bir geleceğe kılavuzluk etmesi, sonradan aşık olduğu Faustine için kendisini de kattığı adanın bu farklı gerçekliğine “Sağ Kalanlar Önünde Savunma” olacağını düşündüğü için yazdığını belirtiyor. “Bu satırları, sevimsiz mucizeye tanıklık edecek bir şeyler bırakmak için yazıyorum. Şu birkaç gün içinde boğulup gitmezsem, ya da özgürlüğüm için savaşırken ölmezsem, Sağ Kalanlar Önünde Savunma’yı ve Malthus’a Övgü’yü yazmayı umut ediyorum. Bu sayfalarda, ormanları ve çölleri sömürenlere saldıracağım; polis teşkilatının, fişlerin, gazeteciliğin, telsizin ve gümrüklerin kusursuzlaşmasıyla adaletin hatalarının düzeltilemez kılındığını, bu dünyanın ezilenler için çıkışı olmayan bir cehennem olduğunu göstereceğim.” s.11 Günlüğün bazı bölümlerinde, altta “Yayımcının notu” sıfatıyla açıklamalar eklenmiş. Bundan da anlatıcı-kahraman’ın günlüğünün bir süre sonra bulunup, yayınlandığı sonucunu çıkarıyorum. Açıklamaların bir kısmı, anlatıcının verdiği bilgilerin çelişkili yanları ile ilgili görünüyor. Bunun ötesinde, böyle bir notun asıl işlevi, adada olup bitenlerin sonrasında günlüğün başkalarınca bulunup, ilerideki gelecekte “Sağ Kalanlar”ın yargısının önüne çıktığını ifade etmesi. Haliyle bu “sağ kalanlar”ı; “okuyucu” olarak değerlendirmek gerekir. Anlatıcının, olaylara analitik bir yaklaşımı var. Öykünün başlarındaki adayı tanımaya çalışan anlatıcı-kahramanın, hasta, kısmen kurumuş ağaçların neden bu şeklide olduklarına ilişkin nedenler üretmesi, ilerideki, etrafında dolanıp, dans edip, konuşup duran bir sürü insanın, daha başka garipliklerinin nedenleri üzerindeki yaklaşımlarından bunu kolayca çıkarabiliyorum. Bu kesinliğe yakınlık duyan yaklaşım, bazı bölümlerde “Yayımcının notu”yla belirsizliklere sürükleniyor. Sanki Casares, bir yandan kesinliği hedefleyen bir anlatıcının tesbitlerini, bir “yayımcının notu” yla belirsizleştirmeye çalışıyor. Bu da romanın havasına farklı bir belirsizlik katıyor tabi ki. Manguel’in kitabın anlatımına yaklaşımı şöyle; “Morel’in Buluşu’nda her şey tereddütle anlatılıyor. Eski bir oyun; kurgusal yazında gerçeğe benzerlik, sahte bir kesinlik yoksunluğu aracılığıyla başarılır.s.22 (Okuma Günlüğü) Kitabı kolay kolay belirli bir türe oturtamadım. Bir ada hikâyesi iken, bir kaçış, polisiye, aşk, hayaletler, yanılgılar hikâyesi de aynı zamanda. Anlatıcı-kahramanın yaklaşımı her olay karşısında gerçekçi ve bilimsel olabilme çabasında. Bazı yerdeki fark eden, analitik Holms bakışları, yer yer yanılgılı, akla-mantığa sığmayan izlenimleri sonrasında bulanıp, bildikleriyle çelişen olguların nedenlerini, gerçeğini anlamaya odaklı, çabaların sonrasında aklı ve duyguları iyice karışsa da, anlatıcı mantıksal, sorgulayıcı yaklaşımını hep koruyor. Kitap Borges’e adanmış. Başında da Borges’in bir önsözü var. Onun isimleri çok anlamlı-amaçlı kullandığını biliyor, kitaptaki adı geçen adlara özel bir ilgi göstermeye çalışıyorum. Malthus adına takılıyorum daha kitabın ilk sayfalarında. Adının ilk çağrışımları, insan nüfusu ile ilgili karamsar teorileri. Borges kitabın önsözünü şöyle bitirmiş; “Entrikanın ayrıntılarını yazarıyla tartıştım, onu yeniden okudum; onu kusursuz olarak nitelemenin bir yanlışlık ya da abartma olacağını sanmıyorum.”s.8 MERAKLISINA Kitabı bitirince başa dönüp tekrar okudum. İlk okumada pek anlamlandıramadığım şeylere farklı bakmak gereği duydum. Ağaçların bir kısmının tepelerinin kurumuş, hastalıklı görünümleri, bir anda ortaya çıkan insanların üzerindeki geçmiş yılların modasına uygun elbiseler, olayların başlamasından birkaç gün önceki büyük gel-gitin işlevi, gökteki iki ay, iki güneş gibi pek çok şeyin aslında genel açıklamanın, polisiye örgünün çeşitli yerlere serpiştirilmiş parçaları olduğunu gördüm. Bir kadın her gece, kayalıklarda güneşin batışını seyrediyor. başına sardığı karışık renkli bir fuları var; ellerin bir dizinin üstüne kavuşturmuş; doğumundan önceki güneşler derisini yakmış olmalı; gözleri, siyah saçları ve başıyla en kötü tablolardaki İspanyollardan ya da bohem tiplerden birine benziyor.s.20 Faustine’e kendini fark ettirme çabası, çiçeklerle yazdığı şiirsel cümleler, çiçek bahçesi, karşılıksız seven, bir hayalin peşindeki (belk bütün aşklar bir hayali yüceltme, sürdürme çabası, bir hayalete ulaşma, bir hayalet yaratma gerçeği) çaresiz aşık, yıllar sonra bu konulardaki düşüncelerime götürüyor beni. Kadına aşkını anlatırken seçtiği cümle şudur; “Bu adada ölümü uyandırın.” Sevginin, sevgilinin yüceltilmesi, aşksız yaşamın ölüm, uykuya benzer bir ölümü anıştırması, uyanmanın, aşık oluşun başka tür bir ölüme uzanan yolun kapısını aralaması. Morel’in bir aynadan yansıyan film projeksiyonlarından daha az gerçekliklerden çıkışlı aşklar. Villings adlı adaya, Alberto Manguel’in, Hayali Yerler Sözlüğü’nde uzunca bir yer ayrılmış. Buradaki bilgiler romandan derlenmiş. Kitabın anlatıcısının-kahramanın adı yok. Sadece ülkesinde bir muhalif, bir isyancı olduğunu, ölüm cezasına çarptırıldığını, polislerce arandığını biliyoruz. Manguel onu “tarihçi” olarak niteliyor. Pasifik okyanusunda, Ellis ya da Tuvalu takımadalarının bir parçası olarak belirtilen ada, kötü, lanetli bir üne sahip. (Daha sonra bu söylentinin Morel tarafından insanları adadan uzak tutmak için bilerek yayıldığı ile ilgili varsayımlarla karşılaşıyoruz) Dipnotları okurken içlerinden birisinin Morel’in notu olduğunu fark ediyorum. Bu notlar, ikinci bir günlüğün varlığından kaynaklanıyor. Morel’in sarı sayfalara yazılmış günlüğünden. Bulmacanın eksik kısımları son olarak buradan tamamlanıyor. Morel’in Buluşu, hangi türe konulacağı pek de net çizgilerle belirlenemeyen roman, belki bundan, okunurken de insanı çok farklı düşünce ve duyguların arasında dolaştırabiliyor. Kısa, Kısa Bilinci İlgilendiren; “Öyle sanıyorum ki ölüme karşı koyma gelişmediği için ölümsüzlüğü kaybediyoruz. Bedenin tamamını canlı tutma biçiminde ortaya çıkan başlangıçtaki ilkel düşünce üzerinde ısrar ediyoruz. Oysa yanlızca bilinci ilgilendiren şeyi korumaya çalışmak yeterli olurdu.”s.16 Sözleri bana bir parça, ruhu, aklı ararken, uzuvlarını parça parça koparıp attığım, en son, bir kavonozon, özel bir hücrede tüm yaşamsal kimyasalları sağlanmış “saf beyin”e ulaşmaya çalıştığım düşüncelerimi anımsatıyor. Fabrika; bahçede çam dalları arasına gizlenmiş, kalın canlardan oluşmuş tavanı, yer altına oyulmuş gizli bölmede makinalar, jeneratörler, elektrik dağıtım panoları, şalterler, su dağıtım vanaları toplanmış. Tüm teknik donanım olabildiğince, hiç anlamayan birisinin bile biraz çabayla çalıştırıp, kullanabileceği kadar basit ve yalın tasarlanmış. Kanatçıklı Silindir; gündeyde, deniz seviyesinde oluşan gel-gitlerle çalışan hidrolik elektrik tirübünü. kuvvetli gel-git dalgalarıyla hareket eden kanatlarının döndürdüğü dinamonun ürettiği elektriğin, fabrika olarak adlandırılan bölmelere kadar ulaşmasını sağlayan kablo donanımıyla, dev bir doğal kaynaklardan elektrik sağlama düzeneği. Çok Duvarlı Oda, Yeraltında, duvarları mantarımsı bir malzemeyle yalıtılmış, simetrik olarak yerleştirilmiş iki plakayla kaplı, sinema salonlarına, sığınaklara benzeyen, aynalardaki görüntüye benzer, aynı odanın sekiz kez yinelendiği görüntü saklama, projeksiyon odası. Bernard Forest de Bélidor; 1698-1761 yılları arasında yaşamış, Fransız mühendis. Matematik, hidrolik, hidrolik pompalar, sivil ve askeri mühendislik gibi pek çok konuda teknik çalışmalar yapıp, eserler yayımladı. Ününü, mühendislik mekaniğini, değirmenleri ve su çarklarını, pompaları, limanları ve denizciliğe ilişkin konuları kapsayan dört ciltlik L’architecture hydraulique(1737-53; Hidrolik Yapılar) adlı yapıtıyla kazanır. Gerçeğin Sıkıntısı; “Olaylar öylesine inanılmaz ki, gerçek onları yaratırken epey sıkıntı çekti.” Travaux-Le Moulin Perse Müze olarak adlandırılan yapının büyük bir salonu kütüphane olarak düzenlenmiş. İlgi çekici olan, kütüphanede sadece roman, şiir, tiyatro oyunları gibi kurmaca eserlerin olması. Neden? Kütüphanedeki tüm bilimsel, teorik kitapları toparlayıp, çıkarmasında Casares’in nasıl bir mesajı gizli? Sokrates’in şairleri devletinde istememesine benzer bir şey mi bu da? Veya Morel’in buluşundan sonra, her oluşumun tamamlandığını düşündüğü adasında, artık bilimsel bilgiye, kuramlara, teknik tasarımlar peşinde koşmaya artık gerek kalmadığını mı ifade ediyor? Buradaki tek kurmaca olmayan kitap, Belidor adlı bir yazarın, 1937 basımlı, İşler-İran Değirmeni (Bernard Forest de Bélidor: Travaux-Le Moulin Perse-Paris, 1937) adlı kitaptır. Onu da kahramanımız cebine koyup, değirmenler hakkında merak ettiği konular nedeniyle alır. Bu tek bilimsel, kuramsal kitabı, büyük olasılıkla Morel, adadaki teknik donanımları tasarlamada kullandı. Yel Değirmenlerinin Tarihi; “Milattan sonra 1 yüzyıl başlarında Yunan mühendis Hero’nun ilk kez rüzgar enerjisinin kullanımı tanımlayarak iptidai manada yel değirmenini tarif ettiği, ardından sistemin İran’da geliştiği, coğrafyacı İstahrî’nin kayıtlarında geçer. Bu değirmen sistemi Hazreti Ömer döneminde geliştirilmiş, suyu pompalamak, ekini una çevirmek, kumaş ve hasır dokumak gibi faaliyetlerde kullanıma uyarlanmış ve İslam coğrafyasında yaygın kulanım bulmuştur.” Kaynaklar: Morel’in Buluşu.Adolfo Bioy Casares.Çev.Nevzat yılmaz.Helikopter Yayınları. İstanbul.2008 Okuma Günlüğü.Alberto Manguel.Çev.Mehmet H. Doğan.YKY.İstanbul.2007 Hayali Yerler Sözlüğü. Alberto Manguel.Çev.Sevin Okyay-Kutlukhan Kutlu. İstanbul.2007 Ana Britanica Ada.Akşit Göktürk.Adam Yayınları.1982
Bir kitap genelde bizde belirgin, gözle görülür değişiklikler yapmaz. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ı; Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti, cümlesiyle başlar. Ama genelde bu böyle olmaz. Onlar bizi yavaş yavaş, yüzyıllarca rüzgarla yağmurun kayalara çarpa çarpa onlardan zamanın heykellerini yapmaları gibi değiştirir. Futboldan açılan her sohbette, ki çoğunlukla birbirini tanımayan kişiler arasında bile kolayca kurulan yakınlıklara, sadece bir takımın tararftarı olmak bile yeterken, ben hiçbir takıma ilgi duymadığımı, yıllardan beri bir televizyonun karşısında veya sahada bir futbol maçı izlemediğimi sözleyerek bundan kendime övgü payı çıkardım. Sonra, sanırım çok sonra, geç de olsa, o kitap, bu konudaki bende oluşmuş önyargının kalın kabuğunu eritiverdi. Sözünü ettiğim; Eduardo Galeano’nun, Gölgede ve Güneşte Futbol adlı kitabı. Kitabı, kitapçının raflarından sadece Galeano tarafından yazıldığı için aldığımı, yoksa futbola uzaktan yakından hiçbir ilgi duymadığımı, aksine yıllar yılı bu konudaki her şeye tümüyle kapalı ve eleştirel olduğumu biliyordum. Ama Galeano yazmışsa eğer futbolu, o kitapta futboldan daha fazla, daha değişik, daha ilgi çekici şeyler olduğunu, olması gerektiğini biliyordum. Evvel zaman içinde, birilieri bana, benim gibi bir sürü insana, “Ünlü faşist diktatör Franko’nun yıllar yılı İspanya’yı üç “F” ile sorunsuzca yönettiğini, bu “F”lerden birisi olan Futbol’un kötü bir şey olduğunu, duyarlı, çağdaş bir insanın bu nedenle futbola ve onun kurum ve kavramlarına karşı tepkili olup, onlarla mücedele etmesi gerektiğini söyledi. Sonra ben yıllar yılı insanların tarlada işlerini bırakıp, önce radyo sonra da televizyonların başlarına koştuğu zamanlarda herkesi aşağılayan bir tavırla tüm bunlara sırtımı döndüm. Gazeteleri okumaya spor sayfalarıdan başlayanları eleştirdim, onlara tepki olsun diye, bu sayfaları yok saydım, hiç okumadım. Kahvehanelerde, mahaller aralarında insanlar taraftarı oldukları takımların karşılaşmalarında, her gol atıldığında çoşkuyla, sokaklara taşan haykırmalarla yerlerinden fırladığında, ben hep bunu yanlış ve ucuz bir aidiyetin kaynağı olarak gördüm. İnsanın seçmediği yollar, yaşayamayacağı bir yaşamın kayıpları, seçimleri yaşadıklarını örüyor. Bir kenara çeklip okudum, düşündüm ben de. İnsanların delicesine, fanatizmin sınırlarında kendini adadıkları varlıkların, coşkuların yerine kendimce, daha az bir coşkuyla, daha az ait olarak, ait hissederek yaşamıma bir şeyler “iliştirdim”. Kitap yazarın bir itirafıyla başlıyor; “Tüm Uruguaylılar gibi ben de futbolcu olmak istedim. Doğrusu çok da güzel oynuyordum, hatta harikaydım bile denilebilir; ama yalnızca geceleri rüyamda.” S.7 Dünyada mahalle aralarında, varoşlarda, dev çöplüklerin dibinde büyüyyen kimbilir kaç çocuğun rüyasını, bir gün tüm dünyanın tanıdığı bir futbolcu olmak yatar.(1) Futbolun doğası gereği bu tür rüyalar daha gerçekçi, daha olabilir görünür insanlara. Düşünüyorum da, belki bu rüyalar günümüzde biraz daha azaldı, nedeni bir parça çocukaların sokaklardan çekilip, bilgisayarların, televizyonların karşılarına çekilmeleri, bir parça da mahalle aralarındaki her bir avuç yeşilliğe bir gün sonra yeni bir betondan yapı dikilmesi olabilir. Belki düşünemedeğim başka bir şey. Her neyse. Gerçek şu ki, artık “futbol”, daha eski deyimiyle “top” eskisi kadar oynanmıyor. Çocukluğumda Kapıdağ yarımadasındaki tüm köylerin formalı, futbolcuların ayaklarında kimisinin krampon, kimisinin ucuz lastik ayakkabı olan bir takımı, bu takıma taparcasına duydukları sevgileri vardı. Köylerin top sahalarında en iyi top koşturanların evlenecek kız bulması kolaydı, çok hayranı vardı çünkü. Artık köylerin top sahaları yok, çocukların, gençlerin bazen top oynadıkları, burasının çeşitli nedenlerle hep değiştiği yerler var. Eskiden köylerde koca bir köy meydanı kireçle çizilen sınırları, ağla örülü kaleleriyle sadece bu işe ayrılmıştı. Oraya ne at, ne eşek ne de inek bağlanıyor, ne de harman yeri olarak kullanılıyordu. Orada sadece “top” oynanıyordu. Köylerin onurlu, şanlı-şerefli, rengarenk formalı, kramponlu, dizlikli, en iyi olanın kolunda kaptan bandı olan takımları vardı. Köyden birkaç tekneyle, saatlerce uzaktaki bir köye, köy takımının maça gittiğini, bu maçların bir onur meselesi, bir dostluk, bir köylerarası iyiniyet ve sevgi bağı olduğunu anımsıyorum. Şimdi yarımadada bildiğim kadarıyla köylerin hiç birisinin takımı yok. Ne değişti? Bilemiyorum. Sadece insanlar bu spor dalıyla olan ilgilerini sahalardan, sokaklardan koparıp, edilgen, TV karşısındaki izleyici konumu ile yetinen hale gelindi. (2) Kitap kısa bölümlerle, kronolojik bir çizgide anlatımını sürdürürken, ilk kez Çinlilerin deriden, içi ketenle, Mısırlıların samanla doldurulmuş, Yunanlıların ve Romalıların dikilip şişirilmiş öküz mesanesinden toplarıyla çağlar öncesinde başlayan bu “zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü” öyküyü okuyorum. Futbol, oyuncu, kaleci, taraftar, fanatik, gol, hakem, top, futbolun tanrıya ne yönüyle benzediği, tarihteki ilginç olaylar Galeano’nun kavramları dönüştüren sihirli diliyle bambaşka kavramlara dönüşüyorlar. “Her golden sonra maç uzunca bir süre duruyordu, çünkü seyirciler oyunculara sarılmak ya da onları dövmek için sahaya giriyorlardı.” S.51 İnsanlar bir futbol sahasını aşkın duyguların tapınağı mekanı olarak görüp, en aşırı uçlardaki duygularla bağlı oldukları takımlarının futbolcularına her türlü duygu taşkınlıklarını rahatça yapabilme haklarını kendilerinde görüyorlar. Aşkın sevgi, aşkın davranışların gerekçesi. Çoğunlukla da aşkın davranışlara bir örtü olarak kullanılıyor. Bir yandan da naif, yoksul kitlelerin eğlencesi futbol, kurumsallaşarak, kapitalizmin emrinde bir para makinesine dönüşmesini sürdürüyor. Ayakkabı, spor malzemeleri markaları, transferler, ortaya atılan, akıllara durgunluk veren miktarlarda paralar. Oyuncular yıllar yılı sadece şan ve şöheret için, futbol aşkı için oynarken, sistem alttan alta değişti. (3) Hüzünlü, acıklı öyküler karışıyor anlatının aralarına; Abdon Porte, Uruguay’da Nacional takımının formasını, dört yılı aşkın bir süreyle ve iki yüzü aşkın maçta taşıdı. Her zaman alkışlandı, zaman zaman da tezahüratlar yapıldı ona ve bir gün yıldızı söndü.Sonra onu takımdan çıkardılar. Bekledi, dönmek istedi, döndü. Ama çaresi yoktu, kötü talih yakasını bırakmıyordu, insanlar onu ıskalıyorlardı; savunmada kaplumbağaları bile kaçırıyordu, ataklarda ise etkili olamıyordu. 1918 yazı sonunda, Nacional takımının sahasında Abdon Porte, kendini öldürdü. Yıldızının parlamış olduğu sahanın ortasında geceyarısı kendine bir kurşun sıktı. Bütün ışıklar sönüktü. Silah sesini de kimse duymadı. Hava aydınlanırken onu buldular. Bir elinde silahı, öbür elinde ise bir mektup vardı.” S.53-54 Camus’un 1930’larda, Cezayir Üniversitesi takımının kalecisi, kaleci olmasının nedeninin de fakirlik olduğunu, çünkü ayakkabılarının en az kalede dururken eskidiğini, rakip takımın galip gelmemesi için yapılan büyüleri, sahalara gömülen, uğursuzluk getirip, takıma senelerce şampiyonluk yüzü göstermeyen kurbağaları, uğursuzluk getirdiği gerekçesiyle takım oyuncularına tavuk eti yemeyi yasaklayan teknik direktörleri, tüm gol yememe yeteneğini başındaki beresiyle özdeşleştirip, beresi çalındıktan sonra berenin tılsımı olmadan ardı ardına gol yiyen kaleciyi, Leticia tarihine geçecek bir penaltı kurtarmakla övünen Ernesto’yu okuyorum. Okudukça her sayfa değişik bir bilginin, tadın kaynağına dönüşüyor. Bir şeyi tümüyle yadsımak, olumsuz tavır almaktansa, Galeano’nun yaptığı gibi, ona farklı bir gözle bakabilmek, farklı şeyler süzebilmenin daha doğru olduğuna vardı mı okumamın sonu? Bilemiyorum. Ama bu kitaptan sonra futbola daha farklı bir “kafa”yla bakacağımı söyleyebilirim Gölgede ve Güneşte Futbol. Eduardo Galeano.Çev.ertuğrul Önalp.Can Yayınları.İstanbul.1998 Alıntılar (1) “Zenci ya da melez, topundan başka oyuncağı olmayan yoksul çocuğa futbol, en azından sosyal açıdan yükselme fırsatı veriyor. Top onun inanabileceği tek sihirli değnek. Belki ekmeğini ondan çıkarabilir; daha da ötesi top onu kahramana, hatta bir ilaha dönüştürebilir.” S.57 (2)“Futbolda da tüm öbür şeylerde olduğu gibi üreticiden çok tüketici var. Herhangi bir kişinin, küçük bir futbol maçı düzenleyebileceği bütün boş araziler betonla kaplandı; iş hayatı, futbol oynanabilecek vakitleri yok etti. Halkın çoğunluğu futbol oynamak yerine, her geçen gün sahadan daha da uzaklaşarak, futbol oynayanları televizyondan ya da tribünlerden seyrediyor.”s.102 (3)“1918’de Barselona Kulübüne daha önce görülmemiş bir şekilde; parlak çerçeveli bir saat ve yelekli bir takım elbise karşılığında transfer oldu.(Josep Samitier)” S.53